30 Nisan 2024 Salı

Isabel Allende

 


Isabel Allende 1942 yılında Peru’nun başkenti Lima’da doğar. Babası Tomas daha sonraki yıllarda Şili’nin başına geçecek olan Salvador Allende’nin kuzenidir. Annesi Francisca Llona Barros'tur. Isabel henüz üç yaşındayken babası Tomas ortadan kaybolunca annesi üç çocuğunu alıp kendi ülkesine, Şili’nin başkenti Santiago’ya geri dönüp ailesinin yanına yerleşir. Annesi yeniden evlendiğinde, bir diplomat olan üvey babası Ramon’la birlikte Lübnan’a giderler. Beyrut’ta eğitimine devam eden Isabel, on altı yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte1958'de ülkesine döner.

Liseyi bitirdikten sonra Tarım ve Gıda Örgütünde (FAO) sekreter olarak çalışmaya başlar ve uzun bir süre bu görevini sürdürür.

1962 yılında, mühendislik eğitimi gören erkek arkadaşı Miguel ile evlenen Isabel bir yandan evinin kadını olmaya çalışırken bir yandan da çeviriler yapmakta, gazete ve dergilerde çalışmaktadır. Evlendikten hemen sonra kızları Paula, ardından da oğulları Nicolas dünyaya gelir.

Bu dönemde Paula isimli feminist bir dergide on beş günde bir köşe yazısı yazmak üzere işe girer. “Mağara adamınızı medenileştirin” isimli bu köşe tamamen kadınlara yönelikti ve erkekleri nasıl eğitmek, medenileştirmek gerektiğini oldukça komik bir şekilde salık veriyordu.

Allende bir yandan dergide yazmaya devam ederken bir yandan da televizyon programları yapıyordu. Bu programlar o dönemde oldukça popülerdi. 1971 yılında ‘El Embajador’

(Büyükelçi) adıyla kaleme aldığı tiyatro oyunu 1973 yılında Santiago’da sahnelendi. Aynı yıl, bir çok Şilili gibi Isabel Allende’nin de hayatı değişti.

Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden, soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.

Her şey 8 Ocak 1981 günü başlar.

Sürgünde kendine yeni bir hayat kuran Isabel, Caracas’da gazetecilik yaparken çok sevdiği dedesinin ağır hasta olduğunu öğrenir. Ülkesine geri dönmesi ve dedesini ziyaret etmesi mümkün değildir. O gün Isabel kalemi eline alır ve yazmaya koyulur. Bir yıl boyunca neredeyse her gün annesine bir mektup gönderir. Sonunda bu mektuplar bir roman haline gelir ve ortaya “Ruhlar Evi – House of Spirits” (1982) çıkar.

İlk romanı ile gelen şöhretle yazarlık kariyerine güçlü bir giriş yapan Isabel gazetecilik mesleğini terk eder ve kaderinin ona açtığı yolda yürümeyi sürdürür. ilk romanının ardından Şili’deki politik cinayetleri ele alan “Of Love and Shadows”, ardından hikayeler anlatan bir kadının hayatını konu alan “Eva Lun”a (1987) ve “Eva Luna Anlatıyor” (1989) yayınlanır. 

1987’de ilk kocası Miguel Frias’dan ayrılan Isabel Allende, kitap tanıtımı için gittiği Kaliforniya’da bir akşam bir grup insanla yemeğe çıkar. Karşısında Of Love and Shadows kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir dul Avukat oturmaktadır. Bir gece sonra ilk beraberliklerini yaşarlar. Ardından Isabel Venezuella’ya uçar, kızına ve oğluna ne yapmak istediğini açıkladıktan sonra San Francisco’ya geri döner ve ilk evliliğinden doğma çocukları ile başı fena halde dertte olan bu yakışıklı avukatla, Willie Gordon ile evlenir. 

Her şey yoluna girmişken, Isabel Allende’nin telefonu bir gün yeniden ansızın çalar. 

Erkek arkadaşı Ernesto ile yeni evlenen yirmi sekiz yaşındaki kızı Paula aniden rahatsızlanmış ve koma halinde hastaneye kaldırılmıştır. Derhal uçağa atlayıp İspanya’ya giden Allende kızına yanlış teşhis konulduğunu ve yeterli ihtimamın gösterilmediğini düşünen bir annenin içgüdüsüyle kızını Madrid’den alıp Kaliforniya’ya götürür. Artık bir hastanede yirmi dört saat gözetim altında tutulan Paula için tıbben yapılabilecek bir şey de pek kalmamıştır. Çaresizlik içinde geçen o bir yıl boyunca Isabel kendini yeniden yazmaya verir. Bu kez de yattığı yerde şuursuz bir şekilde nefes alıp veren kızına seslenmektedir acılı anne. Çektiği sıkıntıları, yaşadığı karmaşık duyguları, içinden taşan öfkeyi, ana yüreğinde kabaran yakıcı isyanı, acıyı okurlarıyla paylaşacaktır Isabel. Yazarın en çok ilgi gören, adından en çok söz ettiren eserlerinden biri olan “Paula”, kızının ölümünden üç yıl sonra, 1995’de yayınlanır. 

“Aphrodite” (1998) ve “Kaderin Kızı’nın – Daughter of Fortune” (1999) ardından “Yüreğimdeki Ülkem – Portrait in Sepia” (2000) yayınlanır. Bu romanları, hikâyelerini ergenlik çağına geçiş yapan torunları ile birlikte oluşturduğu bir dizi fantastik çocuk kitabı izler. 

2019 yılı temmuz ayında yine Amerikan vatandaşı olan Roger Cukras’la evlenen Isabel Allende’ye göre on sekizinde aşık olmakla yetmiş beşinde aşık olmak arasındaki tek fark birlikte yaşanacak ve paylaşılacak zamanının sınırlı oluşudur. 

Allende, Büyülü Gerçeklik akımının en güçlü kadın isimlerinden biri olarak kabul edilir. Kitaplarında okurlarını geçmişlerini araştırmaya yönlendirir,bu yolla kendilerini bulmalarına yardımcı olur. Kendi hayatını, inançlarını ve en özel yaşanmışlıklarını okuyucuyla paylaşır. Bunu büyülü ve gerçeküstü öğeleri gerçeklerle ve Latin Amerika tarihiyle harmanlayarak ustalıkla yapar. Onun kitaplarında başrolde genelde kadınlar vardır. Anne/kız ilişkilerini de hemen hemen bütün romanlarında tekrarlayan güçlü, sevgi ve şefkat dolu, ölümden sonra bile devam eden ilişkiler olarak dikkat çeker. Bunda genç yaşta kaybettiği kızı Paula’nın ve kendi annesi Panchita’yla olan yakın ilişkisinin etkisi çoktur.

Isabel Allende’nin çalışmaları boyunca, sayısız kadın kahraman buluruz. Örneğin, “Canavarlar Kenti”nde, bir kadın baş karakter olmadığı halde, çok temel bir role sahiptir.

Şilili yazarın bir diğer önemli özelliği Latin Amerika ile ilgili düşünceleridir. Latin Amerika adetleri, gelenekleri, mevcut ikilemleri ve yerel kabileleri her zaman ona ilham kaynağı oldu. Isabel Allende, dünyanın güzelliği ve her toplumun çekici yanı için minnet doluydu. 

Isabel Allende, eserleri otuz beş dile çevrilmiş, kitabının 70 milyondan fazla satılmasıyla birlikte, dünyanın en çok okunan İspanyol yazarı kabul edilmiştir.

 


2 Nisan 2024 Salı

işin aslı, Judit ve sonrası

 


                                                         Yazar: Sandor Marai

                                                         Özgün Adı: Az Igazi – Judit…

                                                         Orijinal Dili: Macarca

                                                         Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

                                                         Çeviren: Esen Tezel

                                                         Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2024, 11.Baskı

 

Bir beyefendi, bir hanımefendi ve bir hizmetçi... Macaristan’ın en büyük çağdaş yazarlarından Sándor Márai, sadakat ve yalanı, gerçeği ve arzulananı, toplumsal ilişkilerdeki dürüstlüğü ve tutukluğu, sevgiyi ve ayrılığı ustalıklı bir dille anlatırken, ikinci büyük savaşa doğru yuvarlanan bir dünyada, “yaşamak” ile “var olmak” arasındaki derin uçuruma duyarlılıkla ve cesaretle eğiliyor.

Orta Avrupa’nın burjuva dünyası sessizce çökerken tutku, özlem ve gelip geçicilikle sarmalanmış bir hikâyenin keskin köşelerinde yalnızlıkla sınanan iki kadın ve bir adam: Gerçek aşk daima ölümcül müdür?

Usta yazar Sándor Márai, aşkın ne kadar ağır olabileceğini son derece büyük bir derinlikle anlatıyor; iki savaş arasındaki toplumun ahlaki portresini, eşine az rastlanır bir duyarlılıkla çiziyor.

 

Yorumlarımız:

 

Macar edebiyatının en büyük çağdaş yazarlarından Sandor Marai “İşin aslı, Judit ve sonrası” romanında iki dünya savaşı arasında Orta Avrupa‘da gelişen olaylarda temel konu ‘aşk’ gibi görünsede, iki kadın ve bir erkek odağında hayatı, burjuvayı, iki dünya savaşının toplum üzerindeki etkilerini sade ama etkileyici bir dille okuyoruz.

Üç bölümden oluşan roman aynı olayları farklı üç kişinin kendi açılarından değerlendirmesi ile ilerliyor. Bir beyefendi ‘Peter’, bir hanımefendi ‘İlonka’ ve bir hizmetçi ’Judit’ adeta karşılarında biri varmış da onunla sohbet edermiş gibi aşkın ne kadar zor ve ağır olabileceğini anlatırken bir yandan da Macaristan’da var olan sınıf ayrımlarını, burjuva ve proleterya arasındaki farklılıkların yavaş yavaş çökmeye başladığını anlatmaktadır. Tüm bu olayların arka planında Peter’ın arkadaşı Lazar da romana dördüncü karekter, bir üst akıl olarak dahil olmaktadır.

Üç kişiden ayrı ayrı dönemi ve yaşananları okuyoruz. İlk bölüm karşılıksız bir sevgi ile kocasına bağlı bir kadının perspektivinden anlatılıyor. Kadının aşkı ve sevgisi biraz saplantı, biraz tutku gibi.Kocasından karşılık bulamayan sevgisi evliliklerini hastalıklı bir hale getiriyor.

Diğer taraftan ilgi odağı  Peter kendini, büyüdüğü sevgisiz ve yanlızlık duygusunu yaşatan ev, aile, iş ortamını anlatırken kurallarla sınırlı burjuva yaşamını eleştirirken varoluşsal bir kriz yaşıyor, kendi ruhsal sıkıntılarına, dünyada ve ülkesinde süregelen savaş da eklenince iyice boşlukta kalıyor ve ilk gördüğü andan itibaren unutamadığı evlerine hizmetçi olarak gelen Judit‘e tutunuyor ve   tüm hikaye Judit ekseninde dönüyor,

Üçüncü bölümü Judit’in ağzından dinliyoruz.Başından beri sessiz, sakin görünen hizmetçi Judit bizi anlatımındaki derinlik ve gözlemleri ile şaşırtıyor. İçinden çıktığı  ailenin sefaleti altında ezilirken burjuva dünyasından intikam alırcasına çalıştığı aileyi, savaş dönemindeki Avrupa’nın tarihini, savaşın tüm dehşetini ve burjuvazinin tavrını  müthiş bir gözlem gücüyle anlatıyor, yoksulun gözünden burjuvazinin anlamsızlığını gözler önüne seriyor.

Üst akıl olarak  romana dahil olan yazar Lazar, üç karekterin hayatında  önemli bir sorgulama unsuru oluyor. Kendinden yeterince bahsedilmeyen Lazar aslında bir roman konusu olacak kadar ilginç ve derin.

Sandor Marai’in hem sosyolojik hem de psikolojik analizleri kitabı daha katmanlı okumamızı sağlıyor. Her cümle bir defa daha okutuyor kendini. Durup düşündürüyor. Peter’in” yanlızlık daha temiz havada yaşamak gibi bir şey” (sf129)

“Nizama uymayan birşeyle tanışmak istiyordum . Judit Aldozo işte bu yanlızlığın içine girdi.” (sf130)

Judit bulunduğu sosyal sınıf itibariyle  hayata dair çok kıymetli tesbitlerde bulunuyor. ”Eksizsizlik” Peter’in burjuva ailesinde gördüğüm en büyük tutku” diyor. “Huzur hayatlarında eksik, aile benim için gereklilik, zorunluluktur, onlar için ise bir görevdi”

Yazar Lazar’ın ağzından kültür kavramını derinlemesine işliyor. Macar burjuvazisinin çöküş hikayesi olarak da okunabilecek bu romanda kültür ve bilgili olma halini kalın çizgilerle birbirinden ayırıyor. Bilgi proleterin kendini yetiştirerek bilgili olabileceğini, kültür içinse bir yaşam biçiminin esas alınması gerektiğini  ve bunun da ancak gelenekle ortaya çıkabileceğini belirtirken kültür olgusunun burjuvaya mahsus olarak sunuyor. Lazar ‘ın “Vatan Macar dilidir“  derken onun ağzından Sandor Marai’ nin kendini ifade ettiğini ve ülkesinden ayrılmasına rağmen tüm romanlarını Macarca  yazmasının bu derin anlatıma bağladını gözlemliyoruz.

Severek ve ilgiyle okuduğumuz bu kitap ile Macar edebiyatı hakkında  daha detaylı bilgiye sahip olma fırsatı yakaladık, iki savaş arası Macaristan’ın tarihini tekrar hatırladık. Bir kitap tutkunu olarak okumadıysanız mutlaka okuyun  diyorum.Hayatımızdan kitaplar eksik olmasın…… BEYZA