Haruki Murakami’nin bu ay tartıştığımız kitabının arkasındaki tanıtım yazısı romanı şöyle özetliyor:
Tokyo’nun varlıklı bir mahallesinde, sıradan ve sorunsuz gibi gözüken bir hayat süren Hacime, orta yaşlara geldiğinde yaşamını sorgulamaya başlar. Hayatı boyunca sahip olduklarından daha fazlasını istememiştir. Savaş sonrası yıllarda şansı yüzüne gülmüş, iyi bir evlilik yapmış ve iki kız çocuk sahibi olmuştur.
Şehirde iki caz kulübünün sahibi olarak kıskanılacak bir kariyeri vardır. Yine de, hayatı ve kariyeriyle ilgili, rahatsız edici, sinsi bir yetersizlik duygusuna kapılmaktan kendini alamaz. İlk gençliğinde âşık olduğu, akıllı, ancak tuhaf bir yalnızlık duygusu uyandıran güzel Şimamoto’nun anısı, kalbini gölgelemektedir.
Yağmurlu bir gecede, eskisinden çok daha güzel ve etkileyici görünen Şimamoto’nun tekrar karşısına çıkmasıyla, hayatı çok daha karmaşık bir hale gelir.
Gruptaki herkes gibi benimde Haruki Murakami ile ilk tanışmam bu roman ile oldu. Yanlış bir seçim mi? Bize yazarı iyi tanıtamadı mı? Yoksa bütün romanları böyle basit bir kurgu ve akıp giden sade bir dille mi yazılmış? Sanırım gelecekte yazarı daha iyi tanıyabilmek için bir romanını daha okumalıyız.
Geçmiş aşkların vicdan muhasebesini yapan romanın ana karakteri Hacime’nin hayat hakkında büyük emelleri yok, aşırı hayalleri yok, yaşam ona ne sunmuşsa onunla yetinmiş daha fazlasını aramamış. Ama bir gün; “Şimamoto'nun elimde bıraktığı his beni asla terk etmedi. Tuttuğum diğer bütün ellerden çok farklıydı, bildiğim dokunuşlardan başka. O sadece on iki yaşındaki bir kızın sıcak, küçük eliydi, ama o parmaklar ve avuç içi bilmek istediğim, bilmek zorunda olduğum her şeyle dolu bir oyuncak kutusu gibiydi. Elimi avucunun içine alarak, o şeylerin ne olduğunu göstermişti. Gerçek dünyanın içinde böyle bir yer vardı. On saniyelik süre boyunca esen rüzgârla havada kanat çırpan küçücük bir kuş olmuştum” cümleleriyle anlattığı Şimamoto’nun bara gelmesiyle hayatı alt üst olur.
Grupta en çok tartışılan konu, Şimamoto’nun 25 yıl sonra gerçekten geldiğimi yoksa tüm yaşananların Hacime’nin hayali olduğumu sorusuydu. Sanırım kitabın sonu gibi bunu da yazar okuyucunun yorumuna bırakmış.
Ben hayal olmadığını anlatılanların yaşandığını düşünüyorum (gerçi kaybolan plak ve paralar gibi açıklanmayan noktalar var). Gizemli güzel Şimamoto çocukluk anılarında farklı bir konumu olan Hacime’yi ölümü düşünmeye başladığı bir dönemde yeniden görmek ister, hayatını hiç anlatmaz ama bunca yıldır hayalini kurduğu bir aşkı yaşamak ister ve geldiği gibi tuhaf bir şekilde iz bırakmadan kaybolur. Çok mutlu bir hayatı olduğunu düşünmesine rağmen yıllardır doldurmaya çalıştığı boşluk dolacak mı? Bunun için karısı ve çocuklarıyla olan huzurlu hayatını feda etmeli mi gibi sorulara cevap ararken sevgilisini yeniden kaybeden Hacime iyice bunalıma düşer.
Romanın belki de en silik karakteri Hacime’nin karısı Yukiko’dur. Ama kitabın sonunda Hacime’nin karısı ile yaşadığı diyalog beni en çok etkileyen bölüm. Karısı ondan kendisini terk edip etmeyeceğini öğrenmek istemektedir. Hacime’nin verdiği cevaptan sonra karısı ona arayış içinde olanın, hayatında bir şeylerin eksikliğini duyumsayanın yalnızca kendisi olmadığını söyler. Bütün razı olmuşluğu, sessizliği içinde karısı da hayatında bir şeylerin olup kendisinde eksik olanı tamamlayacağı günü beklemektedir. Bizim toplumumuzda da insanlar yuvarlanıp gidiyor, hayatlarından üç aşağı beş yukarı memnun gibi gözüküyor olabilir. Ama Yukiko gibi memnun mesut hayata devam edenler de bir şeyleri bekliyor mu, kim bilir? NURİZER
Haruki Murakami'nin kitabı "Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında" bence okuması kolay, sürükleyici bir roman. Ancak içerik olarak beni çok etkilemedi- şöyle ki günümüz dünyasının sıradan ilişkileri gibi bir hisse kapıldım yani insanlar belirli bir refah seviyesine ulaşınca yaşamlarını daha anlamlı kılmak üzere bir arayışa giriyorlar. Bu anlam genellikle yeni ilişkilere yelken açmak şeklinde ve özellikle yaşça büyük erkek, genç kadın ilişkisi şeklinde tezahür ediyor. Burada fark ise roman kahramanının geçmişte çok sevdiği, ancak küçük yaşları nedeniyle bir aşk ilişkisinden ziyade ortak zevklerin paylaşımı şeklinde gelişen arkadaşlığın bir tesadüf sonucu tekrar ancak bu sefer iki yetişkin arasında canlanması şeklinde ortaya çıkıyor. Ancak kitabın sonunda bana göre kopukluklar ve anlaşılmaz/ açıklanamayan olaylar var. Bu okuyucuyu biraz muallâkta bırakıyor ve olaylar dizesi birden bire sonlanıyor. Yani kitabın sonuna gelindiğinde ben bir "kesintiye uğramışlık hissi" yaşadım. Bu Japon edebiyatından okuduğum ilk örnek olduğundan bu durum o kültüre has bir öğe mi bilemiyorum ama çok sevdiğimi söyleyemem. DEMET
Japonya’nın popüler yazarlarından Haruki Muraki’nin “Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında” isimli romanını okurken çok içine girebildiğimi söyleyemeyeceğim. Roman (ki onun bir şarkıdan alınan ‘fiyakalı’ ismi var) beni çok sarmadı. Nedenini tam bilemiyorum. Belki de Hacime’nin susan ve hayatı olduğu gibi kabul eden eşinin durumu beni çok üzdüğü için. Türkiye’deki nice eziyet çeken kadınlar aklıma geldi. Hacime ne yapmağa çalışıyor onu da pek anlamış değilim. Hayalleri ile mi çatışıyor; âşık ama rahatını da bozmak mı istemiyor; sorun nedir bilemedim. Tüm bunları düşündüğüme göre yazar belki de tam arzuladığını gerçekleştirmiş olabilir. Benim gibi okuyucuları ‘ hadi hayatı bir de siz irdeleyin’ demiş olabilir. Öyle demişse başarmış demektir….LEYLA
Çağdaş Japon yazarlarından Haruki Murakami'nin ilk okuduğumuz romanı 1992 tarihinde yazdığı 'Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında' oldu. Romanda Hacime'nin ergenlikten, olgunluğa kadar yaşadığı aşkları ve yalnızlığı yalın bir dille anlatılıyor.Romannın anlatımı akıcı ve sürükleyici.Murakami romanın sonunu açıkta bırakıyor,öyle ki okuyucu kendi yorumuna göre romanı sonlandırıyor.Şimamoto ile yaşanalar bir iç hesaplaşma mı? ,hayal ürünü mü? Yoksa hepsi gerçekten yaşandı mı? IŞIL