31 Aralık 2016 Cumartesi



“ben Dostlarımı ne aklımla ne de kalbimle severim...
olur ya ... Kalp durur... Akıl unutur... Ben dostlarımı Ruhumla severim.. O ne durur, ne de unutur...” demiş Mevlana.


2017’de ruhunuzla seveceğiniz dostlarınızın çoğalması dileğiyle....

26 Aralık 2016 Pazartesi

Yüzünde Bir Yer




                                                  Yazar: Sema Kaygusuz
                                                  Yayınevi: Metis Yayıncılık
                                                  Kapak Tasarım: Semih Sökmen                                                                                                             Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mart 2016 - 6. Baskı


“Gözüm!” 
Bir keresinde babaannen böyle diyerek okşamıştı seni, halk dilinden türeyen bu epeski sevgi sözcüğüyle. Kendi görüp göremeyeceği her şeyi bir tek sen göresin diye mi üçüncü gözü kıldı seni? Kendinden verdiği bu göz, bakışın, algının, ışığın ve tanıklığın çok ötesinde gizil bir mirassa eğer, ne zaman fotoğraf makineni bir dürbün gibi ona buna doğrultup yakın-uzak ayarı yapsan, bil ki bir mil batırıp içine akıtıyorsun onu. Devraldığın gözü imha ediyorsun. Çünkü daha bakarken değiştiriyorsun şeyleri. Çerçeveye aldığın nesne her neyse, onu dünyadan koparıp kendi betimine buluyor, hayat sabitlediğin anlardan ibaretmiş gibi, evrenin zamandan münezzeh sıfatını önce insan yüzlerinde göreceğin yerde kendi yapıtında deniyorsun. 

Hiç olmazsa bir kerecik “gözüm” diyerek sevsen beni, alnında bir yere koysan billur cismimi, bir sürü çerçeveler bulsak seninle, yağmalamadan muhafaza etsek şeyleri, itham ve iltifat etmeden sonsuzluğunu bulsak saliselerin; alelade ya da özel, kaba ya da zarif bütün nitelikleri düzlesek, baktığımız yerde göremediğimiz bir şey de olduğunu itiraf edip sussak birlikte, bu ağzı sıkılıkla hiç övünmesek, ne güzel olurdu. Yeter ki iste, sana feda olsun gözüm.  (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:

Sema Kaygusuz’un “Yüzünde Bir Yer” adlı kitabı her ne kadar kitaptaki adını bile bilmediğimiz kadın kahramanın babaannesi Bese aracılığıyla Dersim olaylarının utancını ve suskunluğu ve bunun üzerinden Alevilik, Hızır ve dolayısıyla her insanın sahip olduğu kültürel mirası anlatmaktaysa da bence esas olan kadın kahramanın bir iç hesaplaşması, kendisiyle/ çelişkileriyle yüzleşmesi.Yazar bunu kitabın başından itibaren iç ses yoluyla zaman zaman geçmişi anlatarak, zaman zaman kahramanı eleştirerek yapmakta. Iç ses olaylara yüzeysel yaklaşmaktansa bir üçüncü göz ile yani duygu/ algıların acık olduğu şekliyle yaklaşmayı önermekte kahramana. Kitapta enteresan bulduğum felsefi yaklaşımlar olmakla birlikte hem yazı dilinin ağdalı uzun tasvir cümleleriyle dolu olması nedeniyle hem de bir roman kurgusunun dışında bir formatla yazılması nedeniyle okunması zor, anlaşılması zor bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle kitap için değişik diyebilmekle birlikte ben de çok tortu bırakmadığını söyleyebilirim. DEMET 

Türk edebiyatına son yıllarda katkı yapan genç yazarlardan seçelim diye yola çıktık ve ‘Yüzünde Bir Yer’ adlı kitabı okumaya karar verdik 2016’nın son ayında. Hemen düşüncemi söyleyerek başlamak istiyorum yazıma: Sadece 153 sayfa diye hiç de öyle kolay akıp giden bir roman okuyacağınızı zannetmeyin. Sema Kaygusuz adeta yeni bir dil yaratmış, bir üslup yaratmış. Edebiyatçılar bunu nasıl tanımlarlar bilmiyorum. Tanım önemli de değil, kitabı okumak lazım anlayabilmek için. Bu yazım tarzı iyi mi kötü mü diye değerlendirmek de bence yanlış, ama gene de hakkını vermek lazım yazarın: farklılık yaratmış. Bence bunu yapmaya cesaret etmek bile iyi bir şey. Diğer taraftan ve daha önemlisi roman kurgusu açısından (ya da olmayan kurgusu açısından) ezber bozmuş. Alıştığımız giriş, gelişme, olgunlaşma ve sonuç içeren bir kurgu aramayın, bulamazsınız. Ne okudum, ne okuyorum ve ne okuyacağım gelgitleri arasında kalıyor insan. Romanda Dersim olayına ve bu olaydan acılar çekmiş, göçler yaşamış bir ailenin fertlerine atıflar var. Anladığım kadarı ile Alevilik gelenek ve göreneklerine de. Söz konusu ailenin bir torununun sonunda gelip yerleştiği İstanbul’da iç hesaplaşmaları var; bu hesaplaşmalarla ilgili monolog ve diyalogları var. Ancak romanın  çerçevesi çizilmiş bir kurgusu olmadığı için bu diyalogları özümsemek çok zor, hatta zaman zaman imkansız gibi..Benim için tabi.
Sonuç: iki önemli sonuç çıkardım: Birincisi insan yaşamı boyunca  o kadar çok şartlanıyor ki yada şartlandırılıyor ki ezber bozan durumlarda şaşırıyor, anlamıyor, panikliyor. İkincisi de tam da birincisi ile ilgili. Hayat bu kadar karışıkken, çok bilinmeyenli bir denklemi çözmeye çalışarak yolumuzu bulmaya çalışırken nasıl oluyor da bu romanı okurken bu denli ‘afallıyorum’. Bir yerde bir eksik var, çözemedim.
Siz mi: bence bu romanı okuyun ve lütfen bu bulmacayı çözerseniz blogda bize yazınız. Şimdiden teşekkürler…Ha bir de romanın ismi neden ‘Yüzünde Bir Yer?’ LEYLA

Anladığım kadarıyla yazar bir gün Ahırkapı’daki Hıdırellez şenliklerine gider. Sonrasında da arkasındaki hikayeyi anlamak için “Hızır”ı araştırmaya başlar. Aile geçmişinde de Alevilik olduğundan, “Dersim Katliamı” ve Alevi geleneklerini araştırır. Kur’anda, Tevratta bulduğu Hızır hikayelerini, Dersim anlatılarını, mitoloji, din, tarih, İstanbul, fotoğrafçılık  ile harmanlayarak olay örgüsü olmayan bir roman yazar. İçinde ara ara anlayabildiğim çok güzel felsefik yaklaşımlar (taşlarla ve fotoğrafla ilgili) olsa bile gerek dili, gerek yazım şekli olarak tümüyle okumakta ve anlamakta zorlandığım bir roman oldu.
Acaba yazar bu hikayeleri küçük öyküler olarak yazsa daha mı anlaşılır olurdu? NURİZER


17 Aralık 2016 Cumartesi

Sema Kaygusuz


1972, Samsun doğumlu yazar, babasının mesleği dolayısıyla Türkiye'nin farklı bölgelerinde yaşadı. Kırsalda ve küçük şehirlerde geçen çocukluk yıllarında, ülkesinin karmaşasını ve kültür zenginliğini yakından tanıma fırsatı buldu. 1994 yılında Ankara Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesinde yüksek öğrenimini tamamlayan yazar, daha sonra İstanbul'a taşındı. Üniversite yıllarında özel bir radyoda kendi sanat programını sunan Kaygusuz’un bu dönemlerde yazdığı ilk öyküler Patika adlı edebiyat dergisinde yayımlanmaya başladı.
İlk öykü kitabı Ortadan Yarısından 1997’de yayımlandı. 2000’de yayımlanan, aynı yıl Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Sandık Lekesi yazarın eleştirmen ve okurlar tarafından en sevilen kitaplarından biri oldu. Yazar daha sonra Doyma Noktası (2002) ve Esir Sözler Kuyusu (2004) adlı iki öykü kitabı daha yayımladı. Yazarın bütün öykülerinden derlenen özel bir seçki Üşüyen/ Efsiri (2008) adıyla Türkçe/ Kürtçe iki dilli olarak yayımlandı. 2007 yılında yayımlanan ve ünlü fotoğrafçıların katkıda bulunduğu belgesel nitelikli çalışması Öbür Yanım, Türkiye’deki farklı din, mezhep ve etnik gruba dahil insanların inançları üstüne yazılmış bir izlenim kitabıdır.
Sema Kaygusuz’un ilk romanı Yere Düşen Dualar 2006’da çıktı. Çok iyi eleştiriler alan roman değişik dillere çevrildi. Kaygusuz daha sonra, Almanya'nın saygın bir kurumu olan DAAD tarafından bir yıllık sanatçı programına seçildi. Yazar, aldığı burs nedeniyle bir yıl Berlin’de yaşadı.
Sema Kaygusuz, Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi "Pandora’nın Kutusu"’nun senaryosunu yönetmenle birlikte kaleme aldı. "Pandora’nın Kutusu", Eylül 2008’de San Sebastian Uluslararası Film Festivali’nde en iyi film ödülü olan "Altın İstiridye"yi aldı.
2012 yılında öykü kitabı Karaduygun, 2015 yılında ise Barbarın Kahkahası isimli romanı yayınlandı.
Atlas dergisinde coğrafya yazıları, Notos dergisinde makaleler yazmayı ve "yaratıcı okuma" üzerine atölye çalışmaları yapmayı sürdürmektedir.

16 Aralık 2016 Cuma

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu

          




                                               Yazar: Italio Calvino
                                               Orijinal Dili: Italyanca
                                               Özgün Adı: Se una notte d’Inverno un viaggiatore
                                               Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
                                               Çeviren: Eren Yücesan Cendey
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Mart 2016, 11. Baskı


"Italo Calvino'nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin" cümlesiyle başlayan, Calvino'nun yazarlık dehasını konuşturduğu, Calvino'nun Calvino'yu okuduğu, okurluk ve yazarlık üzerine bir başyapıt olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, ilk kez özgün dilinden yapılan çevirisiyle Türkçede... (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Ben bir okurum, hem de basit bir okur. Calvino’nun kitabının 43. Sayfasında belirttiği gibi “Beni her şeyin belirgin, somut, iyice vurgulanmış olduğu bir dünyaya sokan romanları...” okumayı severim.
“Bir Kış Gecsi Eğer Bir Yolcu” deneysel bir roman. Sanki Calvino, diğer yazar arkadaşları için yazmış okurları için değil.
Romanın içinde onbir ayrı roman parçası var, birbiri ile ilgisi olmayan. Eminim çok zordur bunu yapmak; onbir tane roman konusu bulacaksın ve onun bir kısmını asıl romanının içine alacaksın. Yazar sonra bunları geliştirip ayrı romanlarolarak yazmışmıdır bilmiyorum. Ama ben bir okur olarak bunların bir yerde kesişeceğini düşünerek, her romanın karakterini aklımda tutarak okumaya çalışınca herşey karıştı. Gerçek roman nerede başlıyor, diğerleri ile ilgisi nedir çok anlaşılamıyor. Yazmanın zorluğu, yazım dünyasında birbirinden esinlenmeler, çeviri yapanların değişik romanları birleştirip yeni roman yazması, okurla yazar arasındaki ilişkiler, okurla başka okurlar arasındaki ilşkiler, yazarla yayınevi arasındaki ilişkiler gibi konular var.

Ufuk’un yaptığı araştırmalardan öğrendiğimize göre yazar deneysel bir roman yazmak için yeni bir yöntem geliştirmiş, oldukça zor ve detaylı. Bir edebiyatçı olsam eminim zevk alırdım, bu yöntem ne yenilikler getirmiş diye meraklanırdım. Ama ben okurken sıkıldım, kafam karıştı. Benim tavsiye edebileceğim bir kitap değil. Kitap kulübü için okudum. Zaten ilk defa grubumuzun yarısı kitabı yarım bırakmış. NURİZER

10 Kasım 2016 Perşembe

Kırmızı ve Siyah





                                               Yazar: Stendhal
                                                Orijinal Adı: La Rouge at Le Noir
                                                Orijinal Dili: Fransızca
                                                Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
                                                Çeviren: Bertan Onaran
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ekim 2015, 2.Baskı


Fransa'nın küçük bir kasabasında, bir kerestecinin oğlu olarak dünyaya gelen Julien Sorel, genç yaşında yükselme ihtirasına kapılır. Çalışkanlığı ve dini eğitimiyle dikkat çeken Sorel, bir an önce bu kasabadan kurtulup Paris'e gitmeyi arzular. Böylece kırmızı ve siyah arasında yaşadığı çelişkiler de başlamış olur. Restorasyon Fransası'nın şartlarında yükselebilmek için genç Sorel'in önünde iki seçenek vardır: Ya siyahı seçerek yükselişine Kilise yolundan başlayacaktır ya da kırmızıyı seçerek askeri yoldan. Ancak bir yandan aldığı dinî eğitim, öte yandan Napolyon'a olan gizli hayranlığı bu seçimi yapmasını zorlaştıracaktır. Üstelik ihtirasla girdiği bu yolda karşılaşacağı iki farklı kadın, iki farklı aşk, kendini çok başka yerlerde bulmasına sebep olacaktır. (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

Stendhal'in dünya klasikleri içinde başyapıt sayılan bu eseri (Kırmızı ve Siyah) oldukça uzun olması ve tasvir ağırlıklı olması nedeniyle, zaman zaman okuması sıkıcı ve zorlayıcı bulduğum bir kitap oldu. Bunun kısmen bir nedeni de 18-19 yüzyıl Fransız tarihiyle- politik ve sosyal ortamla ilgili fazla bilgiye sahip olmamam, diğeri ise kitabın bir dönem kitabı olması nedeniyle bir takım kavramların o zaman devrimci olarak nitelenmesine rağmen bugünün dünyasında sıradan veya alışagelmiş kavramlar olduğundandı.

Ancak biraz adı geçen dönem araştırılınca Stendhal'in ne kadar gerçekçi ve tabuları yıkan adeta isyankar bir yazar olduğu ortaya çıkmakta. Kırmızı ve Siyahta tema olarak geliştirdiği hikaye aslında o dönemde gerçekleşmiş bir olaydan yola çıkarak kaleme alınmış, yazar buna oldukça sıradışı kendi hayatından edindiği tecrübe ve hayal kırıklıklarını, politik düzeni (aristokrat ve çalışan sınıf çatışmasını), katı sınıf sınırlarını, din adamlarının gücünü, Napolyon zamanına öykünmenin nedenlerini kitap karakterleri üzerinden vermiş. Ancak özellikle öne çıkan ve tüm çelişkileri içinde barındıran Julien Sorel aracılığıyla sembol olarak kullandığı kırmızı ve siyah renklerini asker/ ordu karşıtı din/rahip sınıfı, aşk karşıtı ölüm temalarını işlemek üzere kurgularken, döneminin sosyal sınıf eşitsizliğini ve dinin kendi içinde bölünmüşlüğünü ve güç odağı oluşunu, yükselme ve sınıf atlama dürtüsüyle hareket eden baş kahramanıyla okuyucuya sansürsüz bir şekilde iletmiştir. Döneminde rastlanmayan bu "realism" Stendhal'i dönemin diğer yazarlarından farklı bir konuma koymak için yeterli olmuştur. DEMET


Napolyon sonrası Fransa’yı anlatan romanın kahramanı Julien, din adamlığı ve askerlik; daha doğrusu “siyah ve kırmızı” arasında gidip gelen bir karakter. Fakir bir kerestecinin oğlu olan Julien toplumda statü, itibar ve saygınlık kazanabilmek için önce dini eğitim alır, sonra da asker olmayı dener. Aslında ne din, ne de vatan sevgisi onun umurunda değildir. O, din adamlarının giydiği siyah elbisenin ve askerlerin giydiği kırmızı üniformanın kendisine getireceği saygınlığın, statünün ve itibarın peşindedir. Hatta kendisine aşık olan kadınları bile ilerlemek için basamak olarak kullanır. Belki Julien’in bu aşırı hırsı ve bencilliği belki de kitabın fazlası ile uzun ve tasvir dolu olmasından, rahat okunmasına rağmen romanı pek sevmedim. NURİZER

Stendhal'in Kırmızı ve Siyah'ı Fransa'nın devrim sonrası restorasyon dönemini (1815-1830)anlatan psikolojik - gerçekçi dönem romanıdır .
Kral, kilise ve aristokratlarla, liberal-burjuvalar arasındaki dengeler,toplumun sınıfları
arasında aşılması zor sınırlar ,mevki ve paranın gücünün yapabilecekleri  ve kahramanımız  Julien Sorel'in mevki ve para hırsı, yaşadığı aşkları  ve beklenmedik sonu anlatılır.
Romanın dili yalın, anlatımı akıcı olmakla birlikte ; olayların yavaş ilerleyişi ,anlatıcının daha çok karakterlerin psikolojilerini, onların kişiliklerini etkileyen ve içinde bulunulan ortamın ayrıntılarını detaylı olarak anlatılması beni okurken sıkan ve zorlayan tarafı oldu. IŞIL

Stendahal’ın Kırmızı ve Siyah romanı yazın okumaya karar verdiğimiz klasik bir yapıt. Ben 600 sayfaya yaklaşan bu romanı okurken biraz odaklanma sorunu çektim. Çok uzundu. Detaylar, tasvirler bana zaman zaman sıkıcı geldi. Toplumun fakir ve eğitimsiz sınıfındaki bir ailenin oğlu olan Julien Sorel’in yükselme hırsını ve bu hırsına sonunda nasıl yenildiğini iki farklı sevgilisiyle ilişkileri çerçevesinde yazılmış bir roman. Arka planda ise 19. yüzyıl sonlarındaki  Fransa’nın tarihini, bilhassa sınıf çatışmalarını, sosyal yaşam farklılıklarını, sosyal psikolojiyi, roman karakterleri sayesinde insan psikolojisine dair pek çok şeyi okuduk, öğrendik. Aynı şekilde kadın-erkek ilişkileri, aşkın ‘miş’ gibi hallerini gördük. Aslında dünya edebiyat literatüründe bu roman psikolojik romanın ilk örneği ve Stendhal’in de bunun ilk kurucusu olarak gösteriliyor. Bu derinliği anlamam için bilgim yeterli değil. Gene de şunu söyleyebilirim ki insanın güzel hayatları özlemesi, yükselmesi,  mutlu ve ferah içinde yaşaması, bunun için çabalaması tarihin hangi döneminde olduğuna veya hangi toplumda olduğuna bakmaz; bu arzu ve hırs evrenseldir, zamansızdır. Yeter ki bu hırs yıkıcı olacak kadar dengesini şaşmasın, tıpkı Kırmızı ve Siyah ta olduğu gibi……LEYLA



6 Kasım 2016 Pazar

Stendhal



Marie-Henri Beyle,  23 Ocak 1783 tarihinde  Grenoble’da burjuva bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çok sevdiği annesi Stendhal henüz yedi yaşındayken öldü. Stendhal, disiplinli ve muhafazakar kimseler olan teyzesinin babasının etkisi altında büyüdü. Ama onları hiçbir zaman sevemedi. Bu yüzden sevgi, nefret onda aşırı şekiller aldı. Babasının inandığı her şeyden tiksiniyordu. Babası kralcı diye, kendisi cumhuriyetçi oldu. Kral XVI. Louis’nin giyotinle idam edildiği gün adeta bayram etti. Hocası bir papazdı, hocasını sevmediği için, kiliseye de düşman kesildi.
1796'da Grenoble'da bir okula girdiyse de, 30 Ekim 1799'da askeri okulun giriş sınavına katılmak için Paris'teki, kuzeninin de çalışıyor olduğu Savaş Bakanlığı'na gitti.
1801'de ise Napolyon’un ordusunda görev alarak İtalya seferine çıktı. Bu sefer sırasında bir komutanın asistanı olarak üç ay Bresica’da kaldı ve bu sırada soylu ailelerin evlerinde bulundu; ki bu sürenin onun hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğu, sonradan yayınlanan günlüklerinden anlaşılmaktadır. Yine bu zamanlarda yerel dergilerin yazarlarıyla tanışıp Romantik edebiyatı öğrendi.
1802'de bu bölgeden ayrılarak Almanya, Avusturya ve Rusya'da bazı askeri görevlerde bulundu, ama asla savaşa katılmadı. Aynı yıl, hayatı boyunca aşık olduğu onlarca kadından ilki olan Madame Rebuffel'in peşinden Marsilya'ya gitti. Orada ticarete atıldıysa da başarısız oldu. Bu ve bunu takip eden olayların ve yılların, Kırmızı ve Siyah romanının baş karakteri Julien Sorel'in karakterinin detaylarının çizilmesine büyük katkı sağladığı düşünülmektedir.
1812'de Napolyon ile birlikte Rus seferine katıldı ve Moskova'nın baştan sonra yanışına şahit oldu. Napolyon'un büyük ordusundan sağ kalmayı başaran az sayıdaki askerden olan Stendhal, notlarının önemli bir kısmını, ordu Rusya'dan geri çekilirken kaybetti. Ayrıca o zamana kadar yüzlerce takma isim kullanan yazar, Almanya’da iken Stendhal adında bir kasabayı pek sevdiğinden kendine takma ad olarak Stendhal ismininde karar kıldı.
1814'te Napolyon'un düşüşünden sonra Milano'ya yerleşmiş ve burada da Angéla Pietragrua'ya aşık olmuştur. Ertesi yıl Parma'yı ziyaret etmiş ve bu seyahati, üçüncü romanı olan Parma Manastırı'na ilham kaynağı olmuştur. 1817'de ise İtalya'daki izlenimlerini anlatan ve İtalya'ya olan hayranlığının simgesine dönüşen Roma, Napoli ve Floransa kitabını yazmıştır.
1818'de Napolyon'un Hayatı'nı yazmaya başlamıştır. Bu sırada da mutsuz bir aşk yaşayacağı Mathilde Dembowski ile tanışmıştır. 1821'de ise yasadışı bir İtalyan örgütüne üye olduğu suçlamasıyla Milano'dan uzaklaştırılmıştır. Stendhal bunun üzerine Batı Avrupa'yı dolaşmaya başlamıştır. Bu yolculuklar sırasındaki tecrübeleri, düşünceleri ve hisler, sonradan yazacağı romanların ana şeklini oluşturmuştur.
1815’de yazdığı Haydn, Mozart ve Metastasio'nun Hayatları biyografi serisine1823’de Rossini’nin Hayatı’nı yazarak yeni bir kitap ekledi
1827'de ilk roman Armance'ı, 1829’da Roma’da Gezintiler’i, bir yıl sonra da Kırmızı ve Siyah'ı yazmıştır. Kitapları yayımlamasına rağmen para sıkıntısı çekiyordu, bu yüzden 1831'de ise Trieste'ye giderek bir süre konsolosluk yapmıştır.
1839'da Parma Manastırı'nı yazmayı bitirdikten sonra, gençliğinde yaptığı İtalya seyahatlerinden birinde kaptığı frengi hastalığı etkilerini göstermeye başlamıştır. 1841'de geçici bir felce uğramış, daha sonradan da birçok benzer sıkıntılar yaşamıştır. Ve Paris sokaklarında yürürken bayılıp kaldırım kenarına yığılmasından birkaç saat sonra, 1842 yılının 22 Mart gecesinde vefat etmiştir. Mezarı Montmarte Mezarlığı'ndadır.

Yaşadığı dönemde önemi fazla anlaşılmayan Stendhal daha sonraları edebiyat dünyasının en büyük psikolojik roman ustalarından biri sayıldı. Keskin gözlemleri, kişilik çözümlemeleri, sezgileri, süslemesiz sayılan üslubunun temel özelliği olan hareketle birleşince Stendhal en az kendi kişiliği kadar renkli yapıtlar sunabilmiştir. Romantizmin romanda kurucusu olarak kendinden sonra gelen yazarları çok etkilemiş, kendi alanında bir akım açmıştır.

15 Haziran 2016 Çarşamba

7. Yılımızın Ardından....

-        Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
-        İki Şehrin Hikayesi – Charles Dickens
-        Bülbülü Öldürmek – Harper Lee
-        Kardan Adam – Joe Nesbo
-        Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği – Milan Kundera
-        Sıfır Sayı – Umberto Eco
-        Hınzır Kız – Mario Vargas
-        Don Quite – Cervantes

7. yılımızda okuduğumuz kitapların dökümünü yapıp arkadaşlarıma “ Hangisini en çok sevdiniz?” diye sordum. İşte aldığım cevaplar:

Bence bu yıl çok iyi , doyurucu, genellikle okurken zevk aldığımız kitap seçimleri yaptık. Bir fazla bir eksik....
Kitaplarla ufkumuz  genişledi.  Bilgilendik, öğrendik, eğlendik, düşlere daldık, hayran kaldık, hüsrana uğradık, bazen sert bazen tatlı tatlı tartıştık, ama okuma isteğimiz hep kamçılandı. Keşke dedik daha çok okusak, okuduğumuz yerleri gezsek, görsek ve empati yapsak. Sanırım bu yıl daha fazla geçmiş yüzyıllarda geçen romanları okuduk. Geçmişe özlem duymadık, çünkü çoğu romanın 'zamansız' olduğunu gördük. İnsanoğlu hep aynı. Güçlüler daha güçlü olmak için güçsüzleri ezme peşinde. Yada güçsüzler bir şekilde iktidar olduğunda onlar güçlerini kötüye kullanma peşinde. Yaşam düşle gerçek arasında bir yerde. Şüphelerimiz , düşüncelerimiz ve düşlerimiz var. Kontrol edemediğimiz hayatın gerçekleri var. Kısacası hayat çıtır bir yumak gibi. Biz sekiz kadın bu yumağı kendimizce çözüp daha renkli bir dünyada gidebildiğimiz kadar gitmek istiyoruz..Çıtır yumak açılıp küçülürken, sevgimiz ve dostluğumuz büyüyor, büyüyecek. LEYLA

Ne okursak okuyalim, kitap kulubunde okumuş olmanin hakkini veriyor, çok çeşitli ve karşIt fikirler üretiyoruz her kitap hakkInda....
FarkIndaysaniz, kendi başiniza okuduğumuz bir kitabin ardindan "kalanlar" kitapla ilgili olur sadece....biz de ise en az o kadar da "tartişmalar , 8 farklı aynadan yansimalar" kaliyor zihnimizin süzgeçlerinde....ne keyifff...
2016 nin ardindan Cervantes, Ihsan Oktay Anlar ve Vargas dolduruyor benim süzgecimi.
Niye derseniz; kahramanlarinin ve yazarlarinin yaratmayi başardiği onlara özgü "ayrıksı", bazen "aykırı", bazen  "evrensel", bazense " fütursuzca özgün" olma durumu sanırım......Giriyor içimize, kapliyor zihnimizi yüreğimizi...bir parçası oluyorlar, hep bizle kalabilmeyi başariyorlar...
Daha nicelerini paylaşmak üzere...UFUK

Benim icin 1- Varolmanin Dayanilmaz Hafifligi 2- Cervantes en hosuma giden ve bende iz birakan kitaplar oldu. Bir de polisiye okumak istyenlere Kardan Adam, Jo Nesbo'yu tavsiye edebilirim ama tabii ki ilk iki kitap katagorisinde degil. :))DEMET

Ben de en çok Don Kişot u beğendim. Hem okumak büyük bir keyif verdi. Hem de tartışmak.......BEYZA

Don Kişot bir numara , tartışması bile güzeldi. Bülbül Öldürmek farklı anlamda etkilendiğim kitap oldu. ZELİHA

Seçtigimiz kitaplar seçerken verdigimiz emekle hep okumaya değer oluyor.
Kitap grubumuzda konuşurken yani yorumlarken tartışırken ne kadar çok görüş ortaya çıkıyorsa benim zihnimde roman o kadar derinleşiyor çoğalıyor ve ufkum genişliyor.
Bu nedenle Don Kişot’u ilk sıraya koyuyorum. Daha sonra Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği ve de Puslu Kıtalar Atlası diyorum. YÜKSEL

Bu senenin kitaplarından ben de en çok Don Quite 'dan etkilendim ve bir numaram.
Ama diğerlerine de haksızlık yapmak istemiyorum. Varolmanin dayanılmaz hafifliği ,Bülbülü öldürmek ve Puslu kıtalar atlası zevk alarak okuduklarım arasında.Kardan adam polisiye roman türünün en iyi örneklerindendi benim için.
Bu sene yabancı yazarlara ve klasik romanlara ağırlık vermişiz. IŞIL

Sanırım biz kitap seçiminde zorlanmayı, okumadan toplantıya gitmemeyi, kendi fikirlerimizi söyledikten sonra diğerlerinin yorumlarını dinleyip farklı açılardan kitabı yeniden düşünmeyi, birlikte tartışmayı, aynı görüşte olmasak da birbirimizin fikirlerine saygı göstermeyi, yalnız edebiyat değil resim, müzik, sinema gibi sanatın diğer konularında da birbirimizi bilgilendirmeyi, gezilerimizi, anılarımızı, üzüntülerimizi ve sevinçlerimizi paylaşmayı, kısacası birlikte olmayı seviyoruz. Ama bu birlikteliğin temelini kitap okuma sevdamız oluşturuyor.  Her toplantının sonunda kitabı sevmemiş olsak bile “ama iyi ki okuduk” deyip, bize açtığı farklı pencereleri görebiliyoruz.
Bu sene okuduğumuz her kitap beni mutlu etti. Ama Don Kişot ve Bülbülü Öldürmek sanki beni daha çok etkiledi. NURİZER

4 Haziran 2016 Cumartesi

Puslu Kıtalar Atlası



                                                 Yazar: İhsan Oktay Anar
                                                 Yayınevi: İletişim Yayınları
                                                 Kapak: Suat Aysu
                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2016 - 56.Baskı

Bir "ilk kitap", Türkçe edebiyatta yeni ve pırıltılı bir yazar... "Yeniçeriler kapıyı zorlarken" düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: "Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır." Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve "puslu kıtalar" üzerine bir roman. Hulki Aktunç'un önsözüyle... (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Pusulu kıtalar atlası 17.yy  Osmanlı döneminde Kostantiniye şehrinde geçiyor. Tarihi-Fantastik türündeki  romanda olayların geçtiği dönemi yansıtması için Osmanlıca ve eski Türkçe sözcükler ağırlıklı olarak kullanılmış. Dili okuyucuyu başlarda zorlasa da, kurgu ve hayal gücünün mükemmelliği sürükleyiciliğini ve akıcılığını sağlıyor .
Ana karakter yerine herbirinin hikayesi olan yan karakterler maceradan maceraya giderken okuyucuyuda  içine alıyor . Uzun İhsan Efendi oğlu Bünyamin'e  'Macera yaşanan en büyük ibadettir' der.
Bilgi  ve bilginin arayışı yüceltilir.Uzun İhsan Efendi  felsefesinde, tüm  dünyanın zihninde varolduğunu anlatır. “Düşündüğüm için sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki düşüncelerden ibaretsiniz.” Gerçek düşe, düş gerçeğe karışır .
Büyük Efendi'nin 'Kitaplıktaki ciltler dolusu bilgiyi kullanabilecek olsalar, talan ettikleri paranin yüz katını elde edebileceklerini bilmiyorlar' demesi. Kıyametin gelmesini  geri çevirmek için  zaman da geri gitmenin formülünü bulması. Bünyamin'nin  her başı sıkıştığında babasının verdiği kitabın sayfalarının yol göstermesi hepsi bilginin önemine vurgu oluyor.
Emek verip okunması gereken özgün bir eser, şiddetle tavsiye ediyorum. IŞIL

İhsan Oktay Anar’ın ilk romanı olan Puslu Kıtalar Atlası’nı okuduk bu ayki Kitap Kulübü’müz için. Roman 17. yüzyılda daha çok Konstantiniye’de yani İstanbul’da geçiyor. Nerdeyse düşleri ile yaşayan Uzun İhsan Efendi bu düşlerini Puslu Kıtalar Atlası adı altında bir kitapta derliyor ve kitabını savaşa gitmekte olan oğlu Bünyamin’e emanet ediyor.. Bünyamin hayatı boyunca bir dolu serüven yaşıyor  ve sonunda tüm başından geçenlerin babasının kitabında anlatılmış olduğunu görüyor..
Bence Puslu Kıtalar Atlası gerek dili, gerek kurgusu gerekse konusu açısından alışılagelmiş Türk romanlarından farklı. İçinde eski Türkçe bir çok kelime olmasına rağmen okunması zor değil. Tarihi bir perspektifle yazıldığı için bence bu sözcükler zaman zaman romana yakışmış bile. Kurgulama iç içe geçmiş. Bazen bir zaman dilimini daha önceki bir zaman diliminin içinde bulmak mümkün. Romanı puzzle çözer gibi çözmek gerekebiliyor. Bu nedenle bu romanı okuyup bitirince ‘şimdi ben ne okumuştum’ kaygısına bile düşebiliyor insan. Bu biraz da romanda bol bol fantastik öğeler kullanılmasının bir sonucu. Tıpkı insan  nasıl bir rüya görür, olaylar koşullandığımız gerçeklere uymaz, bizi düşler alemine götürürse işte öyle bir şey.. . Bu rüyadan uyandığımızda bir ferahlık gelir üstümüze , rahatlarız; roman bitince de böyle bir duygu yüklüyor bize. Kısacası düşlerle gerçekler birbirine karışıyor. Tabiatıyla yazarın felsefeci olmasının büyük etkisi var bu anlatımda. Nitekim  Descartes’in  ünlü sözü ‘düşünüyorum öyleyse varım’ da yer alıyor romanın içinde. 17. yüzyıl tarih ve coğrafyasından bir çok öge var romanın içinde. Ancak güçlülerin daha da güçlenmek için verdiği savaş, hile ve düzenbazlıklar her devirde aynı. Bunu anlatmak için yazar bazen mitolojik, çoğu zaman fantastik öğeler kullanmış. Bazen bilgili olmanın önemini dolaylı yoldan vurgulamış, buna değer vermiş, bazen düşünmenin var olmak için ne kadar hayati olduğunu doğrudan, açık ortaya koymuş. Bazen uzun uzun tasvirleri ile sıkıcı olmuş.. Kısacası ancak okunup , yorumlanacak bir kitap. Sıradan bir macera kitabı hiç değil. Bu kitap bana hep gizli gizli düşündüğüm bir şeyi tekrar düşündürdü: acaba hangisi daha gerçek? matematik hesapları ile ölçüp, biçilebilen  fiziksel varlığımız mı, hiçbir kalıba sığmayan ruhumuz ve hayallerimiz mi? Bir de siz düşünün bakalım…LEYLA

Ihsan Oktay Anlar ve Puslu Kıtalar Atlası....
Karşılaştırabileceğim bir kitap bulamıyorum...ama Murat Morova’nın  minyatür tekniğini andıran, farklı kültürlerin hikayelerini anlatan resimleri, Ergin Inan’ın tabloları, hatta bazı Mehmet Güleryüz resimleri ile nedense benzer heyecan ve etkileşim ağı yaratıyor zihnimde......
Düşler dünyasının zenginliği ve mahareti de diyebiliriz buna belki de....
Zaman, mekan var olmakla beraber kitap boyunca önemsizleşiyor...böylece de zamansız bir ürüne dönüşüyor benim gibi algılayan okuyucuların zihninde kitap.
Bana sorarsanız, Ihsan Oktay Anlar, insanın, toplum hayatının olmazsa olmazı, her daim geçer akçe olabilecek özelliklerini müthiş bir ustalıkla ve hikaye ederlilikle harmanlıyor...hayal, gerçek, şimdi, ötesi, burdaki, öteki, doğru, yanlış....ayırd edilemeyecek kadar birbiri içine geçmiş olarak yer alıyor kitapta...tam da aslında yaşadığımız dünyada olduğu gibi bir bakıma...
İnsanin, en ilkel ya da temel duyguları, bireysel ve toplumsal birer varlık olarak sergiledikleri...yaşadıkları, güç savaşları, tezatlar, ne kadar tanıdık şu an bile...

Çok zevkle ve bir çırpıda okudum.....kaçırılmaması gereken bir kitap bence... UFUK

Bu romanı ilk defa 15 yıl önce oğlum edebiyat ödevi için okuduktan sonra okumuştum. Çok etkilenmiştim. Hatta o zamandan beri dilencilere para vermem. Paranın o zavallılara değil de onları sömürenlere gittiğini düşünürüm.
Kitap önerisi olarak arkadaşlarıma bir kaç kere önermeme rağmen ısrar etmemiştim, çünkü kitabı dili ağır ve zor okunan bir kitap olarak hatırlıyordum. Okumaya başladığımda tam tersi oldu, bu sefer çok rahat okudum. Geçen sefer beni dilencilerin hiyerarşisi etkilemişti ama bu sefer fantastik hayal gücü, felsefesi, karakterleri beni daha çok etkiledi. Bunun nedeni aradan geçen yıllar mı yoksa yedi yıldır kitap kulübünün bana kazandırdığı bakış açısı mı acaba??
Farklı bir anlatımı var yazarın, eminim felsefeci olmasının etkisi vardır romanlarında. Kitabı uzun uzun anlatsamda hiç bir şey anlatamamış olurum. Birbirinden bağımsız gibi görünen hikayelerin ustaca kurgulanması ile ortaya çıkmış büyülü bir masal.

Farklı bir yazar tanımak istiyorsanız okumanızı tavsiye ederim... NURİZER

Puslu Kıtalar Atlası, 2016 yaz tatiline girmeden önce okuduğumuz son kitap oldu. Kitap hakkında olumlu eleştiriler duyduğumdan ve önemi vurgulandığından olsa gerek beklentimde yüksekti. Tek eleştiri kitabın diliydi ve Osmanlıca kelimelerin sıkca kullanılışıydı. Kitabı okumaya başladığımda dil açısından zorlanmadım ve kolayca okudum. Ancak kitap benim için ciddi hayal kırıklığı oldu! Her şeyden önce kitapta bence ciddi kavram kargaşası var. Kitabın başında daha çok felsefi takılıp, hatta kitabın ismini veren Uzun İhsan Efendinin sadece istişareye yatarak yani düşünce gözüyle oluşturduğu atlasa tasavvufi veya Descart vari bir yaklaşım sergilenirken,  kitabın sonlarında positif ilim/bilime çark edilmesi, özellikle bunu son derece kulaktan dolma, yüzeysel bir kuantum fizik boyutları ile anlatılmaya çalışılması bana yazarın popüler konuları bir bulamaç haline getirdiği ve ne söylemek istediği hakkında kafa karıştırmaktan başka bir şey yapmadığı sonucuna vardırdı ki bu da sadece bir insanın ne kadar entelektüel olduğunu gösterme veya ispat etme çabası olabilir diye düşündüm. Yazar tüm hikayeyi tarihsel bir ortamda kurguladığından çok araştırma veya bilgi verdiği hissini de uyandırmak istiyor ki kitapta Osmanlı lağımcılar birliğinin işlevi haricinde herşey tamamen kurmaca. Kitapta Osmanlının nasıl kandırıldığı, batının  hurafeleri nasıl formatladığı bir casusun itiraflarıyla açıklığa kavuşturuluyor ve böylelikle Puslu Kıtalar Atlası’da manasızlaşıyor kanımca. Yazarın yarattığı bir takım karakterlerin ise (örneğin Alibaz) romanda ne işleri vardı, neden yer aldılar, neden birden yok oldular, anlamadım. Dilenciler loncası yaratmak ve bunu Osmanlı Milli İstihbarat Teşkilatıyla ilişkilendirrmekte ayrı bir tuhaflıktı bana göre. Kısacası hem tarihi, hem felsefi, hem fantastik o kadar güzel roman okuduktan sonra bu kitabın farklı bir şey yaratma çabasından ileriye gitmeyen başarısız bir deneme olduğunu düşünüyorum. DEMET   

İhsan Oktay Anar



İhsan Oktay Anar 1960 yılında Yozgat'ta doğdu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümünde yaptı. 2011 yılına kadar Ege Üniversitesi Felsefe Bölümünde öğretim üyeliği yaptı. Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük isimlerdendir. Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Romanlarında fantastik öğeleri Osmanlı tarihi içerisinde işleyen Anar, Türkçede çok az denenmiş fikirlerin öncüsü konumundadır.
Anar’ın ilk öyküsü “Kafirler İçin Apologya” 1985 yılında yayımlandı. 1994'te yazdığı “Puslu Kıtalar Atlası” ve “Kitab-ül Hiyel”i yayınevine gönderip askere gider. PKK'ya karşı düzenlenen operasyonlarda savaşır. Askerden döndükten sonra yazmaya devam eder: Efrasiyâb'ın Hikâyeleri (1997), Amat ( 2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012).

İlk kez Ocak 1995 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan Puslu Kıtalar Atlası’nın Mayıs 2014'te 50. baskısı yapılır. Yayınlandığı andan itibaren hem içerik hem biçim olarak ilgi gören roman 20 den fazla dile çevrilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. Anar, "Edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları ve bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslübu" nedeniyle 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.

24 Mayıs 2016 Salı

İki Şehrin Hikayesi





                                                        Yazar: Charles Dickens
                                                        Yayınevi: Oda Yayınları
                                                        Orijinal Adı: A Tale of Two Cities
                                                        Orijinal Dili: İngilizce
                                                        Çeviren: Füsun Elioğlu
                                                        Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Temmuz 2015 - 12. Baskı


Dünya edebiyatının en önemli klasik yapıtlarından biri olan İki Şehrin Hikâyesi, Paris ve Londra arasında gelişen olay kurgusuyla, tarihin en hareketli anlarından birinin, Fransız Devrimi’nin ekseni etrafında biçimlenir. Edebiyat dünyasının “Dickens’ın en büyük tarihî romanı” olarak, yazarın kendisinin ise “Yazdığım en iyi hikâye” diye tanımladıkları yapıt, Fransız Devrimi ile Terör Dönemi kargaşasında yaşamak zorunda kalan bir grup insanın özel yaşamlarını aktarırken, dönemin acımasız toplumsal koşullarını da irdeler.
Hapsedildiği Bastille zindanından kurtarılan Doktor Manette ile iş işten geçmeden İngiltere’ye göndermiş olduğu kızının on sekiz yıl sonra buluşmaları ve Londra’da yeni bir yaşam kurmaları; sevgi, dostluk, özveriyle örülmüş bu yaşamın Paris’te gelişen devrim dalgasının haberleriyle gölgelenişi, iki şehri yansıtıyor okuyucuya. Paris’teki karanlık günlerin karşısında Londra’daki aydınlık ve dingin günler yer alıyor. Ancak her iki şehir de karanlığın içinde umudu, aydınlığın içinde hüznü taşıyor. (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:


Charles Dickens’in Fransız İhtilalini anlatan bu romanını ortaokul yıllarında ilk okuduğumda çok sevmiştim, özelikle macera kısmı, aşk ve sadakat gibi duyguların işlenmesinden daha çok etkilenmiş olmalıyım diye düşünüyorum. Bu yaşta ise beni daha çok ilgilendiren konu her ihtilal/ değişimin kendi mazlum ve muktedir/ zalim sınıfını yarattığı gerçeği oldu. Tarih kitapların da son derece positif vurgulamayla anlatılan, Çağ değiştiren ve demokrasinin temellerinin atıldığı kabul edilen Fransız devriminin de bir çok haksızlığa sebep oluşu kitapta çok başarıyla ele alınmış. Bir de dikkatimi çeken özellikle sadakat ve karşılıksız sevginin gücünün ortaya konulmasıydı- sanırım artık insanın kendi hayatından vaz geçmesine sebep olabilecek bu gibi kuvvetli duyguların (romantizm) çağımızda varlığından söz etmek neredeyse imkansız. Bu gerçek bana değişen dünya ve değer yargılarını düşünmeme sebep oldu. DEMET  


İki Şehrin Hikayesi tarihte bir döneme damgasını vuran klasikler arsında realist ve sürükleyici bir romandır. 
Fransız ihtilalı döneminin kaleme alındığı eserde Londra'yı, açlık ve sefaletin yaşandığı Paris'i, kederi; acımasızlığı görebiliyoruz.Dünyanın yaşamını farklı bir boyuta taşıyan Fransız ihtilalı sırasında burjuva ve aristokrasi arasındaki kanlı çatışmalar gerçekçi, gerilim dolu bir kurguyla anlatılıyor. 
Diğer tarafta giyotine götüren aşk. Aristokrat olduğu halde halktan yana olan , ne yazık ki ailesi nedeniyle halk düşmanı ilan edilen Darney. İhtilaldaki haksız infazların örneğidir. Yine 18 yıl suçsuz mahkum yatan Dr. Manetta. Doktorun kızına aşkı uğruna kılık değiştirerek giyotine giden Sydney Carton ve daha birçok karakter. 

Yazar; batının medeniyet olabilme adına yaşadığı kanlı süreci ustaca dile getirmiş, inanılmaz sürükleyici bir aşk romanıyla birleştirerek. Mutlaka okunması  tavsiyesiyle ... ZELİHA


Roman yedi sekiz kişinin yaşamından kesitler anlatarak Fransız İhtilâli öncesinde ve Fransız İhtilâli yıllarında geçiyor.
Fransız devrimini tetikleyen nedenler anlatılırken kahramanlarda o dönemki toplumu oluşturan sınıfların birer örneğidirler. Kahramanların şahsiyetlerinde zenginlik ve yoksulluk, vatanseverlik ve vatan hainliği, adalet ve adaletsizlik, tutku ve ıstırap gibi kavramları özdeşleştirmiş yazar.
Romanın büyük bölümü Paris’te geçmesine rağmen, Fransız olan bazı kahramanların Paris’ten ayrılıp Londra’da yeni bir yaşama başlamalarından dolayı o dönemki iki şehrin sosyal yaşamını yazar çok güzel gözler önüne seriyor.
Fransız İhtilali özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramların ortaya çıkışının miladı olarak görülse de, ihtilal sonrasında giyotinle binlerce kişinin katledilmesi ve yine binlerce kişinin sürgüne gönderilmesi gerçeği romanda çok güzel işlenmiş. Gücü ele geçiren insanların gözünü nefret, hırs, intikam ve statü kaygısı bürüdüğünde nasıl değiştiklerini görüyoruz.
Bütün bu kanlı ihtilal gerçeği bir aşk hikayesi, bir karşılıksız aşk hikayesi, birkaç sadakat hikayesi ve baba sevgisi ile yumuşatılmış ve sürükleyici bir roman örgüsünde bize sunulmuş.

Kitabı okumanızı tavsiye ederim. Bittiğinde bu yaşımıza kadar öğrendiğimiz tarihin acaba ne kadarı gerçekleri yansıtıyor diye merak ediyor insan. NURİZER

8 Mayıs 2016 Pazar

Charles Dickens




7 Şubat 1812’de İngiltere'nin Portsmouth şehrinde doğan Charles Dickens, memur olan babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında, 12 yaşındayken ayakkabı boyası yapan bir fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı. Babası cezaevinden çıktıktan sonra Charles işvereniyle kavga etti, böylece boya fabrikasından ayrılıp okula başladı. 1827'de okulu bitirdikten sonra bir noterin yanına girdi. Daha sonra hem bu işi yürütmeye, hem de yazmaya başladı. Charles Dickens düzgün bir eğitim almamış olsa da erkenden yoksullaşması ona başarıya giden yolda yardım etti. Çocukluk yıllarında yaşadığı yoksulluğu “Oliver Twist (1839)” ve “David Copperfield (1850)” eserlerinde anlattı.
1835’te ilk kitabı olan “Boz’un Skeçleri” yayımlandı. Küçük oyunlardan oluşan bu iki ciltlik kitap onun adını duyurmasında önemli bir rol oynadı. İlk kitabının kazandığı başarıdan sonra 1836'da yayınlanan “ThePickwickPapers” romanı ile şöhrete kavuştu. Charles Dickens birkaç yıl içerisinde uluslararası tanınan bir edebiyatçı oldu, kişilik ve toplum üzerine mizahi, satirik ve keskin gözlemleri ile ünlü oldu. Charles Dickens romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık yayınlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan dizi yayınlara öncülük etti.
1836’da “Evening Chronicle”ın müdürünün kızı Catherine Hogarth’la evlendi ve on çocuğu oldu. 1840 yılında ölen baldızı Mary'e ithaf ettiği “Antikacı Dükkanı” romanını yayımladı.
1843 tarihli romanı “A Christmas Carol” en etkili eserlerinden biridir. Her zaman popüler kalmıştır ve günümüzde bile her sanat tarzında uyarlanmaya devam etmektedir.
Amerika’ya telif hakları için yaptığı yolculuk onda hayal kırıklığı yaratmıştır. Özgürlükler ülkesinde demokrasi bulacağını uman Dickens, köleci bir toplumun gerçekliğiyle yüzleşir. Amerika izlenimlerini “Amerika Anıları”nda anlatırken üslubu hayli dikkat çekicidir. Bir süre İtalya’da daha sonrada Lozan’da yaşamayı deneyen yazar bu girişimlerinden olumlu sonuç alamayınca İngiltere’ye döndü ve yerleşti, hemen ardından da “Daily News” adıyla bir gazete çıkardı. Burada İtalya serüvenlerini yazı dizisi şeklinde yayımladı. Oğlunun Eton Koleji’ne girdiği yıl bir çocuğun ölümünü konu alan “Dombey ve Son (1848)” eserini yazdı. 1859 yılında yazdığı “İki Şehrin Hikayesi”, Fransız ihtilali yıllarında Londra ve Paris’in yaşadığı açlık, sefalet, hüzün ve kederi anlatır.

Charles Dickens kariyeri boyunca 20 yıllık bir süre içerisinde haftalık olarak çıkan bir gazeteyi yönetti, 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayınlayıp yorulmak nedir bilmeden çalıştı ve çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda yenilikler için mücadele verdi. 9 Haziran 1870’te Rochester yakınında Gatshill’de yaşama veda etti.

29 Mart 2016 Salı

Bülbülü Öldürmek

                                             



                                               Yazar: Harper Lee
                                               Orijinal Dili: İngilizce
                                               Orijinal Adı:  T0 Kill A Mockingbird          
                                               Yayınevi: Sel Yayıncılık
                                               Çeviren: Ülker İnce
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2016, 11. Baskı

1960 yılında yayımlandığından bu yana bütün edebiyatseverlerin gönlünde özel bir yer edinen, Pulitzer ödüllü Bülbülü Öldürmek, Amerika'nın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizliği bir çocuk kahramanın, Scout Finch'in gözünden anlatıyor. 
Harper Lee, kullandığı yalın ama çarpıcı dil aracılığıyla adalet, özgürlük, eşitlik ve ayrımcılık gibi hâlâ güncel temaları, Scout'ın büyüyüş öyküsüyle birlikte dokuyarak, iyilik ve kötülüğü hem bireysel hem de toplumsal düzeyde mercek altına alıyor. Bir "zenci"nin haksız yere suçlanması üzerinden gelişen olaylar; önyargılar, riyakarlık, sınıf ve ırk çatışmalarıyla beslenen küçük Amerikan kasabasının sınırlarını aşıp, insanlar arası ilişkide adaletin ve dürüstlüğün önemini anlatan evrensel bir hikâyeye dönüşüyor. Etkileyici gerçekliği ile ürperten, "insani" vurgusuyla sarıp sarmalayan, çağdaş dünya edebiyatının en önemli örneklerinden biri olan bu klasik roman, 

"İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır." (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:


Harper Lee’nin bu klasikleşmiş romanı 1930-40’larda ABD’nin güneyinde yaşam, Hırıstiyanlık inancı ve ırkcılığı anlatmakta. Bu, oranın eğitimli bir ailesinin iki çocuğunun yaşamı, arkadaşları, ebeveyinleri ve komşuları ile ilişkileri üzerinden anlatılmakta. Irkçılık ise ister istemez bir çok yerde su yüzüne çıkmakta. Kitabı okuduktan sonra o günden bu güne ırkçılık konusunda ne kadar ilerleme kaydedildiğini düşündüm. Kanunlar ve genel uygulama konusunda ciddi bir yol katedilmişse bile bugün bile ırkçılığın yaşadığını gözlemliyoruz. Bu acı bir gerçek, ancak öte yandan ABD siyah bir başkan tarafından iki dönem yönetildi- özellikle bu kitaptan sonra bu olayın büyüklüğü daha anlam kazandı- ne de olsa aradan geçen süre sadece yetmiş beş sene! DEMET

17 Mart 2016 Perşembe

Nelle Harper Lee



Nelle Harper Lee, 28 Nisan 1926’da Alabama / Monroeville’de doğdu. Ailenin beş çocuğu içinde en küçüğüydü. Aile ona babaannesi Ellen’ın adının tersten okunuşu olan Nelle adını vermeyi uygun buldu. Annesi ev kadını, babası AC Lee, gazete editörü ve sahibiydi, 1926/1938 yılları arasında Alabama Eyalet Meclis üyeliği yaptı, ardından serbest avukat olarak çalıştı.

Harper Lee, Huntington Koleji ve Alabama Oxford Üniversitesinde eğitimini tamamladı, Eastern Air Lines havayolu şirketinde işe başladı. Bir yandan da öyküler yazıyordu. 
Harper Lee, Bülbülü Öldürmek romanını 1960’da yazdı. Bülbülü Öldürmek ile Amerikan yazını içerisinde önemli bir yer edindi; kitap yayımlandıktan hemen sonra çoksatanlar arasına girdi, satış rekorları kırdı, 1961 Pulitzer Ödülünü aldı. Kitap 1962’de sinemaya uyarlandı ve film üç dalda birden Oscar Ödülü aldı.
Harper Lee, Bülbülü Öldürmek romanını Scout adlı kız çocuğunun gözünden anlatır. Scout biraz da yazarın kendisidir, yazarın otobiyografisi ile roman karşılaştıracak olursa, Scout’un Harper Lee ile benzeşik olduğu görülecektir.
1966’ya gelindiğinde Bülbülü Öldürmek, Virginia / Richmond’da, Hanover County Okulu Yönetim Kurulu tarafından yerleşik ‘Güneyli Ahlak’ anlayışına uygun görülmediği gerekçesiyle ‘ahlakdışı’ sayılarak okula girmesi yasaklanır. Lee, okul yönetimine yazdığı bir mektupla yasaklamayı kınar ve ‘ahlaksızlık’ suçlamasını sığlık olarak niteler, reddeder.

Harper Lee, romanına ve romanı aracılığıyla kendisine yapılan halksızlığa kırılır, uzun zaman tek satır yazmaması, yazdığı iki romanı da bitirmeden yarım bırakarak, yayımlamaması, hatta kendisine Notre Dame Üniversitesi’nden fahri doktora verilse de konuşmaktan kaçınması buna bağlanabilir. Lee, bu ırkçı ahlaktan kaçar ve New York’ta yaşayan ablasının evine kapanır.

5 Kasım 2007 tarihinde, George W. Bush Başkanlık Özgürlük Madalyası’nı Amerikan Yazını’na yaptığı katkıları gözeterek Harper Lee’ye verdi. Törende yaptığı konuşmada Harper Lee, şunları söyleyecektir: “Aptal olmaktansa sessiz olmak daha iyidir!”

 2007’de geçirdiği felç nedeniyle görme ve duyma duyularını da kaybeden Lee, büyüdüğü yer olan Monroeville’de bir bakımevinde hayatını sürdürdü.
2014’ün Ağustos ayında, Harper Lee’nin tüm işlerini ve avukatlığını yürüten kızkardeşi Alice ölünce, ünlü yazarın avukatlığını Alice’in yardımcısı genç avukat Tonja Carter üstlendi. Eylül ayında Carter, Harper Lee’nin romanını yazdığı daktilosu, el yazısı müsvetteleri, mektupları gibi kişisel eşyalarını sakladığı bankanın kasasını kontrol etmek için açtığında bir roman müsvettesi buldu. Önce bunu “Bülbülü Öldürmek”in ilk kopyası zannettiyse de daha sonra iki romanı birbiriyle karşılaştırınca bunun tamamın başka, ikinci bir kitap olduğunu fark etti.  14 Temmuz 2015’te yayınlanan “Go Set A Watchman (Tesbih Ağacının Gölgesinde)” daha satışa sunulmadan yazarın tutkulu hayranları tarafından kapışıldı.

19 Şubat 2016’da hayata gözlerini yumdu.

11 Mart 2016 Cuma

Kardan Adam




                                               Yazar: Jo Nesbo
                                               Orijinal Dili: Norveççe
                                               Orijinal Adı:  Snomannen          
                                               Yayınevi: Doğan Kitap
                                               Çeviren: Can Yapalak
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ekim 2015, 1. Baskı


Yılın ilk karı yağmıştır. Jonas gece yarısı uyandığında annesini evde bulamaz. Ondan geriye sadece bir iz kalmıştır: Bahçede kendiliğinden belirmiş bir kardan adamın boynuna sarılı duran pembe bir atkı. Jonas'ın annesine hediye ettiği atkı…

Dedektif Harry Hole kayıp kadınla kendisine ulaşan imzasız mektubun arasında bir bağlantı olduğundan şüphelenir. İlk araştırmanın sonucunda son on yılda on bir kadının, yılın ilk karı yağdığında kaybolduğu ortaya çıkar. Cesetleri yok eden katilin aklında korkunç bir plan vardır. Ve bu planda Harry Hole'a dehşet verici bir başrol öngörülmüştür. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Kitap Kulübümüzde, Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” romanından sonra polisiye okumamıştık. Leyla'nın tavsiyesi ile bu seferde Jo Nesbo’nun “Kardan Adam”ına karar verdik. Polisiye romanı çok tartışamayız diye önceleri çok istememiştik ama keyifle okuduk.
Ana karakterlerin dışındaki karakterlerin ve yer isimlerinin Norveççe olması okumamı biraz zorlaştırdı ama sonuna doğru katili meraktan sürüklenip bitirdim. Olayları birbirine bağlaması, heyecanı doruğa çıkararak yanlış kişiyi katil olarak düşündürmesi, kişiler arasındaki ilişkileri ve kişilerin ruh durumlarını detaylı anlatarak çok güzel bir polisiye yazmış Nesbo. Sanırım anlatımındaki sadelik sayesinde dünya çapında bu kadar çok hayranı olmuş.
Polisiye seviyorsanız okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. NURİZER


Kardan Adam, Jo Nesbo tarafından yazılmış bir polisiye roman. Okuduğum ilk Jo Nesbo kitabı ve bir polisiye olarak çok başarılı buldum. Uzun bir roman olmasına rağmen (500 sayfa), gerilimi son sayfalara kadar taşıyabilmesi önemli özelliği bu kitabın. Yazarın Norveçli olması nedeniyle olsa gerek, hikaye Norveç'te geçiyor ve bu kuzey ülkesinin havası ve insan ilişkileri çok güzel bir şekilde anlatılmakta.  Okuyucu adeta o havayı teneffüs ederek okuyor romanı- ayrıca ülke ile ilgili ister istemez bir çok bilgiyi de içermekte. Kitabı tüm polisiye seven okuyuculara tavsiye ediyorum. DEMET

Jo Nesbo'nun "Kardan Adam"ı  çok başarılı bir roman olmakla birlikte kitap kulubünde polisiye roman türünün  fazla yoruma ve tartışmaya açık olmadığını gördük .
Ana karakter dedektif Harry Hole;kendi sorunlarıyla boğuşan ,alkol problemi yaşamış, adalet sorumluluğu olan muhalif bir kişilik Harry Hole, Norveç'in başkenti Oslo ve Bergen'de geçen seri katil cinayetlerini çözmeye çalışırken, katil ile mesafesi daraldıkça olaylar kişisel hesaplaşmaya dönüyor. Norveç'in kuzeye özgü soğuk puslu havası ile gerilim daha artıyor. Gelişen olaylar karşımıza  değişik şüpheliler çıkararak , gerilimin yüksek tempoda devam etmesini sağlıyor.
Çok iyi bir kurgu, akıcı anlatım ve heyecanın sürekliliği ile güzel bir kuzey polisiyesi. IŞIL



23 Şubat 2016 Salı

Jo Nesbo



1960’ta Oslo’da doğan Jo Nesbo, küçük yaşta futbolla ilgilenmeye başladı. Birkaç kez Norveç Premier Lig’de de oynayan yazar, on beş yaşına gelmeden yaşadığı sakatlık nedeniyle bu hayalinden vazgeçti. Sonrasında Norveç Üniversitesi’nde Ekonomi ve İşletme bölümünde eğitim görmeye başladı ancak hemen ardından yaptığı ilk iş, Norveç’in en ünlü rock grubu olan Di Derre’nin solisti olmaktı. “Müziğe başladığımda gitarda sadece üç akor çalabiliyordum” diyen Nesbo, yazdığı şarkı sözleriyle grubu en çok dinlenenler listelerinin ilk sırasına taşıdı. Annesi bir kütüphane görevlisi, babası ise büyük bir kitap koleksiyonunun sahibiydi ve çocukluğu boyunca ikisinden de muhteşem hikâyeler dinlemişti. Ancak anlattıklarına bakılırsa şarkı sözü yazmaya başlayana kadar kelimelerle arasının iyi olduğunu bilmiyordu. Futbolculukla ilgili hayaller yerini ülke çapında ünlü bir şarkıcı ve söz yazarı olmaya bıraktı önce, sonra da “okumak istediği kitapları yazan” bir romancıya dönüştü. Nesbo bir röportajında, “Favori işim taksi şoförlüğüdür. Çünkü bu işi yaparken insanları yakından gözlemleyebiliyordum. Harry Hole karakterinin yaratımına da bu süreçte tanıştığım bir arkadaş ilham verdi.” demiş.
Dedektif Harry Hole karakteri hakkında yazdığı romanlar sayesinde oldukça popülerleşmiş; Norveç çapında bir buçuk milyonluk bir satış elde etmiş ve eserleri kırk dile çevrilmiştir.
İlk çocuk kitabını da 2007 yılında "Doktor Proktors prompepulver" ismiyle yayımlamıştır. 2010 yılında Edgar Ödülleri'nde aday olurken, Flaggermusmannen isimli ilk romanıyla 1997 yılında Riverton ödülünü, 1998 yılında da Glass Key ödülünü kazanmıştır. Romanları "Flaggermusmannen" - (1997) "Kakerlakkene" - (1998) "Rødstrupe" - (2000) (Türkçe: Kızılgerdan) "Sorgenfri" - (2002) "Marekors" - (2003) (Türkçe: Şeytan Yıldızı) "Frelseren" - (2005) "Snømannen" - (2007) "Panserhjerte" - (2009) "Gjenferd" - (2011).

Şu anda Atlanta’da iki çocuğu ve karısı ile yaşamaktadır.