29 Ocak 2011 Cumartesi

Kirpinin Zarafeti

Posted by Picasa

 
Ocak ayı için okumayı karalaştırdığımız kitap Fransız yazar ve Felsefe Profesörü olan “Muriel Barbery”nin yazdığı ve “Işık Ergüden” tarafından Türkçe’ye çevrilen “Kirpinin Zarafeti”. 26 Ocak’ta Demet’in evinde tartıştığımız roman grup tarafından oldukça beğenildi. Kitap “Le Herrison(Kirpi)” ismiyle Mona Achache yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış. Başrollerinde Josiane Balasko, Garance Le Guillermic ve Togo Igawa’nın oynadığı film ülkemizde “Yaşamaya Değer” adıyla gösterilmiş. Kitaptaki birçok önemli konu atlanılmış veya gerektiği kadar iyi verilememiş filmde, bu yüzden filmi çok beğenmedik.

Konusu:
Hikâye zengin bir muhitte geçmesine rağmen yazarın burjuva toplumunu eleştirmek için seçtiği roman kahramanı yoksul, yaşlı ve çirkin bir kadın. Grenelle Sokağı'nda lüks bir apartmanın kapıcısı olan elli dört yaşındaki Rénee kendini şöyle anlatıyor. “Dul bir kadınım. Ufak tefek,çirkin,tombul biriyim. Ayaklarımda nasırlar var. Eğitim görmedim. Kendimi bildim bileli yoksul, ölçülü ve önemsiz biri oldum.” İlk görünüşte verdiği huysuz, basit, cahil izlenimini çirkinliği ile pekiştiren bu yaşlı kadın edebiyat ve sanata, hatta felsefeye tutkuyla bağlı. Parası yettiğince satın alan, yetmediğinde kütüphaneleri kullanan Rénee, bir kitap kurdu ama hayatını sorunsuzca sürdürebilmek için toplumun görmek istediği kapıcı imgesini korumaya çalışıyor. Bu yüzden de kapıcı dairesini kendi sığınağı olarak görüyor.
Milletvekili olan babası, edebiyat okumuş annesi ve felsefe okuyan ablasıyla birlikte apartmanın üçüncü katında yaşayan on iki yaşındaki Paloma, çok zeki bir kız. Büyüklerin dünyasının sığlığını umutsuzca görmüş, hayattan beklentisi kalmamış ve bir güldürü olduğuna kesinlikle inanmasına rağmen bu hayata sonuna kadar dayanmaya niyetli değil; “Yetişkinlerin yarışına girdikten sonra saçmalık duygusuna hâlâ karşı koyabilecek miyim? Sanmıyorum. Bu yüzden kararımı verdim: Bu okul yılının sonunda, on üç yaşıma gireceğim gelecek 16 Haziranda intihar edeceğim.” O zamana kadarsa gözlerden uzakta durmaya çalışıyor Paloma. Evin içinde bile saklanabilecek yerler yaratmış kendisine.
Apartman sakinleri birbirine değmeden yaşayıp giderlerken
Rénee
ve Paloma’nın hayatlarını kökünden değiştirecek bir gelişme yaşanıyor. Bay Ozu taşınıyor boşalan bir daireye. Çevresine ve insanlara bakmasını bilen Bay Ozu, kendi sınırlarının ve değer yargılarının ötesine geçemeyen aslında yüzleşemedikleri için kendilerini bile tanımayan diğerlerinin sığlığını açığa çıkarıyor. Toplumdaki yalnızlığı yaratanın görme yoksunluğu olduğunu sezdiriyor yazar.
Nitekim
Rénee ve Palome’yi diğerlerinin hiç fark etmediği özellikleriyle görecek, onların da birbirini görmesini sağlayacaktır Bay Ozu.
Bundan sonrası bir uyanış hikâyesi.

Yorumlarımız:

Roman Marx’a gönderme yaparak başlıyor. Sosyal bilinci işleyerek kapıcı Renee ve apartman sakinleri arasındaki alt, üst sosyal sınıf farkı gösteriliyor. Kapıcı Renee kendini yetiştirmiş, bir odası sadece kütüphane olan ve rafine zevklere sahip entel bir kişilik olmasına karşılık bu özelliklere hakkı olmadığını düşünüyor. Dış dünyaya bir kapıcıdan beklenen hayatı yaşıyormuş gibi göstererek kendini saklıyor. Apartman sakinler onun varlığını işleri olduğunda hissediyorlar.
Diğer asıl karakter Paloma yaşıtlarına göre zekâ seviyesi yüksek 12 yaşında apartman sakini bir kız çocuğu. Hayatın sıkıcılığı ve sığlığı onda doğum gününde intihar etme düşüncesini oluşturmuş.
Roman kapıcı Renee'nin kendi iç konuşması ve Paloma'nin günlük yazıları ile devam ediyor. Apartman sakini Bay Arthens'in ölümü üzerine o daireyi satın alan Bay Ozu'un gelişi ile herkesin hayatında değişim başlıyor. Bay Ozu kapıcı Renee'nin tıpkı bir kirpi gibi dikenleri zırhlı bir kale, içinde ise rafinelik saklı olduğunu keşfediyor. Paloma Bay Ozu ile tanışınca onun 'insanları araştıran ve öteyi gören' birisi  olmasından etkileniyor. Bay Ozu ve kapıcı Renee arasındaki dostluk Paloma'nin hayata karşı olan düşüncülerinde bir umut oluyor, hayatın yine de yaşamaya değer olması intihar etme fikrinden vazgeçiriyor.
Kitapta kendim için kayda değer satırların altını çizdim, dönüp bakınca neredeyse kitabın yarısından fazlasını  çizmiş olduğumu gördüm. Romanın her satırında hayata dair düşünceler var. Yazarın felsefe prof. olmasının etkisi fazlasıyla görülüyor. Ayrıca  romanda Japon kültüründen birçok örneğe yer verilmiş olması Yazarın Japonya’da yaşıyor ve Japon kültürüne olan sempatisini gösteriyor.
Roman  'Yaşamaya Değer' ismi ile filme alınmış. Ama romanın verdiği duygu yoğunluğunu filimde bulamadım. IŞIL

Romanın başında Rénee ve Paloma’nın hayatın anlamını tartışan iç monologlarıyla hayat felsefesi yapmaya çalışan kitap, Bay Ozu’nun devreye girmesi ile yavaş yavaş açıyor içini. Felsefe, Rus edebiyatı, Japon sineması, çay, psikanaliz, sanat, resim, Marks, kamelya, dostluk din, kediler ve daha bir çok şey üzerine felsefi söylemlerle süslenmiş apartman gibi küçük bir dünyadan bizim daha farklı bir dünyaya bakmamızı sağlıyor. Zaman zaman gülümseyerek zaman zaman da hüzünlenerek okuduğum bu kitabı bitirdiğimde “kavanozdaki kırmızı balık” olmamak için farkındalığımı artırmaya ve etrafımdakilerle iletişimimi güçlü tutmaya karar verdim. NURİZER
Kitabı keyifle okudum. Herkese öneriyorum. Gayet akıcı ve başarılı.
Yaşadığımız dünyada kendimizi tanıyabilmemiz ve içimizdeki yetenekleri dışa çıkarabilmemiz tamamen tesadüflere bağlı diye düşünüyorum. Kitapta Renee'ninde hayat hikayesi böyle değilmi? Yetiştiği ortam ve sonrasındaki hayatı, eğitimi sorgulandığında; felsefeye, kitaplara, Rus edebiyatçılarına, Japon filimlerine ilgisini, kitap kurdu olmasını nasıl yorumlayabiliriz? Bence yetenekleri gün ışığına çıkmak için bir kapı hatta bir delik bulamamış şansızlardan. Çocukluk yaşamı, ablasının yaşadıkları da kendini saklamasına sebep olmuş, kaybolmuş bir yetenek..
Tam keşfedildiğinde, mutluluğu yakalama şansı parladığında, acımasız bir kaza ve acı bir son....
Renee kendi hayatında birşeyleri değiştiremediği halde kısa bir süre içinde olsa Ozu' ya tattırdığı mutluluk, Paloma'ya kazandırdığı ''yeniden doğuş, hayata bağlanış''. İnsanı düşündüren;  hayatı bazen çekilmez, genelde yaşamanın bize sunulan bir şans  olduğunu hatırlatan bir kitap. ZELİHA

Eğer olaylarla dolu nefes nefese romanlardan sıkılıp, hayatın ta kendisi 'insan'ı , insan davranış ve ilişkilerini ve hayatın küçücük bir kesitini okumak, duymak isterseniz Kirpinin Zerafeti'ni salık veririm. Bu romanı bana arkadaşım Güniz Şengölge tavsiye etmişti ve 8ekizler de önerimi kabul etmişti. Kendisine buradan teşekkür ediyorum.
Romanın birçok kahramanı içinde üçü öne çıkıyor: 12 yaşındaki Paloma; kapıcı kadın Renee ve sinema yönetmeni Ozu. İnsanlar için 'küçük biyolojik şeyler' diyerek ( sayfa 204) onları adeta küçümseyen Paloma bir yıl sonra belirli bir tarihde intihar etmeyi planlamakta. Yazar romanın  özellikle ilk yüz sayfasında bu çocuk yaştaki gencin aklından geçenleri öyle bir kurgulamış ve kelimelere dökmüş ki insan ürkmeden edemiyor ve kendi kendine soruyor: Niçin? Niçin ve neden bir çocuk bu kadar inanılmaz etkilenmiş olabilir? Diğer taraftan romanın başkahramanı Renee kapıcı, ama kimsenin bilmesini istemediği müthiş bir entellektüel birikime sahip. Çünkü o hep okuyor; kendi küçük gerçek dünyasında çiçekleri, kedisi ile yaşıyor- muş gibi yapıyor ama onun edebiyatla beslenen çok daha büyük, müthiş başka bir ruh dünyası var. Zaman zaman bu dünyada Paloma'ya da yer var. Renee  diyor ki 'Edebiyattan daha soylu bir vakit geçirme, daha dinlendirici arkadaş, daha nefis kendinden geçme varmıdır? ' (sayfa 105). O zenginlerin insanları sadece dış görünüşleri ve mevkileri ile değerlendirdiklerine inanır ve bu nedenle entelektüel tarafını onlardan hep gizler. Ta ki yönetmen Ozu aynı apartmana taşınana kadar. Ozu, Renee'yi keşfeder, onunla arkadaş olur, hatta ona duygusal olarak yaklaşır...
Romanın sonu beklenmedik şekilde üzücü biter. Ancak bu büyük üzüntü büyük bir dramın da önüne geçer..
Romanı okurken bir kez daha 'herkes başlı başına bir roman' diye düşündüm. Eğrileri, doğruları, yalnızlıkları, zenginlikleri, duyguları ve türlü türlü yaşanmışlıkları ile. Felsefe profesörü olan yazar Muriel Barbery bize hayata dair bir fotoğraf çekmiş. İyi de etmiş. Bu fotoğrafa baktım baktım ve bana kalanı seçtim. Sizlerle de paylaşmak isterim: DOSTLUK NE GÜZEL ŞEY......LEYLA

28 Ocak 2011 Cuma

Mario Vargas Llosa'nın Nobel Konuşması

Cennet Başka Yerde” romanını severek okuyup tartıştığımız 2010 Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülen Perulu yazar Mario Vargas Llosa'nın, ödül töreninde yaptığı konuşma, edebiyatın ve yazarlığın işlevi, roman ve öykü okumanın, kurmacanın önemi, yaşadığımız çağın çarpıcı özellikleri üstüne ilginç açımlamalar ve ipuçları içeriyor. Yazarın Nobel Edebiyat Ödülü törenindeki konuşmasından bazı bölümler:
HER ŞEYE KARŞIN YAZMAK
Zaman zaman yazarlığın, benim ülkem gibi pek az okurun bulunduğu, pek çok insanın yoksul ve cahil olduğu, adaletsizliğin kol gezdiği, kültürün belli bir azınlığın ayrıcalığı olduğu bir ülkede bencilce bir lüks olup olmadığını düşünmüşümdür. Ne ki, böylesi kuşkular yazma tutkumu hiçbir zaman azaltmadı, vaktimin büyük bir bölümünü hayatım kazanmak için çalışmaya ayırmak zorunda olduğum dönemlerde bile hep yazmayı sürdürdüm. Doğru da yaptığıma inanıyorum, çünkü edebiyatın gelişmesi için önce toplumun yüksek kültüre, özgürlüğe, refah ve adalete kavuşması gerekiyor olsaydı, edebiyat hiç olmazdı.
PEK ÇOK HAYATI YAŞAMAK
Ama edebiyat sayesinde, edebiyatın biçimlendirdiği bilinçlilik, esinlediği arzular ve özlemler sayesinde, olağanüstü güzellikte bir fanteziye yaptığımız yolculuktan sonra gözümüzün gerçekliğe açılması sayesinde, uygarlık bugün, masalcıların hayatı masallarıyla insancıllaştırmaya başladıkları zamankinden daha az acımasız. Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı. Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı roman ve öykülerde ararken, var olan hayatın sonsuza duyduğumuz açlığı 'insanlık durumunun temeli- dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz. Öyküler ve romanları, yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız.
HAYATI YAŞANILIR KILMAK
Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, bir ideoloji ya da bir dinin ayakları altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkında olamazdık. Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını, onu bastırmak için neden sansür sistemleri kurduklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine.
PUSUDA BEKLEYEN CEHALET
Böyle yapmalarının nedeni, hayal gücünün kitaplarda özgürce gezinmesine izin vermenin tehlikesini bilmeleridir; okuyucu kitaplardaki özgürlüğü gerçek dünyada pusuda bekleyen cehalet yandaşlığı ve korkuyla kıyasladığında, romanlar ve öykülerin ne kadar ayartıcı olabileceğini bilmeleridir. Yazarlar, öyküler yazarlarken, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, bu dünyanın kötü yaratıldığını ve fantezilerle dolu hayatın gündelik, tekdüze hayatımızdan daha zengin olduğunu gözler önüne sererek doyumsuzluğu yayarlar. Bu olgu yurttaşların duyarlık ve bilincinde kök salarsa, onların istenildiği yönlendirilmeleri daha zorlaşır, onları parmaklıklar ardında daha güvenli ve daha iyi bir hayat yaşayacaklarına inandırmak isteyen sorgucular ve zindancıların yalanlarına inanmakta daha isteksiz kılar.
KARDEŞLİK DUYGUSU
İyi edebiyat, farklı halklar arasında köprüler kurar ve bize sevinçler, acılar, şaşkınlıklar yaşatarak, bizi ayıran diller, inançlar, alışkanlıklar, âdetler ve önyargılara karşın birleşmemizi sağlar. Büyük beyaz balina Kaptan Ahab'i sulara gömdüğünde, Tokyo'daki, Lima'daki ya da Timbuktu'daki okurların yüreğine aynı korku düşer. Emma Bovary arseniği içtiğinde, Anna Karenina kendini trenin önüne attığında, Julien Sorel idam sehpasının basamaklarını tırmandığında (') Buda'ya, Konfüçyüs'e, İsa'ya ya da Allah'a inanan ya da agnostik olan (') tüm okurların bedeninde aynı ürperti dolaşır. Edebiyat, birbirlerinden çok farklı insanlar arasında bir kardeşlik duygusu uyandırır ve cehalet, ideolojiler, dinler, diller ve ahmaklığın kadınlar ile erkeklerin arasına çektiği sınırları gölgede bırakır.
BAĞNAZLIĞIN BARBARLIĞI
Her dönemin kendine özgü dehşeti vardır; öldürerek cennete gideceklerine, masumların kanının ortak aşağılamaları silip götüreceğine, adaletsizlikleri düzelteceğine ve hakikati sahte inançlara dayatacağı inanan bağnazların, intihar teröristlerinin çağıdır. Mutlak hakikate sahip olduklarını sananlar, her gün, dünyanın dört bir yanında sayısız insanı kurban etmektedirler. Totaliter imparatorlukların çöküşünün ardından, birlikte yaşamanın, barışın, çoğulculuğun ve insan haklarının yükselişe geçeceğini ve dünyanın toplu kıyımların, soykırımların, istilaların, imha savaşlarının geride kalacağını sanmıştık. Ama hiç de öyle olmadı. Bağnazlığın kışkırttığı yeni barbarlık biçimleri serpilip boy atıyor; ayrıca, kitle imha silahlarının hızla çoğalması karşısında, dünyayı kurtarmaya kalkışacak bir avuç çılgının bir gün nükleer bir kıyamete yol açabileceği gerçeğini hafife alamayız. Onlara karşı gelmeli ve onları yenilgiye uğratmalıyız. İşledikleri suçların gürültüsü gezegenin bir yanında yankılanmasına ve kışkırttıkları karabasanlar yüreğimize dehşet salmasına karşın, sayıları çok fazla değil. Uzun uygarlık süreci boyunca edinmiş olduğumuz özgürlüğü elimizden almaya çalışanlar karşısında ürküp sinmemeliyiz.
HAYAL ETME HAKKI
Siyasal çoğulculuğu, bir arada yaşamayı, hoşgörüyü, insan haklarını, eleştiriye saygıyı, eşitliği, serbest seçimleri, farklı iktidarların birbirini izlemesini, bizi yabanıl bir yaşamdan çekip alarak edebiyatın yarattığı güzel, yetkin yaşama, ancak yaratarak, yazarak ve okuyarak hak edebileceğimiz o yaşama 'hiçbir zaman tam olarak erişemeyecek olsak da- biraz daha yaklaştıran her şeyi yansıtan liberal demokrasiyi, bütün sınırlılıklarına karşın, savunmalıyız. Bağnazların caniliğine karşı çıkarak, hayal etme ve hayallerimizi gerçek kılma hakkımızı savunmalıyız.
OLANAKSIZI OLASI KILMAK
Mağaradan gökdelene, sopadan kitle imha silahlarına, tekdüze kabile yaşamından küreselleşme çağına, edebiyatın kurmacaları insan yaşantılarını çoğaltarak, uyuşukluğa kapılmamızı, kendi kendimizi tüketmemizi, teslimiyet bayrağını çekmemizi önlemiştir. (') Edebiyat sayesinde, gerçek yaşamın bize hiçbir zaman vermeyeceği büyük serüvenlerin, yüce tutkuların kahramanları olabiliriz. Edebiyatın yalanları, bizim aracılığımızla, dönüşen okurlar aracılığıyla, bayağı gerçekliği sürekli sorgulayan kurmaca aracılığıyla gerçek olabilir. (') İşte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur.'

Llosa'ya göre 'Bağnazlığın kışkırttığı yeni barbarlık biçimleri serpilip boy atıyor; ayrıca, kitle imha silahlarının hızla çoğalması karşısında, dünyayı kurtarmaya kalkışacak bir avuç çılgının bir gün nükleer bir kıyamete yol açabileceği gerçeğini hafife alamayız. Onlara karşı gelmeli ve onları yenilgiye uğratmalıyız. İşledikleri suçların gürültüsü gezegenin bir yanında yankılanmasına ve kışkırttıkları karabasanlar yüreğimize dehşet salmasına karşın, sayıları çok fazla değil. Uzun uygarlık süreci boyunca edinmiş olduğumuz özgürlüğü elimizden almaya çalışanlar karşısında ürküp sinmemeliyiz.'

21 Ocak 2011 Cuma

Muriel Barbery

26 Ocak’ta tartışacağımız “ Kirpinin Zarafeti” isimli romanın yazarı Muriel Barbery 28 Mayıs 1969 tarihinde Fas’ın Kazablanka şehrinde doğdu.
Barbery, École Normale Supérieure de Fontenay-Saint-Cloud'a 1990 yılında girdi ve 1993 yılında felsefe alanından mezun oldu. Daha sonraki yıllarda Université de Bourgogne'de, bir Fransız lisesinde ve Saint-Lô'deki Institut Universitaire de Formation des Maîtres'de (Öğretmen eğitim enstitüsü) felsefe dersleri verdi.
2000 yılında ilk romanı Une Gourmandise yayınlandı. Bu kitap on iki dile çevrildi. 2006 yılında çıkan ikinci kitabı Kirpinin Zarafeti (L'Élégance du hérisson) Fransa'nın en çok satanlar listesinde 30 hafta boyunca ilk sırada yer aldı. Mayıs 2008'e kadar elli baskısı yapılan eserin bir milyondan fazla kopyası satılmıştı. 2008 yılında bir sanatçı rezidansı olan Villa Kujoyama'da yaşamaya hak kazanan Barbery, şu anda eşiyle birlikte Kyoto'da yaşamaktadır.
Yazarın web sitesine girerseniz çok güzel fotoğraflarını göreceksiniz. http://muriel.barbery.net/

16 Ocak 2011 Pazar

Frida Kahlo & Diego Rivera Sergisi

Posted by Picasa

Yağmurlu bir  Pazar günü evde oturmaktansa, Pera Müzesindeki “Frida Kahlo & Diego Rivera” sergisine gittik. Natasha ve Jacques Gelman çiftinin özel koleksiyonuna ait 40 eserin yer aldığı sergide daha çok Frida’nın otoportreleri ile Diego’nun Meksikalı çocukları ve ikilinin dönemin ünlü fotoğrafçıları tarafından çekilmiş fotoğraflarına yer verilmiş.
Eserlerini her zaman çok beğendiğim Frida Kahlo’nun bundan birkaç yıl önce başrolünü Selma Hayek’in oynadığı “Frida” adlı filmde anlatılan yaşam öyküsü beni çok etkilemişti. Yaşadığı tüm talihsizliklere ve ameliyatlara rağmen her zaman çok güçlü olmuş, karakterinden ve sanatından hiç ödün vermemiş.
Resim sayısının azlığından dolayı serginin tadı damağınızda kalsa da, gösterilen belgesel gerçekten çok güzel.
Pera Müzesinin Blog’unda sergi hakkında detaylı bilgi verilmiş.
Sergi kadar beni heyecanlandıran diğer olay ise böyle yağmurlu bir günde müzenin kalabalık olmasıydı. Son yıllarda İstanbul’da açılan özel müzelerde gözlemlediğim bu kalabalık, halkımızın bu tip sanat olaylarına ne kadar meraklı olduğunu gösteriyor. NURİZER



Aşk Filmleri

Son zamanda iki adet “aşk” filmine gittim ve ikisininde klişe formatlardan (kadın-erkek için biçilen geleneksel rollerden) çok uzak olduğunu söylemekle söze başlamalıyım. “Aslı Gibidir” (Certified Copy), İranlı yönetmen Abbas Kiarostami'nin başrollerini Juliette Binoche ve William Shimell’in paylaştıkları bir film.  Her ne kadar Toskana’da geçiyorsada Toskana’yı çok az görebiliyorsunuz, yakın çekim ön planda ve bence aşk filminden ziyade pisikolojik bir film- orta yaşlarında ve 10+ yıl birliktelikleri olmuş iki insanın- daha doğrusu kadın ve erkeğin bu süreçteki değişimleri, geldikleri nokta ve iki seks arasındaki farklılıkları çok gerçekçi biçimde, hatta biraz acıtarak ortaya koyuyor diye düşünüyorum.
Bu hafta görmüş olduğum film ise İtalyan yapımı “Benim Adım Aşk” (Sono l’Amore) -iyi haber aynı zamanda İtalya’yı bol bol görüp, koklayabiliyorsunuz- yönetmen Luca Guadagnino, başrollerde ise Tilda Swinton, Eduardo Gabbriellini ve Flavio Parenti var. Burda da bilhassa Tilda Swinton tarafından mükemmel  biçimde oynanan orta yaş döneminde  her şeyi varmış gibi gözüken bir kadının esas olarak yalnızlığı, çok geleneksel olmayan bir biçimde (oğlunun arkadaşı) aşkı buluşu ve eski yaşamını ciddi bir acıyla birlikte terk edişi anlatılıyor. Ana tema bu olmakla birlikte filmde son derece sakin, yumuşak bir şekilde farklı sevgiler de kadının çocukları üzerinden  işlenmiş.
Her iki film de insan ilişkilerinin göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyuyor ve kahramanların pisikolojileri ekrana son derece başarılı bir şekilde yansıyor. DEMET

14 Ocak 2011 Cuma

Yaşam için 13 satır

İnternette dolaşan ve Gabriel Garcia Marquez’e ait olduğu söylenen bu güzel sözleri yazarın kitabını yeni okumuşken bir daha hatırlayalım istedik.
1.Seni sen olduğun icin değil seninle birlikte olduğumda ben olduğum için seviyorum.
2. Hiç kimse gözyaşlarını hak etmez
onlara layık olan kişi ise seni ağlatmaz.
3. Sen istediğinde sana aşık olmaması
sana aşık olmadığı anlamına gelmez.
4. Gerçek arkadaş
elini tutan kalbine dokunandır.
5. Birisine yabancılaşmanın en kötü biçimi yanında oturuyor olup ona hiç bir zaman ulaşamayacağını bilmektir.
6. Hiç bir zaman gülümsemekten vazgeçme
üzgün olduğunda bile! Gülümsemene kimin ne zaman aşık olacağını bilemezsin.
7. Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin fakat bazıları için sen bir dünyasın.
8. Zamanı onu seninle birlikte geçirmeye hazır olmayan biriyle geçirme.
9. Belki de Tanrı uygun kişiyi tanımandan önce yanlış kişilerle tanışmanı
onu tanıdığında minnettar olman için istedi.
10. "Bitti" diye üzülme
"yaşandı" diye sevin.
11. Her zaman seni üzecek birileri olacaktır
yapman gereken insanlara güvenmeye devam etmek kime iki defa güveneceğine daha fazla dikkat etmektir.
12. Birini daha iyi tanımadan ve bu kişinin senin kim olduğunu bilmesinden önce kendini daha iyi bir kişiye dönüştür ve kim olduğunu bilerek kendine güven.
13. Kendini çok zorlama
en güzel şeyler onları en az beklediğinde olur.

YAŞANAN HERŞEYİN BİR SEBEBİ VARDIR

9 Ocak 2011 Pazar

Kolera Günlerinde Aşk

Posted by Picasa



2011 yılının ilk toplantısı Ufuk'un evindeydi. Gabriel Garcia Marquez'in "Kolera Günlerinde Aşk" adlı romanını okuduk. Çoğumuz filmide seyretmişti gelmeden önce. Herkes kitabı sevdiğinden çok güzel tartışmalar yaptık.

Büyülü gerçeklik akımının öncüsü olan usta yazar Gabriel Garcia Marquez'in ünlü romanının arka kapağındaki tanıtım yazısı:
"Kolera Günlerinde Aşk", bırakılmış bir sevgilinin, yeniyetmelik yıllarından başlayarak yaşlılığın alacakaranlığına dek süren yarım yüzyıllık aşkının öyküsü. "Marquez"in, ustalığı, bu öyküyü bir destana dönüştürüyor: aşkın, deli-akıllı, yabanıl-evcil, tensel, romantik tüm biçimlerinin pastoral bir şiirin büyüsüne büründüğü bir destan. On dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla dönüştüğü bir zaman dilimini kapsayan bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştiriyor yazar. Roman boyunca, aşk acılarının lirik rüzgarlarının esintileri arasında, Marquez'in, insancıl mizahı, sürekli olarak duyuruyor kendini. Bu nitelikleriyle, "Kolera Günlerinde Aşk", Marquez'in başyapıtı sayılan "Yüz Yıllık Yalnızlık"ın yanında tartışılmaz bir biçimde yerini alıyor.
Romanın kısa özeti:
19.yüzyılın sonlarında Kolombiya'nın Cartagena kentinde genç bir telgraf memuru olan romantik ve şair ruhlu Florentino Ariza  zengin bir katır tüccarının kızı olan Fermina Daza'ya  ilk görüşte aşık olur. Aralarında gizliden gizliye devam eden bir mektup trafiği başlar. Ancak genç kızın babası Lorenzo Daza bu ilişkiyi öğrenince çılgına döner ve onların evlenmelerine asla izin vermeyeceğine yemin eder. Ayrıca kızını da alarak bir süreliğine şehirden uzaklara giderler. Fermina aradan zaman geçip de tekrar şehre döndüğünde Florentino'ya olan naif aşkının küllenmiş olduğunu anlar ve ondan uzaklaşır. Bir süre sonra Fermina bölgede patlak veren kolera salgını ile mücadele eden ve aynı zamanda seçkin bir aristokrat olan Dr. Juvenal Urbino ile evlenir ve birlikte Paris'e giderler. Cartagena'ya döndüklerinde Fermina ilk aşkını unutmuş gibi görünür. Bu arada artık varlıklı bir iş adamı olan Florentino ilk aşkını hiç unutmamıştır. Büyük bir sabırla ilk aşkı ile tekrar bir araya gelebilmek için yarım asır sürecek bir bekleyiş içine girecektir.

Gruptan ilk gelen yorumlar şöyle:

3 Ocak 2011 Pazartesi

Gabriel Garcia Marquez

2011 yılının ilk toplantısı 5 Ocak Çarşamba Ufuk’un evinde. Tartışacağımız kitap, Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” isimli romanı. Toplantıya gitmeden yazarı biraz tanıyalım:
1927'de kuzey Kolombiya’da küçük bir şehir olan Aracataca'da doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyüdü. Boş inançlara bağlı, olağanüstü olayları doğallıkla anlatan, her söylenene inanan bu kadınların anlattıkları, yazarın üslubunun biçimlenmesine büyük etki yaptı
Márquez 12 yaşında kazandığı bir burs sonucu başkent Bogota'nın kuzeyindeki Zipaquirá şehrinde Compañía de Jesús 'da eğitim gördü.1946 yılında ebeveynlerinin isteği üzerine Universidad Nacional de Colombia 'da hukuk eğitimi almaya başladı. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.

Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında okulu yarım bırakan Márquez, şiir ve edebiyatla igilenmeye başladı..

1954 yılından sonra küçük öykü ve film senaryoları da yazdığı "El Espectador" gazatesinde çalışmaya başlamıştır. Gazetecilik
deneyimi sayesinde romanlarındaki büyülü gerçekçiliği, tuzağa düşmeden, ayaklarını yere sağlamca basarak işleyebildi. İlk kitabı La hojarasca (Yaprak Fırtınası) 1955 yılında Bogota'da yayınlandı. Politik görüşlerinden dolayı uzun yıllar Meksika ve İspanya'da sürgün yaşadı.
Gazatecilik mesleği onu Roma, Polonya, Macaristan, Paris, Caracas ve New York gibi yerlere sürüklemiştir. Bu arada da sürekli öykü ve senaryo yazmaya devam eden yazar, 1967’de yayınlandığında edebiyat dünyasında büyük yankılar uyandıran "Yüzyıllık Yalnızlık"tan sonra çarpıcı bir anlatımla, büyülü gerçekçilikle işlediği pek çok roman yazdı. 1982’de  Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.
Yazarın 70. yaşgünü kutladığı 1997 yılı medya tarafından Gabriel Marquez yılı olarak ilan edilmiştir. Kolombiyalı yazar,  2005 yılından beri  Ciudad de Mexico'da yaşamaktadır.
Yazarın Türkçeye çevrilmiş bazı romanları: Aşk ve Öbür Cinler, Başkan Babamızın Sonbaharı, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Labiretindeki General, Şili'de Gizlice, Yüzyıllık Yalnızlık, Şer Saati, Benim Hüzünlü Orospularım
Öyküleri ise: Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Bir Kayıp Denizci, Hanım Ana'nın Cenaze Töreni, Kötü Saatte, On İki Gezici Öykü, Yaprak Fırtınası, İyi Kalpli Erendira, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm

Veda Mektubu

Lenf kanserine yakalandığı için kendini sosyal hayattan çeken Gabriel Garcia Marquez'in değişik dillere çevrilerek internet üzerinden dünyayı dolaşan hayatı anlatan veda mektubu:
Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın
tadından zevk almaya bakardım. Eğer tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
 Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı
bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
 Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni
doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?