29 Mart 2022 Salı

Fotoğrafta Kadın da Vardı

                                           

                                               Yazar: Heinrich Böll

                                               Orijinal Adı: Gruppenbild mit Dame

                                               Orijinal Dili: Almanca                                     

                                               Yayınevi: Can Yayınları

                                               Çeviren: Sezer Duru

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021 – 3. Baskı

 

Çağdaş Alman edebiyatının büyük ustası Heinrich Böll, Fotoğrafta Kadın da Vardı adlı romanını yayımladığı yıl, 1972’de, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Almanya gerçeğini, özellikle de savaş yıllarında faşizmin pençesi altında kıvranan Alman toplumunun çöküşünü bu kitabında büyük bir ustalıkla dile getiriyor yazar. Ellisine yaklaşan, 1922 ile 1970 arasında yaşanan o “Tarih”in yükünü sırtlanan bir Alman kadının hikâyesi bu. Her türlü toplumsal tutuculuğa karşı çıkan, şimşekleri üzerine çeken Leni ve tutsak düşmüş Rus askeri Boris... Tutkulu bir anlatımla gözler önüne serilen bu aşk atmosfe­rinde Alman ruhunun iyi ve kötü yanları, savaş yılları, Türk işçilerinin Almanya’ya gidişlerine rastlayan 60’lı yılların başlarında yaşanan sürtüşmeler... Bütün eserlerinde olduğu gibi sevgi, dostluk, içtenlik gibi değerleriyle insan olmanın estetiğini vurguluyor Heinrich Böll.                                         


Yorumlarımız:

 

Yazarın Leni Gruyten Pfeiffer’ın hayatını yazmak için onu tanıyan kişilerle yaptığı görüşmelerden oluşturduğu bir kitap “Fotoğrafta Kadın da Vardı”.

Leni kim?? Hakkında kitap yazılacak kadar neden önemli?? Romanın sonuna kadar bunu merak ederek okudum.

Aslında Leni’nin Hitler döneminde yaşamış sıradan Alman vatandaşlarından hiçbir farkı yok.Yazar Leni ve çevresindeki insanları romanlaştırırken, Almanya’nın 50 yıllık tarihinde (1920 – 1970), hatta bazı karakterler şahsında Birinci Dünya Savaşı yıllarına bile inerek geniş bir zaman diliminde sıradan insanların yaşamlarını konu ediyor. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı yıllarında hayatta kalmaya çalışan bu insanların, savaş bitti dendiğinde bile uzunca bir süre hayatlarının normale dönmemesi, sefaletleri, açlıkları, psikolojileri, cinsel ilişkileri, aşkları, arkadaşlıkları, dayanışmaları anlatılıyor.

Aslında roman Leni’nin romanı olduğu kadar “Savaş”ın da romanı. Bugünlerde televizyonda Rusya – Ukrayna Savaşını izlerken bu romanı okumak içimi çok acıttı. Evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar, yanmış, yıkılmış evler, başka ülkere göç edenler… Savaş bittiğinde ne olacak … eski hayatlarına, hayallerine kaldığı yerden devam edebilecekler mi??

1939 yazında, 17 yaşında, yeni ehliyet almış, araba kullanan, dans etmeyi seven, tenis oynayan, babasının iş yerinde çalışan, seveceği ve kendisini sevecek bir erkeğin hayallerini kuran Leni’nin hayatı İkinci Dünya Savaşının başlaması ile alt üst olur.İlk sevdiği erkeğin, abisi ile birlikte savaşın başında şehit düşmesi….. İzne geldiğinde tanışıp üç gün evli kaldığı Alman Subay Alois Pfeifer’ın birliğine döner dönmez şehit olması… annesinin ölmesi… babasının şirket hesaplarında sahtecilik tespit edilmesi ile iflas etmesi ve ortadan kaybolması… savaş zamanında bile insanların ölülerine saygıdan çelenk yaptırmak istemelerinden dolayı bir çiçekçide çalışmaya başlaması… çalıştığı iş yerinde bir Rus savaş esirine aşık olması… aşkını kimseye belli etmeden gizli gizli yaşaması…. Bombardımanlardan korunmak için mezarların altını kazıp kendilerine sığınak yapmaları… Karaborsaya düşen yiyecekleri alabilmek için sık sık borç alması… borçlarını ödeyemeyince doğduğundan beri içinde oturduğu evi çok ucuza satması…. Yasak aşkın sonucu hamile kalıp oğlunu binbir zorlukla doğurması… Savaş bitti diye sevinirken Rus sevgilinin yakalanıp başka bir kampa gönderilmesi ve orada ölmesi…. Zorlukla büyüttüğü oğlunun 25 yaşında hapse girmesi… Şimdi 48 yaşında iken Türk sevgilisi çöpçü Mehmet’ten hamile kalması….

Yani 17 yaşında iken ‘Kentin en Alman Kızı’ seçilen bu güzel kız, 48 yaşına geldiğinde hala etrafında olan kişiler tarafından arzulanan ve güzel diye nitelenen bir kadın olmasına rağmen geçen yıllarda ülkesi gibi büyük bir çöküntü yaşamış. Yine de her şeye rağmen piyano çalarak, kitap okuyarak, şiirler söyleyerek, keyifli kahvaltılar yaparak hayata tutunmaya, etrafına yaşam sevinci saçmaya çalışıyor ne kadar kederli bir yaşamı olursa olsun.

Romanda yalnız Leni’nin değil onlarca karakterin daha hayat hikayelerine tanık oluyoruz. Bu toplumda özellikle kadın olarak yaşamanın zorlukları anlatılıyor. Aslında Alman toplumunun savaşa karşı bakışını, insanların ikiyüzlü maddiyatçılığını, yapılan iyilikleri nankörce unutanları, "savaşın tadını çıkar dostum, barış korkunç olacak" mantelitesini gözler önüne sermiş. Faşizme karşı oldukça güçlü yergiler barındıran eser, aynı zamanda savaş sonrası başlayan cinsel serbestlik devrimini de anlatıyor. Savaştan sonra ülkeye gelen yabancı işçilere yönelen öfke ve nefret de çok güzel anlatılıyor. Yazar 2. Dünya Savaşında Nazi rejiminde savaşmış, savaş sonunda da Amerikalılara esir düşmüş bir Alman olduğundan savaşın içinde biriken anılarının elbette yazılanlara da yansıması oluyor. Kendisi de savaşa istemeden gittiği için romanda bazı karakterin savaşa gitmemek için yaptıklarını okuyoruz.

Değişik bir yazım tekniği kullanmış yazar, elinde kamerayla adeta bir belgeselci gibi adım adım Leni’nin hayatıyla ilgili bilgi topluyor onu tanıyan insanlardan ve bu parçaları birleştirerek hikayeyi anlatıyor. Okuması çok kolay değil. Oldukça fazla karakter var ve bu karakterlerin Almanca isimlerini karıştırmak çok kolay. Ayrıca birde kısaltmalar var.Yazar bazı isimleri ve kelimeleri kısaltarak yazıyor. Mesela ‘bundan sonra gözyaşına g. diyeceğiz’ diyor ve gerçekten gözyaşı kelimesi yerine g. kullanıyor. Veya ilk bölümde Marja van Doorn diye bahsedilen karakterin sonradan MvD olarak yazılması. Bunlar gibi onlarca kısaltma okurken zorluyor,  unutmamak için not almak gerek.

Zor okudum desem de çok beğendiğim bir roman oldu. Alman Edebiyatının çok sevilen bir yazarının okuduğum ilk kitabı idi. Şimdiye kadar İkinci Dünya Savaşı ile ilgili okuduğum kitaplar veya seyrettiğim filmler genelde cephedeki askerleri veya toplama kamplarındaki Yahudileri anlatıyordu, ilk defa cephe gerisindeki sıradan insan hikayerini anlatan bir roman okudum.

Herkese tavsiye ederim, hele savaş dönemi romanlarına meraklı olanlar için okunması gerekli bir roman. NURİZER

 

Sevgili Okur,

Kitap kulübümüzün Mart 2022 için kitap seçimi oy çokluğu ile çağdaş Alman yazar Heinrich Böll’ün  ‘Fotoğrafta Kadın da Vardı’ adlı romanı idi. Bu romanı seçtiğimize sevinmiştim, çünkü bu zamana kadar bu meşhur yazarın hiçbir kitabını okumamıştık ve üstelik yazar bu kitabı yazdıktan hemen sonra yani 1972 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı.

Sonda yazmam gereken bir konuyu hemen başta yazarak sizlere bir şeyi samimiyetle ifşa etmek istiyorum: şayet kitap kulübü için olmasa idi kitabı başladıktan kısa bir süre sonra bırakabilirdim. Benim için çok  zor okunan bir kitaptı  ve bu nedenle de dikkatim kolayca dağılabiliyordu. Bitirince ise iyi ki bu düşünceyi kafamdan atıp, okumuşum dedim. Çünkü bence bu romanın en özgün tarafı yazılış şekli, yepyeni bir kurgulama yaklaşımı , çok katmanlı yapısı, kısaltmaların kullanılması gibi ilginç yazım teknikleri ve düşünmeye sevkeden yazının griftliği, derinliği. Öyle ki yazılanlar okunup, akıl süzgecinden geçirilip, herkesin kendi kurgu anlayışıyla roman yeniden yazılıp, daha sade ve akıcı hale getirilebilir. Bu tür bir fantezi tabi ki romanın öznel değerini ve Nobel adaylığını yitirmesine neden olurdu!

Kitap birinci dünya savaşının sonundan 1970 lere kadar olan, özellikle de ikinci dünya savaşı döneminde ve sonrasında  yaşanılan acıları ve diğer sosyal, toplumsal yaklaşımları paylaşan adeta bir belgesel gibi. Yazarın bu dönemi çok iyi bilmesi, ikinci dünya savaşında esir alınması yazılanları çok gerçekçi kılmış.  Kitabın ana karakteri Leni Gruyten Pfeiffer. Yazar Leni’yi direk olarak değil çevresindekilerle konuşarak anlatıyor: yani ailesi, arkadaşları , sevgilileri , okul ve iş arkadaşları ile. Bu görüşmeleri ve yorumları bir üçüncü şahıs romanda anlatıcı olarak kaleme döküyor. Ayrıca romanda tek bir olay başlayıp, gelişip sonuçlandırılmamış. Edebiyatçıların deyişine göre söylersek bu roman ne olay, ne karakter ne zaman açısından lineer değil. Ayrıca 125 e yakın karakter olduğu için romanı tam kavramak, anlamak hatta zevk almak için belli başlı karakterleri mutlak not etmek gerek. Bunlar olmadan bu kitap ancak bence ‘öylesine okunmuş’ olur…

Romanda özellikle ikinci dünya savaşı sırasında Almanların faşizan davranışları , halkın çektiği acılar, savaş sırasında ve sonrasında kadınlara, göçmenlere karşı olan adaletsiz tutum, daha çok  Leni gibi toplumun katı prensiplerine, önyargılarına karşı gelen bir karakter vasıtası ile anlatılıyor. Kitapta çok çeşitli , birbirinden bağımsız, ancak hemen her zaman Leni ile ilişkilendirilen olaylar ve kişiler var: örneğin Leni’nin büyük aşkı Boris; Leni’nin  göçmen sevgilisi Mehmet; hapisteki oğlu Lev, rahibe Rahel ve daha  niceleri. Bu anlatımlarda tasvirler çok canlı. Ancak bazen o kadar derine iniliyor ki konu dağılıp gidiyor. Son derece gereksiz gibi görünen ayrıntılara yer verilmesi insanı düşündürüyor: acaba bu da yazarın bir kurgu bilmecesi mi diyerek..

Son olarak bu roman konusunda şunları söyleyebilirim: Savaşlar hep acılarla dolu: Bunları şimdi de yaşıyoruz. Göçler, vatan dışında yaşamak insanları hep ikinci hatta sonuncu pozisyona sokuyor toplumda: Bunları şimdi de yaşıyoruz. Kalıp dışına çıktığında, önyargılara baş kaldırdığında tokmağı hep kadın yiyor, özellikle cinsel kavramlarla bağdaştırılarak: bunları dün de yaşadık, bugün de. Onun içindir ki bu roman içeriğinden/olaylardan  çok, değişik yazı ve kurgulama teknikleri  ile romancılığa yeni bir rüzgar, radikal bir bakış açısı getirmiş. İşte tüm bu nedenlerle okuması zor da olsa iyi ki okudum diyorum. Ve meraklısına siz de okuyun diyorum. LEYLA

 


8 Mart 2022 Salı

Heinrich Böll

 



Heinrich Böll, 21 Aralık 1917’de, Viktor Böll’ün ikinci eşi Bayan Maria’dan, ailenin üçüncü çocuğu olarak doğuyor. Savaş yılları olması sebebiyle, Böll ailesi, 1921’de, Köln-Raderberg’de, eski kentin güneyine taşınır, ancak aile, 1930’un ilkbaharında, para sıkıntısından dolayı, evlerini satıp, yeniden Köln’ün güney semtine göç etmek zorunda kalır. Heinrich Böll, 1924 yılında okula gitmeye başlar. 1928 yılında da, Köln Hümanist Keiser-Wilhelm Gymnasium (lise) Devlet Okulu’na girer.

Erken yaşlarda şiir yazmaya ve küçük işlerde çalışmaya başlıyor. Üniversitede okurken, ilk gençlik aşkıyla evleniyor. Bu arada yükselen milliyetçi, faşist  dalgaya karşı duruyor. Savaş başlayınca, kaçmak için çok çabalıyor ama sonunda, birçok genç erkek gibi, okuluna, aşkına ve hayatına el sallıyor. Çalışma kampının ardından savaşa gönderiliyor. Piyade olarak doğu ve batı cephesinde kaldıktan sonra esir düşüyor. Savaş bitince,  doğup büyüdüğü Köln’e geri dönüyor.

Savaşa, ölüme inat, art arda üç tane çocukları oluyor. Üstelik bu kadar yoksulken! Yarım bıraktığı üniversite öğrenimini tamamlamak istiyor fakat çalışmak zorunda olduğu için bunu başaramıyor. 1947 yılında ilk kısa öyküsü “Haberci”, sonra ilk romanı “Ademoğlu Neredeydin?” yayınlandı. Yapıtlarında İkinci Dünya Savaşı'nı, özellikle de insanların nasıl savaştıklarını, savaşın yıkıntılarını ve acılarını anlattı.Telif ücretleri yetmediği için düşük ücretli işlerde çalışıyor.  

 1953 yılında "Ve O Hiçbir Şey Demedi" adlı en ünlü romanını yazarken aklında tek bir gerçek vardı. Savaş yanında yoksulluk ve zor koşullar getirmiş, hayatını değiştirmişti. Mayına bastığı için yaralanan dizini iyileştirebilmek için para gerekliydi. O yüzden Böll, 5 gün evden çıkmadan bu eseri yazdı. Yayınevinden aldığı para ile de dizini eski hale getirmeyi başardı ve yazar olarak kariyerine devam etti ve Alman Dili ve Edebiyatı Akademisi'ne üye oldu.

1954 yılında yayınlanan “Babasız Evler -Haus ohne Hüter” romanı Fransız yayınevleri tarafından en iyi yabancı roman ödülüne lâyık görülür.  Aynı yıl Böll, P.E.N. Yazarlar Derneği'nin Federal Almanya şubesine üye olur.

 “İrlanda Güncesi -Irisches Tagebuch”, “Dokuz Buçukta Bilardo -Billard um halbzehn”, “Savaş Çıktığında -Als der Krieg ausbrach”, “Savaş Bitince -Als der Krieg zu Ende war” “Palyaço -Ansichten eines Clowns” adlı eserleri peşpeşe yayınlanır. Kısa sürede, bütün dünyada tanınıyor, yüzyılın önde gelen klasikleri arasına giriyor. Savaşı, sıradan faşizmi, yıkımı, yoksulluğu, hastalıkları, tarifsiz acıları, çözülüp dağılmış bir toplumun debelenmesini keskin gözlem yeteneği ve sade üslubuyla anlatıyor. Sıradan insanları, savaşçıları, çocukları, öksüz olanları, savaşta sakatlananları, dul kadınları, aklını yitirenleri…

1971 yılında “Fotoğrafta Kadın da Vardı -Gruppenbild mit Dame  adlı romanı yayınlanır. 1972 yılında Nobel Edebiyat Ödülü de,  Sokaktaki insanın yıkım, acı ve umutlarını işlerken,  kalemini otoriteye, zorbalığa, suçluluk ve hınç duygusuna karşı mızrak edinirken sergilediği dürüstlüğü, kişisel bütünlüğü ve ilkeli çağdaşlığına karşılık bir takdir” olarak veriliyor.

Yazarlığın yanında, etkin bir insan, politik bir özne, “küçük” insanların  avukatı, her türlü şiddete karşı ahlaki duruşun sembolü oluyor. Düşünce özgürlüğünü, her yerde, herkese karşı savunuyor. Sovyetler Birliği'nde çok popüler olduğu halde, Soljzestin, Saharov gibi yazarları destekliyor. Angela Davis'e karşı yürütülen dava nedeniyle ABD kamuoyuna çağrıda bulunuyor. Kore’de yıllarca hücre hapsinde tutulan yazar Kim Chi Ha’nın “insanlık namına” serbest bırakılması için kampanyalara girişiyor. Polonya'daki askeri rejimi protesto ediyor. ABD'nin Nikaragua'ya müdahalesine karşı çıkıyor. Kısaca Böll, tüm dünyadaki her türlü hak ihlaline karşı mutlaka bir eylem içine giriyor.

1974 yılında “Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru -Die verlorene Ehre der Katharina Blum” adlı öyküsü yayımlanır. Böll, İnsan Hakları Birliği (Liga für Menschenrechte) tarafından Carl-von-Ossietzky madalyasına lâyık görülür. Öyküyü aynı yıl sinemaya uyarlar.

Böll'ün ilk biyografik metni olan “Ne Olacak Bu Çocuğun Hali? Ya da Kitaplarla Alakalı Bir Şey -Was soll aus dem Jungen blo? werden? Oder: Irgendwas mit Büchern” 1981’de yayınlanır. Alman Ordusu'nun teslim oluşunun 40. yıldönümü vesilesiyle, 1985’te “Dört Oğluma Mektup ya da Dört Bisiklet -Brief an meine vier Söhne oder vier Fahrräder” adlı eseri yayınlanır.

Heinrich Böll’ün ölümü de, yaşamının bir özeti sanki. 1985'te, Langenbroich'deki çiftlik evinde, gelen misafirlere kapıyı açmak için koşarken merdivenden yuvarlanıyor. Cenazesi çok görkemli oluyor. Sıradan insanlar, yazarlar, politikacılar, belediye başkanı, devlet başkanı…

Kasım 1987’de  dostlarının girişimiyle kurulan Heinrich Böll Vakfı, pek çok yazarla buluştuğu, güzel kitaplar yazdığı çiftlik evini  dünya yazarlarının kullanımına açıyor. Evin içinde herkesin bir izi, bir hatırası var. Burada çalışan yazarlar her sabah kapıyı açtıklarında girişteki şu pankartla karşılaşıyor.  “Aufstehen für den Frieden!” Her sabah, her sabah, böyle dağ başında… Barış için ayağa kalk!”