29 Aralık 2013 Pazar


İnci Gibi Dişler


                                                     Yazar: Zadie Smith
                                                     Orijinal Adı:  White Teeth
                                                     Orijinal Dili: İngilizce
                                                     Yayınevi: Everest Yayınları
                                                     Çeviren: Mefkure Bayatlı
                                                     Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011- 12.Baskı

Her türlü aşırılığın revaçta olduğu Londra'nın kenar semtlerinden birinde, farklı renklerin, farklı dinlerin ve farklı kuşakların, Jones'lar İkbal'ler ve Chalfen'ler gibi üç renkli ailenin, .oluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında, göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt-kültürlerin ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan parodisini...
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

İnci Gibi Dişler romanına Zadie Smith Cambridge Edebiyat Fakültesi’nde okurken daha 21 yaşında başlamış ve 25 yaşında bitirmiş. Birçok önemli ödüller kazanan bu romanı bu yaşta yazabildiği için yazara büyük saygı duyuyor ve önünde şapka çıkarıyorum. Bence müthiş bir donanım ve entelektüel kapasite. Kadınları tanımış, erkekleri çözmüş, çeşitli dinlerin içerikleri konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmuş, hatta yaşlı, genç her insanın karakterlerini, ruhunu rahatlıkla betimlemiş…

Romana gelince: Bangladeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi-katolik Chalfen ailelerinin İngiltere’ye göçtükten sonraki ve birbirine geçmiş hayat hikâyelerini uzun uzun anlatıyor. Bu hikâyeler bize göçmenlerin veya azınlıkların ne tür ekonomik, sosyal, kültürel, etik ve eğitim   sorunları ile karşı karşıya olduklarını bir kez daha gözler önüne seriyor. . Bunları okurken hep aklıma 1960 lı yıllardan beri Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göç eden ve sayıları şimdi milyonları bulan Türk işçilerinin, onların çocuklarının ve torunlarının bitmek bilmeyen çilelerini aklıma getirdi. Hatta yaklaşık iki hafta önce, Almanya federe hükümeti,  Göç İşlerinden sorumlu bakanı için bir Türk göçmenini seçerek   bu sorunlara yardımcı olabileceğine kanımca inandığını gösterdi. ‘İkinci vatan’ teması ve onunla ilişkili insan manzaraları globalleşen dünyamızda artık hep var olacağa benzer. Bunu bir roman tadında ve okuyucunun ilgisini çekerek yazmak maharet işi. Ben romanı okurken zaman zaman sıkıldım, çünkü bazı bölümler bana lüzumsuzca uzun ve hatta kopuk geldi. Takip etmekte güçlük çektim. Gene de farklı kültürleri okumak isteyenler için güzel ve kapsamlı bir roman… LEYLA

Zadie Smith “ İnci gibi Dişler” adlı romanında Londra- İngiltere’de göçmen olarak yerleşmiş farklı etnik guruplara ait kişilerin entegrasyon sorunlarını, gelenek ve görenek çatışmalarını, yaşam şartlarını özellikle üç aile üzerinden anlatmakta. Kitaba bu gözle baktığımda oldukça başarılı ve detaylı anlatımla bu yaşamlara tanık oluyoruz. Diğer taraftan ise oldukça uzun ve zaman zaman sıkıcı olabilen bir üslupla karşı karşıya kalıyor insan. Bu nedenle kitabı sevdim veya sevmedim diye bir yorum getirmekte zorlanıyorum. Ancak benim için kitabı okurken tekrar tekrar karşıma çıkan, çok enteresan bulduğum bir simge “diş” oldu. Diş her ne kadar köklere vurgu yapmak için kullanılmış olsa bile bence yazar “diş”i aynı zamanda tüm ırk, renk ve etnik köken farklılıklarının yok olduğu yani kişilerin her hangi bir sınıfa sokmanın mümkün olmadığı bir uzuv olarak- hatta beyaz İngiliz olmayanların dişleri daha “beyaz”, daha göz alıcı olabiliyor- kullanılmış diye düşünüyorum.   DEMET

Londra’nın kenar semtlerinden birinde yaşayan üç farklı ülkeden göçmüş üç farklı dine inanan üç ailenin üç kuşağının başından geçenleri trajikomik bir şekilde anlatan bir roman okuduk bu ay. Yazar kendiside göçmen bir aileden geldiğinden göçmenlerin sorunlarını, psikolojik durumlarını çok iyi gözlemlemiş. Hangi pozisyonda olursa olsun her göçmen değişik umutlarla yurtdışına gider, ama bir gün daha iyi şartlarla ülkesine dönmek hep aklındadır. Uzaktayken ülkesine, geleneklerine, kültürüne ve dinine daha çok bağlanır. Aslında çok yorum yapmadan kitaptan aldığım şu iki alıntı karakterlerin ikilemini çok iyi anlatıyor:

''Gerçekten anlayamıyorum. Bugünlerde, bana bu ülkeye ayak bastığın anda şeytanla anlaşma yapıyorsun gibi geliyor. Giriş kapısında pasaportunu uzatıyorsun, damgalanıyorsun, biraz para kazanmak istiyorsun, bir işe girişiyorsun... ama niyetin geri dönmek! Kim burada kalmak ister ki! Soğuk, nemli, berbat bir yer: Kötü yiyecekler, iğrenç gazeteler, kim burada kalmak ister? Kimsenin seni hoş karşılamadığı, sadece tahammül ettiği bir yerde kalınır mı? Sadece tahammül ettiği. Sonunda evcilleştirilmiş bir hayvanmışsın gibi. Kim kalmak ister? Ama şeytanla anlaşma yaptın... seni ele geçiriyor ve birden dönecek halin kalmıyor, çocuklarını tanımakta güçlük çekiyorsun, artık yersiz yurtsuz birisin.''
''Bu yüzyılın başlarında Tayland Kraliçesi, çok sayıda uşakları, hizmetçileri, halayıkları, ayak yıkayıcıları ve çeşnicibaşılarıyla tekne gezintisi yaparken, aniden teknenin kıçı büyük bir dalgaya çarpınca, Kraliçe, Nippon-Kai'nin mavi sularına düşmüş, yardım istemesine rağmen teknedeki hiç kimse yardımına koşmayınca Kraliçe ölmüş. Yapılan açıklama dış dünyaya anlamsız gelse de Taylandlılar durumu hemen kavramıştı: Gelenek, o gün de günümüzde de hiçbir kadın veya erkeğin Kraliçe'ye dokunmasına izin vermez.
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''

Romanın başında her olayı fazla detaylı anlatan yazar sonuna doğru bu detaylardan vazgeçince okuması daha keyifli oldu. Bittiğinde ne kadar çok karakter ve konu vardı diye düşündüm, yine de okuması zaman zaman sıkıcı olsada okumanızı tavsiye ederim. NURİZER


Jamaika kökenli İngiliz yazar Zadie Smith 1997 yılında yazmaya başlayıp 2000 de yayımladığı İnci gibi romanı ile aynı sene en çok satan kitaplar arasına girmeyi başarmış. Yazar bu romanında farklı kültürler ve dinler arasına sıkışmış Londra’nın kenar mahallelerinde  yaşayan yabancı kökenli bir gurup insan ve bunların arayış ve çelişki içinde geçen yaşantısını anlatıyor. Zadie Smith Jamaika ve Bengladeş’den göçen iki ailenin batı kültürüyle sürekli kavgalarını, o kültürü reddetmelerini oldukça detaylı [ yer yer sıkıcı olacak kadar] olarak aktarıyor. Kitap her iki ailenin  yaşamlarına Yahudi Chalfen’lerin  girmesi ile biraz da olsa  hareketleniyor ancak karekterlerin kalabalıklığı, uzun anlatımlar kitabı sıkıcı olmaktan kurtaramıyor. BEYZA

Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;

Birincisi,  yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı  Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.                                
Güzel  kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA  
                                                                                                                            

 

26 Aralık 2013 Perşembe

Zadie Smith



Zadie Smith, Londra'nın kuzey batısında çoğunlukla işçi sınıfının yaşadığı Brent kasabasında, Jamaikalı bir anne ve Britanyalı bir babanın çocuğu olarak Sadie Smith ismiyle (ismini 14 yaşındayken değiştirmiştir) 1975 yılında doğdu. Jamaika’da doğup büyüyen ve 1969 yılında İngiltere'ye göç eden annesi, babasının ikinci eşidir.
İngiliz edebiyatı eğitimi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne bağlı King's College'da okurken kısa hikâyeler yazmaya başlayan yazarın bu hikâyelerinden bir kısmı öğrencilerin yazdıklarından derlenen Mayıs Antolojisi'nde yayınlandı. Bu hikâyeleri ile bir yayıncının ilgisini çekip ilk romanı için teklif aldı.“İnci GibiDişler”in yayınlanacağı tamamlanmasından çok önce 1997 yılında duyuruldu. Pek çok yayıncının almak için çabaladığı roman Smith'in Cambridge'deki son senesinde bitti ve 2000 yılında yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitapların arasına girdi. Roman yazara Whitbread İlk Roman Ödülü'nü, The Guardian İlk Roman Ödülü'nü, Commonwealth İlk Roman Ödülü'nü, Betty Trask Ödülü'nü ve James Tait Black Memorial Prize for Fiction'ı kazandırdı. 2002 yılında Channel 4 tarafında televizyon dizisi olarak çekildi.
Röportajlarında ilk romanının başarısından sonra bir süre yazamama krizine girdiğini söyleyen Smith'in bu krizi uzun sürmedi. 2002 senesinde ikinci romanı “İmza Toplayan Adam”ı yayınlandı.Üçüncü romanı “Güzelliğe Dair” Eylül 2005'de yayınlandı ve Man Booker Ödülü'ne aday oldu.
Yazar kendisi gibi edebiyatçı olan Nick Laird ile 2004 yılında evlendi. Çift şu anda Kuzey Londra'da yaşamaya devam ediyor.

19 Aralık 2013 Perşembe

Beşinci Yılımıza Girerken....


Biz 8ekiz Kitap Kulübü kadınları bugünlerde dört yılımızı doldurup, beşinci yılımıza girmenin heyecanını yaşıyoruz. Bu yıllar boyunca baştan tahmin edemediğimiz kadar anı biriktirdik ve bunlardan en güzellerini sizlerle paylaşmak istedik:
 
Her şeyden önce ve önemlisi kırk üçü aşkın roman  okuduk. Bu kitapların yaklaşık yarısı yerli yarısı yabancı yazarlara aitti. Kitapları seçerken böyle eşit bir ağırlık olsun diye yola çıkmadık, bu kendiliğinden gelişti. Zaman zaman popüler kitaplar, zaman zaman klasiklerden okuduk. Romanları tartışırken hem yazarı, hem yazarın kurgusunu, üslubunu ve hem de içeriğini/karakterleri uzun uzun konuştuk. Çoğu zaman çevirilerden dert yandık. Tartışmalarımızla dağarcığımıza bir dolu yeni bilgi kattık, ufkumuzu genişlettik, eğitildik ve eğlendik. 

Birlikteliğimizin ikinci yılının sonunda 8ekiz Kitap Kulübünün bloğunu açtık. Bloğumuzda okuduğumuz kitapları ve bu kitaplara ait eleştirilerimizi sizlerle paylaştık. Aynı zamanda güncel sanat olaylarına da bloğumuzda yer verdik. Okuduğumuz kitapları tartışmak için her ay birimizin evinde toplanmak bize büyük zevk verdi. Özenle hazırlanan  yiyeceklerin hepimizin ortak merakı olduğunu sevinerek gördük. Hazırladığımız pastalardan şimdiye kadar 83 tanesine de bloğumuzda yer verdik.
 
Biz sekiz kadın bu süreçte bir aile gibi olduk. Bu aileden bir arkadaşımızın bir torunu oldu; iki arkadaşımızın çocukları evlendi; bir arkadaşımızın kızı nişanlandı; iki arkadaşımızın çocukları üniversiteye girdi. Güzel günlerimizde sevinçleri paylaştık, zor günlerimizde birbirimize destek olduk. Ama hiçbir zaman kitap okumayı ertelemedik. Kısacası 8ekiz kitap kulübü bizim için bir başarı hikâyesi. Çünkü orada hepimizin  yürekten katıldığı değerlerimize sarıldık: kitaplar bizim arkadaşımız, dostumuz oldu. Bunun için birbirimizle rekabet etmedik, ya da edebiyat kibirliliği yapmadık. Herkes bildiğini, düşündüğünü ortaya koydu ve hararetle tartıştık. Ancak sonunda demokrat yaklaşımdan ve çoğulcu kararlardan vazgeçmedik. Hepimiz olgun, kendi ile barışık kişiler olsak da eksik kaldığımızda birbirimizi tamamlamasını bildik. Her zaman eğlenmenin de bir yolunu bulduk.  Şimdi bu bütünlüğün ve beraberliğin hep devam etmesini istiyoruz. Bu birliktelikte kitaplar bizim ışığımız olacak; dostluğumuz bizim yüreklerimizi besleyecek;  ortak meraklarımız keyfimizin anahtarı olacak. 

Dileğimiz odur ki, 8ekiz Kitap Kulübümüz biz var oldukça hep yaşasın, kimse bizi kıskanmasın, ama imrensin. Böylece yeni kitap kulüpleri kurulsun, kültürümüz, dünyamız zenginleşsin.Yoksa Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabında söylediği gibi ‘gündelik hayatın hayhuyu içinde…..insan her şeyin tekrarlandığını hisseder.. ’. Tekdüzelik ve teklik mutsuzluk getirir. Güzel kitap birliktelikleri dileklerimizle yeni yılınızı kutlarız.    LEYLA
 
 
 

3 Aralık 2013 Salı

O Muhteşem Hayatınız


                                                Yazar: Oya Baydar

                                                Yayınevi: Can Sanat Yayınları                                               

                                                Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem

                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2012- 1.Baskı
 

“Hangisi gerçek hayatım benim? Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?"
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
 

Yorumlarımız:

Coşkularının peşinden koşan, toplumdaki önyargı ya da alışılmışlıklara pirim vermeyerek kendi hayatlarını ellerinden geldiğince ödün vermeden yaşayan, birbirleriyle kaderleri garip bir şekilde  geri kalan yaşamlarını tamamen değiştirecek şekilde kesişen kahramanlar alıp götürüyor "Oya Baydar" ın hikayesini...
Keyifle ve çok akıcı bir şekilde okunan kitabı kahramanları yargılamadan ve kendinizle özdeşleştirmektense , duygularını, heyecanlarını anlamaya çalışarak okumak öykünün hümanist bakışına ulaşmanızı sağlıyor....Onlar hayatta "yüreklerinin onları götürdüğü yere" gitme cesaretini gösteren insanlar olarak ayrı ayrı özeller bana göre...Ve ayrı ayrı alkışlanmayı hak ediyorlar.....Diva (Aliye Sema), Arya,Toplayıcı, Cansa.......
Toplumsal , kültürel değerlerin DNA larımızın derinliklerine hiç farkında olmadığımız kadar  güçlü sızabileceği, yer yurt mekan demeden fırsat bulduğunda kendini açık edivereceği gerçeği son derece etkileyici sunuluyor kitapta......Ve bu değerlerin insanları nasıl zenginleştirebildiği sarıp sarmaladığı hiç hesapta yokken, ne kadar duyguyla aktarılıyor...
Memleketimizin maalesef çok iyi bilmediğimiz ve tartışamadığımız yakın tarihine ışık tutup merakımızı kışkırtıyor roman biraz acı biraz gurur biraz şaşkınlık yaratarak..... UFUK
 
Oya Baydar’ın okuduğumuz ikinci kitabıydı ve her şeyden önce okuması kolay ve sürükleyici bir kitap olduğunu söylemek isterim. Kitapta her ne kadar bir opera sanatçısının hayatı anlatılmakta ise de esas olan gıpta ile bakılan hayatların hiçte dışarıdan gözüktüğü gibi “mükemmel” olmadığı, insan ilişkilerindeki hatalar, kopukluklar, bencillikler bunların karşılığında ödenen bedeller anlatılmakta. Diğer taraftan bu hayat bir de Dersim olaylarıyla ilişkilendirilmiş- daha doğrusu Diva’nın hayatı anlatılırken bir de Doğu coğrafyası, tarihi, yöre insanı ve duygu düşünceleri verilmek istenmiş ve bu kanımca oldukça masalsı bir şekilde ele alınmış. Kitapta bir çok anlatıcının olması, ayrıca duygu ve düşüncelerin de kişilerden nerdeyse bağımsız bir iç ses olarak anlatıma katılması, bize olaylar yaşanırken kişilerin değişik psikolojilerini, duygularını, kendi deneyimlerini nasıl algıladıklarını, karşı tarafı nasıl değerlendirdiklerini vermesi açısından oldukça etkili bir araç olarak kullanılmış kanımca. Hikâyenin kurgusunu da enteresan buldum ve kitabın sonunda yazarın kendi hayatından bir takım verilerden bu romanı yazmak için yola çıktığını öğrenmem kendi kendime sorduğum ve merak ettiğim sorunun cevabı oldu. DEMET


Oya Baydar’ın “O muhteşem Hayatınız”ı zevkle okudum; hem romanın tadına vardım, hem tarihimizde acılı bir sayfa olan Dersim’i daha iyi anlamak ve öğrenmek için bir fırsat doğmuş oldu. Deyim yerinde ise kuru kuru roman okumaktansa bilgi dağarcığıma bir şeyler eklemek  beni  mutlu etti…
Romanda ilginç karakterler var: Tutkunun, bir şeye kafayı takınca azimle, hiçbir engel tanımadan gitmenin ne olduğunu ‘toplayıcı’da görüyoruz. O muhteşem hayatların aslında madalyonun yalnızca bir yüzü olduğunu, gerçek yüzünün madalyanın arka yüzünde olduğunu, meşhur olmanın bedellerinin, daha doğrusu meşhur olma yolunda gidilen adımların arkasında ne gibi hikâyeler olduğunu ‘diva’ karakterinde görüyoruz. Sakin, huzurlu, sorunsuz  aile ortamında bile ne gibi özlemler olduğunu, ne çok ‘mış’ gibi yapıldığını ‘divanın kızı’ karakterinde görüyoruz. Romanların olmazsa olmaz ‘aşk’ konusunun erkek karakteri romanda belirtilen  her türlü olumlu özelliklerine rağmen gençliğinde karanlık işlere bulaşan bir kişi olduğunu seziyoruz. Kısacası Oya Baydar bence tüm bu karakterleri ve daha fazlasını son derece akıcı bir dille anlatıp, önümüze koymuş. İyi de etmiş.
Ben romanı politik açıdan değerlendirmiyorum. Dersim olaylarını okuyup anlamadan Oya Baydar’ı ‘gündeme göre yazan yazar’ eleştirisi için de bir hüküm getirmem mümkün değil, doğru da değil. Ben romanı roman olarak sevdim ve okunmasını da tavsiye ediyorum. LEYLA

Oya Baydar'ın çok akıcı ve ilgiyle okunabilecek bir romanı diyebilirim. Yakında okuduğum romanlar arasında en keyif aldıklarımdan biriydi. Çeşitli karakterler başarıyla anlatılmış, zaman zaman beni içine alan bir romandı. Esas olarak müziğe tutku çok yönlü, değişik  kişilerin bakış açısıyla canlandırılmıştı. Dersim konusu ise son yıllarda çok gündemde olduğu için, ilk bakışta popülerlik katmak için yazılmış olabilir diye düşünsem de  Oya Baydar'ın röportajını okuyunca bu fikirden vazgeçtim.
Konun kahramanı müzik uğruna özel yaşamını ikinci plana atan veya özünü birinci plana çıkaran bir kadın sanatçı. Kocasının ona bakış açısıyla davranışları. Ayrıca çok enteresan toplayıcı bir müzik öğretmeni, onun iç dünyası, insanların kaderine yön vermesi, yıllar sonra bir araya gelmelerine vesile olduğu anne ve kızı. Ayrıca şahane bir doğa ve acılarla dolu bir Dersim. Orada yaşanan aşk.
Artık sizlerin de romanı okumanız için burada duruyorum. Sanatçı için konuşulacak çok şey var. Ya kızı, gerçekten bir anda duygularımızın esiri olup incittiklerimizi hiçe sayarak davranabilirmiyiz? ZELİHA


 

2 Aralık 2013 Pazartesi

Oya Baydar


1940’da İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız kız lisesini bitirdi. Bu okulun son sınıfındayken yazdığı “Allah Çocukları Unuttu” romanı 1958 yılında yayınlandı. 1960’da girdiği Istanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü 1964 yılında bitirdi, aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve “Türkiye’de İsçi Sınıfının Doğuşu” konulu doktora tezine başladı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Sapma



                                               Yazar: Stephen Greenblatt
                                                Orijinal Adı: The Swerve
                                                Orijinal Dili: İngilizce
                                                Yayınevi: Can Sanat Yayınları
                                                Çeviren: Suat Ertüzün
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2013, 1.Baskı
 

"Her şey görünmez parçacıklardan oluşur. Maddenin temel parçacıkları -şeylerin tohumları- ebedidir. Temel parçacıklar sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından sonludur. Evrenin bir yaratıcısı veya tasarlayıcısı yoktur. Her şey, bir sapmanın sonucunda meydana gelir.
Özgür iradenin kaynağı sapmadır.
Doğa durmadan deney yapar. Ruh ölümlüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Tüm örgütlü dinler hurafelerle dolu yanılgılardır. Dinler şaşmaz biçimde zalimdir. Melekler, şeytanlar, hayaletler yoktur. İnsan hayatının en yüksek amacı, hazzı artırmak ve acıyı azaltmaktır.
Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgılardır."

Lucretiusun Evrenin Yapısı adlı, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirinden bu dizeler, tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doludur. Gelgelelim yüzyıllardır kayıp elyazmasını 1417 kışında, Almanyanın güneyindeki ücra bir manastırın tozlu raflarında bulan büyük kitap avcısı Poggio Bracciolini, bu keşfiyle Batı medeniyetinin kaderini değiştireceğini ve tarihe yön vereceğini herhalde bilmiyordu... (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

 
2012 Pulitzer ödülü ve 2011 National Book award almış bir kitap SAPMA. Yazarı Harvard Üniversitesi’nden profesör, aynı zamanda bir Shakespeare uzmanı olan Stephen Greenblatt. Kitabı satın almaya gittiğimde kitapçılarda Araştırma bölümünde buldum. Bazı yazarlar ise bir tarih kitabı olduğunu söylüyorlar. Kısacası bu ay Kitap Kulübümüzde bir roman okumadık. Son derece ayrıntılı bir çalışmayla, çok çeşitli kaynaklara başvurularak  hazırlanmış bir kitap okuduk. Sapma merakla okunuyor, sürüklüyor, öğretiyor ve düşündürüyor. Keşke biraz teoloji, tarih, felsefe, filoloji bilseydim, o zaman şüphesiz daha derin anlamlar katardı okuduklarım dağarcığıma, çünkü bu konularda sayısız bilim adamına referans ver ve bilgisizce okumak doğrusu incitiyor.
Kitap aslında sekiz papaya hizmet etmiş, hümanist Pooggio Bracciolini’nin 1417 yılında keşfettiği  Epikürcü Lucretius’un ‘Evrenin Yapısı’ adlı şiirinden yola çıkarak kaleme alınmış. Bu şiir kitabı bin yıl boyunca raflarda saklanmış, çünkü bu dönem Hıristiyanlığın yayılma dönemi; paganizmi aşağılama dönemi; zulüm dönemi. Lucretius’un şiir kitabında  başlıca kavramlar atom, haz, ölüm sonrası hiçsizlik, ilahi takdirin inkârıdır. Bu temalar çerçevesinde o kadar çok konu anlatılmış ki özümsemek, hepsini anlamak, bilgilenmek emek istiyor. Örneğin Paganizm-Hıristiyanlık hatta Ortodoksluk-Katoliklik; Klasik dönem-Rönesans; Yunanca-Latince; Gericilik-Medeniyet  gibi karşılaştırmaları yapabileceğiniz bilgiler sarmalamış kitabı. Buradaki görüşlere katılıp katılmamak önemli değil, bu herkesin şahsi görüşü. Ancak bir gerçek var ki o önemli: İnsanoğluna hurafeler, zalimlikler, aşağılamalar  her dönem acı çektirmiş. Ne zaman ki bilimsel yaklaşım hız kazanmış o kadar tünelin sonunda  ışık görünmüş, Umarım bu ışık artarak devam eder, bu ışık yalnızca insanoğlunun  değil tüm evrenin mutluluğu için kullanılır… 

Son olarak kitapla ilgili bir eleştirim var ki o da kitap kapağındaki kadın resmi. Bunu açıklayan bir not yok. Umarım bu resim bir satış politikası aracı değildir, çünkü içerik bunu kaldırmayacak kadar güçlü. Gene de, bir okur olarak, Can Yayınları’nın bu soruma tatminkar bir cevap bekleme hakkımın olduğuna inanıyorum .. LEYLA
 
Sapma (The Swerve) Stephen Grenblatt tarafından Rönesans’ı yani felsefede, sanatta ve bilimde “Yeniden Doğuş” u tetikleyen eski Roma’da yaşamış Lucretius adlı bir filozof/şair’in “Dererum Natura - On the Nature of Things” ( Evrenin Yapısı) şiirinin 15.yy da bulunmasını anlatıyor. Kitap özetle eski Yunandan başlayarak günümüze dek inanç sürecinin tarihçesi niteliğinde. Kitapla ilgili ne yazacağımı düşünürken benim hayatımda mihenk taşı olmuş bir eser ve ilk cümlesi hep aklıma geldi; Shakespeare’in Kral Lear adlı trajedisinin başında kral küçük kızı Cordelia’ya ona karşı sevgisi ile ilgili ne söyleyeceğini sorunca “hiçbir şey” cevabını alır.  Eserin sonunda “hiçbir şey”in kelimelerle ifade edilemeyecek çok şeyi kapsadığı anlaşılır. Bende bu kitapla ilgili “hiçbir şey” söylemeyeceğim. Sadece herkese muhakkak okumasını tavsiye ediyorum. DEMET  

Günümüzde kısa bir maziye sahip bilgisayar ve internet,  insanların  her çeşit bilgiyi avuçlarının içinde yakalamasını sağlıyor. Sınır tanımayan bu gelişmeler,  toplumları hızla değişen bir yaşam biçimine dönüştürüyor. Hâlbuki M.Ö. yıllara dayanan Antik Mısır, Yunan ve Helenistik dönemdeki birçok buluşların, yıllarca gerçek değerleri anlaşılamamıştır. Ben bu dönemleri yüzeysel olan bilgilerimle felsefe ve mitoloji dönemi diye tanımlayabilirdim. Dünya tarihinde ise esas medeniyetin  Rönesans ve reform  dönemiyle geldiğini söyleyebilirdim. Bu kitap benim görüşlerimi değiştirdi. Şimdi ise Avrupa'da kilise baskısının antik dönemdeki birçok buluşu ve aydın düşünceyi baskı altına almaya çalışarak kendi hegemonyalarını kurduklarını, antik dönemle ,Fransız ihtilalı arasındaki kopukluğun sebebinin kilise olduğunu düşünüyorum. Moleküler yapı ve sonsuzluk, madde ve hacımda sınır, moleküler yapıda hareketlilik, hareket halindeyken yollarında sapmalar, meydana gelen değişimler... Bu fizik ve metafizik tezlerinin M. Ö ne ait olması. Birçok bilim adamı ve felsefe insanına ışık tutan bu bilgilerin Lucretius'un şiirinde saklı kalması ve Almanya'nın güneyinde bir manastırda Poggio Bracciolini tarafından 1417 yılında bulunan bu kitapla batı medeniyetlerinin kaderinin değişmesi..
Kitabı biraz daha felsefe ve antik dönemi bilerek okumayı çok isterdim. Yazarı Stephen Greenblatt'e büyük bir hayranlık duydum. Çok çok uzun çalışmalar, araştırmalar yaptığı ve  esriyle bizleri bilgilendirdiği  için.  ZELİHA

 

Stephen Greenblatt



7 Kasım 1943 Boston doğumlu Stephen Jay Greenblatt, Harvard Üniversitesi’nde edebiyat profesörüdür. Edebiyat çevreleri Stephen Greenblatt’ın adını 1990’larda Yeni Tarihselcilik akımıyla duydu. Aslında 1980’lerden beri önemli kuramlar geliştirmiş, edebiyat yapıtına yeni bir bakış kazandıran kuramlar öne sürmüş bir edebiyat tarihçisi olarak biliniyordu fakat Yeni Tarihselcilik kuramı gerçek anlamda 90’larda popüler oldu. Greenblatt, Yeni Tarihselcilik kuramında edebiyat eserini yazıldığı dönemin kültürel ve toplumsal koşulları ışığında ele alır; yazarın tüm bilgileri, eseri aydınlatan data olarak görülür. Başta İngiltere, Avusturya ve ABD olmak üzere birçok ülkenin üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak dersler vermektedir. Guggenheim Bursu’nu iki kez kazanmış olan Greenblatt, aynı zamanda da Modern Language Association’ın başkanlığını yürütmektedir. 2010 Pulitzer Ödülü’nü kazanan Greenblatt’ın başlıca eserleri: Representing the English Renaissance, Shakespeareve Kültür Birikimi, Marvelous Possesions, Practicing New Historicism, Hamlet in Purgotary ve Learning To Curse.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Kızıl Darı Tarlaları


                                                Yazar: Mo Yan
                                                Orijinal Adı: Hong gaoliang jiazu
                                                Orijinal Dili: Çince
                                                Yayınevi: Can Sanat Yayınları
                                                Çeviren: Erdem Kurtuldu
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Haziran 2013, 1.Baskı

 Çin'in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan'ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki doğa manzaraları fonuna yerleştirdiği ve kronolojik sıra gütmeden kurguladığı romanda, Japon istilasına karşı verilen Direniş Savaşı, Çinlilerin birbirleriyle çatışmaları, Komünist Devrim, Kültür Devrimi gibi Çin tarihindeki önemli halk hareketlerini ve bütün bu yıllar içindeki tutkulu aşkları anlatıyor.
Çin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Yimou Zhang'ın beyaz perdeye aktardığı Kızıl Darı Tarlaları, tarihsel bir anlatımla kara mizahı ustalıkla kaynaştırıyor. Roman, geçmişle bugün, ölüyle diri, iyiyle kötü arasında belirgin bir ayrım yapılmadan sürüyor.

Nobel ödül töreninde konuşan Per Wästberg'in dediği gibi, Mo Yan, bireyi kimliksiz insan yığınlarından çekip ortaya çıkaran; alaycı ve iğneleyici bir üslupla tarihe, tarihî çarpıtmalara, yoksunluklara ve siyasal riyakârlıklara karşı çıkan bir yazar. (Arka Kapaktan)
 

Yorumlarımız:

Kızıl Darı Tarlaları, 2012 yılı Nobel edebiyat ödülü almış olan yazar Mo Yan’ın 1920- 1950 arasında Çin’in kırsal kesimindeki yaşamı anlatan bir kitabı. Yazar anneanne/ babaanne/ dede ve anne/ babasının yaşamını anlatırken zamanlar içinde ileri, geri gitme tekniğini kullanmış dolayısıyla kronoloji takip etmemekle bu yeknesak kırsal hayatın hikâyesini bir ölçüde daha enteresan kılmış. Ancak hem sıradan yaşamların anlatılışında yaşam şartları, gelenek ve görenekler, hem de Japon istilası, aynı zamanda iç savaş ve komünist cephenin kurulması sürecinde o kadar çok açlık, ızdırap, vahşet ve kan var ki kitap akıcılık açısından kolay okunur olmakla birlikte içerik konusunda okuyucuyu oldukça boğuyor ve içini şişiriyor. Bu yüzden hiç kolay bir kitap değil kanımca. Ancak bence her şey son derece gerçekçi ve sarı ırka mahsus bir soğukkanlılıkla dile getirilmiş- belki de bizler için düşüncesi bile tüyler ürpertici olan yaşam biçimleri ve olaylar, bir doğulu için o kadar da itici ve tiksindirici değil ve bu nedenle de kitap bol bol- hatta nerdeyse baştan sona kadar bu tip insanın ruhunu daraltan hadise veya tasvirlerle dolu. Bu kitaptan aklımda pek bir şey kalmasını özellikle istemememe rağmen bana üçüncü kuşak anlatıcının kitabı sonunda şehir hayatı yerine tüm bu ağır şartlar ve yaşananlara rağmen kırsal kesime duyduğu özlem ile bitirmesi enteresan geldi. Bu nedenle insanın köklerinin ne olduğunun gerçekten önem taşıdığını ve sonunda her ne olursa olsun köyden geliyorsa köye, şehirden geliyorsa şehre özlem duyulmasının kaçınılmaz olduğunu bir kere daha gördüm. Bugünde halen geçmişe ait aynı tip özlemler yaşanmıyor mu? DEMET

Yıllar önce Çinli yazar Jung Chang ‘in “Wild Swans: Three Daughters of China” adlı romanını okuyup bazı Çinli arkadaşların bulunduğu bir grupta tartışmıştık. Roman aynı ailenin üç nesil kadınlarını anlatırken aynı zamanda ülkenin siyasi tarihinide çok güzel anlatıyordu. Sonrasında benim tavsiyemle okuyan herkes çok beğenmişti. Yaz kitabı olarak bir Çinli yazarın üstelik geçen sene Nobel edebiyat ödülünü kazanmış bir yazarın kitabını okumamız fikri tartışılınca ben eski tecrübemi düşünerek çok istedim. Ama maalesef hayal kırıklığı oldu. “Kızıl darı Tarlaları” da üç nesil bir aileyi ve aynı dönemde yani 1923 – 1976 yıllarında ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatıyor.
Fonda kırmızı darı tarlaları, havada ağır kan kokusu, insan cesetleri her yerde, leşlere saldıran köpekler, kuşlar… Birbirlerine saldıran çeteler, Japon işgali altında can veren Çinliler, canlı canlı derileri soyulan insanlar… Savaş tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önünde… Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet bütün açıklıklarıyla karşımıza çıkıyor. Bir torunun dilinden anlatılıyor her detay.. Ama daha çok savaş ve ölüm anlatılıyor. Japonların ikinci dünya savaşındaki vahşetinden ve Çinlilerin gruplaşıp birbirlerini öldürmelerinden başka bir şey kalmıyor akıllarda…
Çincesini bilemem ama tercümesi güzel rahat okunuyor ama okurken boğuluyorsunuz. Sonuç olarak kitabı hiç sevmedim, tavsiye etmem. NURİZER
Mo Yan 2012 Nobel Edebiyat Ödülünü kazandığında Türkçeye çevrilen ilk ve tek romanı "Kızıl Darı Tarlaları "nı kitap kulübünde okumaya karar verdik. Roman son derece akıcı, anlatım gücü tasvirlerle kuvvetlendirilmiş, tek düze anlatımdan uzak olarak kurgulanmış. Bütün bu özelliklerine rağmen konusu itibariyle okuyucuyu okurken çok fazla zorluyor. Çin - Japonya savaşı ve Çinlilerin iç savaşı sırasında yaşanan vahşet, ölüm ve kan romanın ilk sayfasından son sayfasına kadar aralıksız devam ediyor. Anlatıcının güçlü anlatımı acı ve vahşet duygularının çok daha yoğun yaşanmasına sebep oluyor. Çin kültürüne olan yabancılığımdan, gelenekleri ve yasam tarzlarına uzak olmam anlatılanların gerçek mi yoksa masal mı olduğu ikileminde bıraktı.
Çinli bir yazar okuduğum için memnun olmakla birlikte romanı herkese tavsiye edemeyeceğimi belirtmek isterim. IŞIL

2012 Nobel edebiyat ödülü alan Çinli Yazar Mo Yon romanında Shandong ailesinden üç kuşağının 1923-1976 yılları arasında ki yaşam hikâyelerini anlatıyor. Japonlar- Çinliler arasında geçen, vahşet dolu bu savaşla, savaşın nasıl acımasız, hunharca duyguların zaferi olduğu bir kere daha belgeleniyor.
Yazar kronolojik olmayan kurgulamasıyla romanı bazen daha ilginç kılmış, bazen de zorlaştırmış. Genelde inanılmaz tasvirler var. Çin kırsalının muhteşem doğa güzelliğini anlatırken, savaş tasvirlerinde ise insanın midesini bulandırıyor, ruhunu karartıyor. Kan kokan olayları adeta yaşatıyor. Bu bakımdan yazar çok çok başarılı. Ayrıca 387. sayfadaki aşk ve üç evresi hakkında ki yorumlarını dikkatle okumanızı öneririm.
Eleştirmenler yazarı Çinlilerin sevmediklerini yazıyorlar. Savaş sırasında kendi milletinin entrikalarını ve birbirlerine düşmelerini, sarı ırkın zaaflarını tarafsızca dile getirmesinin de bunda rolü olabilir diye düşünüyorum. ZELİHA

21 Ekim 2013 Pazartesi

Mo Yan


2012 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mo Yan 17 Şubat 1955 yılında Çin'de bir köyde doğmuş, 12 yaşında okuldan çıkarılmış, çobanlık yapmıştır. Kızıl Muhafızlık da yapmıştır.
İlk eseri 1981'de yayımlanan 57 yaşındaki Mo Yan onlarca öykü yazmış. Asıl adı Guan Moye olan yazar Çince "konuşma" anlamına gelen Mo Yan mahlasıyla yazıyor.
Halk Kurtuluş Ordusu'nda askerken yazmaya başlayan Yan, 1987'de yayımladığı “Kızıl Süpürge Darısı: Bir Çin Romanı” eseriyle uluslararası ün kazandı. Bir filme de konu olan roman, Çin'in doğusundaki kırsal bölgelerde 1920 ve 30'larda uygulanan şiddeti konu ediniyor.
Yan eserlerinde tarihsel konuları ele almayı yeğliyor. 1911 devrimi, Japonya'nın Mançurya işgali ve Mao Zedung'un Kültür Devrimi bu konular arasında yer alıyor.
Zaman içinde yazdıklarının temalarının değiştiğini söyleyen yazar, “Red Sorghum” romanını yazdığında 30 yaşına bile gelmemiş olduğunu, bu nedenle geçmişine baktığında daha duygusal davrandığını, oysa 40'lı yaşlarında yazdığı “Life and Death Are Wearing Me Off” romanında önceden hissettiği duygusallığın, yerini daha mantıklı bir düşünce yapısına bıraktığını söyler.
Ün kazanmış eserleri arasında bulunan “Büyük Göğüsler, Geniş Kalçalar “1995'te yayımlandığında cinsel içeriği ve Komünist Parti çizgisi dışında bir sınıf mücadelesi tarifi yüzünden tartışmalara neden olmuştu. On yıl sonra kitap İngilizceye çevrildiğinde Yan, Asya Erkek Edebiyat Ödülünü aldı.
Çin'deki "tek çocuk" politikasını konu edinen son romanı “Kurbağa”, geçen yıl Çin'in en önemli edebiyat ödüllerinden olan Mao Dun Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
Nobel ödülü jürilerine göre, "realizm ile halk masallarını, geçmiş ile çağdaşı birleştiren Mo Yan, Çin kırsallarında geçen hayat hikâyelerini anlatmasıyla" bu önemli ödülün sahibi oldu. Ama Çin Komünist Partisi'ne olan yakınlığı, hükümet politikaları konusunda konuşma isteksizliği ve yakın zamanda sansürün gerekli olduğunu belirten açıklamasıyla bütün şimşekleri üstüne çekti ve Nobelli pek çok yazarın, özellikle de Salman Rushdie'nin ağır eleştirilerine maruz kaldı.
Yan ile ilk kez bir Çin vatandaşı Nobel Edebiyat ödülü almış oldu. 2000'de ödül alan Gao Xingjian Çin kökenli olmakla birlikte Fransız vatandaşıydı.
1987 yılında filmi çekilen “Kızıl Darı Tarlaları” 1988 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanarak Çin sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirir.

20 Ekim 2013 Pazar

2013 Man Booker Ödülü




İngiltere’nin en prestijli ödüllerinden Man Booker’ın 2005’ten bu yana her iki yılda bir İngilizce yazan yahut kitapları İngilizceye çevrilmiş olan yazarlara verdiği Uluslararası Man Booker Ödülü’nü bu yıl 28 yaşındaki yazar Eleanor Catton aldı.
Eleanor Catton, The Luminaries adlı 832 sayfalık romanıyla ödülü kazanan en genç yazar olurken, kitabı da ödülü kazanan en uzun kitap oldu.
Yalnızca hayattaki yazarlara bir kere verilen Uluslararası Man Booker Ödülü’nü Catton’dan önce kazanan en genç yazar ünvanına ödülü 1991 yılında, 32 yaşındayken kazanan Ben Okri; en uzun roman ünvanına ise 672 sayfalık romanı Kurtlar Hanedanı (Wolf Hall) ile Hillary Mantel sahipti.
Yazar, 19. yüzyılda altına hücum döneminden gizemli bir cinayeti anlatan epik romanı 25 yaşındayken yazmaya başlamıştı.
Jüri kitabı anlaşılır, şaşırtıcı ve uçsuz bucaksız olarak tanımlarken okuyucunun hikayede kaybolacağını dile getirdi.

14 Ekim 2013 Pazartesi

2013 Nobel Edebiyat Ödülü


İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi, "duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı" Kanadalı kısa öykü yazaru Alice Munro'yu Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık gördü.
Nobel Edebiyat Ödülü tarihine 110. kazanan olarak geçen 82 yaşındaki Munro, aynı zamanda bu ödüle değer görülen 13. kadın yazar oldu.
Kanadalı yazar Alice Munro 1931'de Ontario'da Wingham'da dünyaya geldi, öğretmen annesi ve çiftçi babasıyla burada büyüdü.
Batı Ontario Üniversitesi'nde gazetecilik ve İngiliz dili eğitimi gören Munro, 1951'de evlendi ve eşiyle taşındığı Victoria'da kitapçı dükkanı açtı.
Edebiyat kariyerine 1960'lı yıllarda başlayan Munro, ilk kitabı "Dance of the Happy Shades"i 1968'de yayımladı.
“Who do You Think Are (1978)” adlı kitabı Booker Prize'ye aday gösteriliyor. Ödülü kıl payı kaçırıyor yazar ama emeği boşa gitmiyor ve 2009 yılında Man Booker International Prize ile bir kez daha ödüllendiriliyor.
Yazı hayatının sonbaharında, bugüne kadar yazılmış olan en etkileyici, otobiyografik hikâyelerini yazdığı “The View From Castle Rock (2006)” yayınlıyor.
Son kitapları “Runaway” ve “Too Much Happiness”de daha çok yaşlılığı, yalnızlığı ve anıların gücünü anlatıyor.
2009 yılında kanser tedavisi gördüğünü ve bypass ameliyatı geçirdiğini bildiren yazar bundan üç yıl sonra yaşam dolu bir kitap olan “Dear Life” ile yeniden yazım dünyasına gelerek herkesi şaşırtıyor.
İsveç Akademisi'nin açıklamasında, "Bazı eleştirmenler onu Kanadalı Çehov olarak görüyor. Metinlerinde çoğu zaman günlük fakat etkili olaylar, bir şimşek çakma anı kadar kısa sürede hikâyeyi aydınlatan tezahürler öne çıkıyor" denildi. Hikâyelerinde Kanada'nın küçük kasabalarında yaşayan insanların hayatlarını anlatan Munro, yaşam, aşk ve ölüm gibi temaları öne çıkarıyor.
Üç çocuk annesi Munro'nun Türkçe yayımlanan öykü derlemeleri arasında "Çocuklar Kalıyor" ve "Bazı Kadınlar" da bulunuyor.

25 Temmuz 2013 Perşembe

Yaz Sergileri -2


Pera Müzesindeki “Manola Valdés” sergisini kaçırdıysanız lütfen İstanbul Modern’deki “Erol Akyavaş – Retrospektif” sergisini kaçırmayın. 25 Ağustos’ta bitiyor fazla zamanınız kalmadı. Yaz sıcağında klimalı bir ortamda çok güzel hazırlanmış, güzel eserlerden oluşan bir sergiyi gezmek çok zevkli, üstelik bu aralar İstanbul trafiği rahatlamış durumda. Yani gitmek için neden çok, ama biraz uzun vakit ayırın sergiyi keyfiyle gezin.
Sergi, Akyavaş’ın Doğu-Batı sanat ve kültür dünyası arasında kurduğu kendine özgü sentezi, zaman içinde dönüşüm geçiren, tuval üzerindeki perspektif ve mimari düzenlemelerini, insan figürünü merkez aldığı bilinçaltı arayışlarını ve son döneminde dünyanın farklı kültürleri ile hesaplaşmalarını geniş bir çeşitlilik içerisinde bir araya getiriyor. Yaklaşık 290 yapıtlık seçki, sanatçının 1950’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yılların sonuna uzanan yarım asırlık sanatsal birikiminin bir dökümünü çıkartıyor.
Türkiye’de doğan, Avrupa ve Amerika’da mimarlık ve sanat eğitimi alan, Doğu sanatlarına ve özellikle de İslam sanatına duyduğu ilgi ile tasavvuf geleneğini sanatının merkezine yerleştiren Erol Akyavaş’ın çalışmaları, Batı dışı modernlik arayışlarının en yetkin örneklerinden birini oluşturuyor.
“Padişahların Zaferi” adlı resmiyle, New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’ne yapıtı kabul edilen ilk Türk ressamı ünvanını kazandığı zaman henüz 30 yaşındaymış. 1999 yılında kaybettiğimiz Erol Akyavaş’ın çoğu koleksiyonerlerden toplanmış eserlerini bir arada görmek için belki de son fırsatınızdır bu sergi, kaçırmayın.
 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Yaz Sergileri - 1


Pera Müzesindeki Manola Valdés sergisinin son günü olduğunu okuyunca dün müzeye gittik. Gerek gazetelerdeki sanat köşelerinde gerekse yollardaki afişlerde gördüğüm kadın portreleri çok hoşuma gidiyordu. Sergiyi gezdiğimde bunların yağlı boya tablolar değilde çuval bezi üzerine yapılmış katmanlı boyalardan oluşan farklı yapıtlar olması beni çok şaşırttı. Heykellerinde kullandığı malzemelerin çeşitliliği, formları, boyutları çok etkileyiciydi.
1942’de Valencia İspanya’da doğan Manolo Valdés, Pop sanatın İspanya’daki öncüsü olan “Equipo Cronica”nın kurucuları arasında yer alır. Eserlerinin çoğunu eski ya da günümüze dair bir tabloyu seçip, öncesinde resmin dili, ardından heykelin bakış açısıyla yorumladığını söylüyor sanatçı. Geçmişin başyapıtlarından yola çıkan, tarihsel izler, renk tonları ve dokulardan oluşan sonsuz bir görsel zenginlik sunan ve sanat tarihinden referanslarla hareket eden sanatçının yapıtları, Velázquez’den Zurbarán’a, Matisse’ten Picasso ve Lichtenstein’a izler taşıyor. Resmi, özgün bağlamından çıkartıp pop bir anlayışla yeniden yorumlayan sanatçının konuları özellikle figür, nesne ve serilerden oluşuyor.
Sergide Valdes’in resimlerinin yanı sıra metal, ahşap ve su mermeriyle gerçekleştirdiği heykelleri de var. “Baş”ı anatominin heykele en uygun kısmı olarak ifadelendiren Valdes’in biçim verdiği başları süsleyen kelebekler ya da palmiyeler zengin bir görsellik sunmaktalar.
Maalsef sergi bitti, internetten sanatçının eserlerini incelerseniz kaçırdığınıza üzüleceksiniz.

 
 

 

21 Temmuz 2013 Pazar

Leyla Erbil


 Balat Hastanesi'nde lösemi tedavisi gören edebiyatçı, yazar Leyla Erbil hayata gözlerini yumdu.” haberini gazetede okuduğumda çok hüzünlendim.  Bilmem sizde öyle hisseder misiniz, kitabını okuduğunuz ve de sevdiğiniz bir yazarı kendi arkadaşınızmış veya bir yakınınızmış gibi hisseder misiniz?

Geçen sene Mart ayında “Kalan” adlı romanını okuduğumuz Leyla Erbil 1950’den bu yana çağdaş Türk edebiyatının en özgün yazarlarından biridir. Erbil, cesur ve yenilikçi yazarlık tavrıyla dikkat çekmiş ve yapıtlarında her zaman toplumsal ve siyasal sorunlara duyarlılık göstermiştir. Ayrıca Erbil, romanlarında ve öykülerinde yeni biçimler ve teknikler geliştirmiştir. “Kalan”ı hiç büyük harf kullanmadan yazması bizi çok şaşırtmıştı. Karakter çözümlemeleri ve zengin felsefik içeriği ile uzun uzun tartıştığımız romanını 80 yaşında yazmış olması ise bizi şaşırtan diğer bir nokta idi.

Edebiyat dünyasının ve sevenlerinin başı sağ olsun.

5 Haziran 2013 Çarşamba

Murat'ın Düğünündeydik

 

Bu bahar grubumuzda hareket çok. Can’ın düğününden bir ay sonra aynı yerde 5 Mayıs’ta Yüksel’in oğlu Murat evlendi. Yine tam kadro düğündeydik. Gençler kitap kulübümüzün üyelerine hayran kaldı, çünkü onlara taş çıkarırcasına dans ettik, pistten inmedik, çok eğlendik. Grubumuzun yeni kayınvalideleri çok şık ve çok heyecanlıydılar, bizde onların bu heyecanına ortak olduk.

 

Ela ve Murat’a ömür boyu mutluluklar dileriz.

30 Mayıs 2013 Perşembe

Kanatsız Kuşlar


 

                                                Yazar: Louis de Berniéres
                                                Orijinal Adı: Birds Without Wings
                                                Orijinal Dili: İngilizce
                                                Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi
                                                Çeviren: Bahar Öcal Düzgören
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2012- 8.Baskı
 

 

Güneybatı Anadolu’nun küçük bir kasabasında, Müslüman ve Hıristiyan toplumu yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşamaktadır.
Kasabada süregelen gizli karasevdalar, farklı inançlardaki iki din adamının bakış açıları, birbirine karışmış ve kaynaşmış iki toplumun ilginç karakterleri Anadolu’nun bu kıyısını dünyanın birçok yerinden ayırmaktadır.
Ne var ki kısa bir süre sonra o büyü bozulur. Savaş korkunç yüzünü din ve milliyetçilik uğruna işlenen katliamlarla gösterir. Artık açlık ve düşmanlık ortalıkta kol gezmektedir.
Ve bu küçük kasabanın dışında askeri dehası ve akıl almaz cesareti ile ülkenin kaderini hayalinde yaşattığı biçimde yeniden çizen bir Mustafa Kemal vardır.
Zamanımızın en iyi ve en sevilen yazarlarından olan Louis de Bernières, Kanatsız Kuşlar’daki destansı anlatımı ve derinden etkileyen temalarıyla geçmişimize muhteşem bir yolculuk yaptırıyor. (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:

 

İngiliz yazar Louis de Berniéres  tarafından yazılan Kanatsız Kuşlar ilk defa 2004 yılında basılmış. Şu anda okuduğum kitabın yedinci basımı. Kitap alışılagelmiş bir roman kurgusundan  çok  tarihle/gerçeklerle kurguyu harmanlamış bir yazı niteliğinde. Fethiye’nin Eskibahçe köyünde 1. Dünya savaşı sonrası yıllarda  farklı din ve etnik gurupların barış içindeki yaşamlarını ve köydeki belli başlı aileleri anlatarak başlıyor roman.  Osmanlı topraklarını ve daha sonra özellikle Anadolu’yu istila eden düşmana karşı yapılan mücadeleler savaşın sıkıntılarını, sefaleti, acımasızlığı, açlığı, hasretleri, zorla yapılan göçleri, topraktan/evlerden /sevgiliden/aileden koparılışı göz önüne seriyor. Bu arada Atatürk’ün hayatı ve bilhassa kurtuluş savaşı ve hatta daha sonra cumhuriyetin kurulması sırasındaki olağanüstü çabaları romana paralel anlatım yöntemi ile  Eskibahçe’nin hikâyesi ile birleştiriliyor. Bu kurgulama sırasında her bir bölüm neredeyse başka bir kahramanın ağzından anlatılıyor. Ben bu romanı okurken bu paralel anlatımı açıkçası biraz yapay hatta zorlayıcı buldum. Farklı kişilerin anlatımı da bazen kafamı karıştırdı.
Roman bir bütün olarak ele alındığında kurtuluş savaşını tekrar hatırlamamızda, yapılan inanılmaz mücadeleyi göz önüne sermekte çok başarılı. Hele yabancı bir yazarın bu kadar ayrıntıya girebilmesi için son derece çok okuması ve kavraması kolay bir durum olmasa gerek. Ancak benim için gene de en çarpıcı olan kısmı kurgulanmış olan Eskibahçe’deki savaş öncesi ve savaş sonrası hayatlar. Yazar bu farkı öyle çarpıcı anlatmayı başarmış ki insan bazen insanlığından utanıyor. . Günümüzde de  farklı din ve etnik kökenden insanların huzurla bir arada yaşama istek ve arzuları politik nedenle bir karabasana dönüşüp birçok ölümlere, sonsuz acılara dönüşmüyor mu;  kanadı kırık kuşlar gibi ortalıkta kalınmıyor mu?
Birlikte sınıfsız, farksız, ötekileştirmeden yaşayacağımız mutlu günler dileklerimle… LEYLA

“Kanatsız Kuşlar” İngiliz yazar Louis De Berniers tarafından yazılmış, Osmanlının son dönemi, Kurtuluş savaşı ve mübadeleyi içeren süreci anlatan çok sürükleyici, çok uzun olmasına rağmen okuması kolay ve olayları değişik açılardan vermesi yönüyle de ilgimi çeken bir kitap oldu. Esas karakterler Fethiye’ye bağlı bugün Kayaköyü diye adlandırılan tek edilmiş köyde yaşamakta. Burada insanların değişik dinlere, ırklara mensup olmalarına rağmen dostça ve homojen bir topluluk olarak yaşamaları, bu farklılıkların birer “renk” olarak algılandığı, iç içe geçmişlik olgusu çok güzel işlenmiş. Diğer taraftan bu gündelik yaşamlara paralel olarak Osmanlının son dönemi, Rumeli’de M. Kemal Kemal’in doğuşu, yetişmesi, yenilikçi hareketler (İttihat ve Terakki Cemiyeti), saray ve saraya yakın çevreler anlatılmış. Her ne kadar zaman zaman bu bölümler romandan ziyade tarih dersi gibiyse de kitabın sadece Türkler tarafından değil, yabancılar tarafından da okunduğu ve onların bu detaylardan habersiz olduğu düşünülürse bizim zaten dağarcıklarımızda mevcut olan bu bilgilerin kitap içine serpiştirilmesinin nedenini anlayabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü bu kısımlar atlanıldığında hikâyenin tamamlanamayacağı kanısındayım- her ne kadar bir kurgu olsa da gerçek tarih üzerine monte edilmiş bir hikaye olduğunu unutmamak gerekir ve tüm bu nedenlerle kitabın çok başarılı olduğunu, bilhassa insan çeşitliliği, birbirleriyle olan ilişkileri, dostlukları, aşkları, değişik görüşlerin tartışıldığı, araya nifak sokanların genelde mensup oldukları kendi gurupları tarafından dışlandığı, savaş ve acıları, diğer taraftan her iki taraf insanının tüm masumiyetlerine rağmen evlerinden, yurtlarından istemeye istemeye edilişleri (mübadele) ve üzüntüleri çok içten ve sade bir dille anlatılmış, neredeyse orda yaşıyormuş ve olaylara şahit olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Yakın tarihi bir roman kurgusu içinde özümsemek isteyen herkese tavsiye ederim.  DEMET

I.Dünya savaşının son yılları  ve Kurtuluş savaşı yıllarında din, dil ve ırk ayrımı nedir bilmeden Fethiye'nin Eskibahçe ismindeki şirin bir köyünde Osmanlı olarak aynı çatı altında birleşen insanların öyküsü ile Mustafa Kemal Atatürk ün çocukluğundan başlayarak devlet başkanlığına giden öyküsü paralel bir kurgu çerçevesinde anlatılmış''Kanatsız Kuşlar'' romanında. 
İngiliz yazar  Luois de Bernıeres’in eserinde  birden fazla  anlatıcı var. Köy halkanın hemen hemen hepsi sırayla bir veya birden fazla anlatıcı olup  kendi öykülerini dile getiriyorlar. Bütün bu karakterlerin ortak olarak birleştikleri kader aynı. Sonu savaş ve mübadeleye varan ''hüzün''.
Köyde yaşayan Müslüman ve Hıristiyan halk birbirlerinin azizlerine adak adayacak kadar  dinlerine ve inançlarına saygılılar, öyle ki Müslüman Karatavuk ile can arkadaşı Hıristiyan Mehmetçik vatan için orduya katılmak üzere aynı heyecanı  hissediyor. Çünkü onlar iki ayrı dinden değildirler. Onlar''Osmanlılar''. Böyle biliyorlar kendilerini. Diğer taraftan Mustafa Kemal ve onun askeri dehasının anlatımında yazarın kapsamlı bir araştırma yaptığını görüyoruz. Paralel kurgu halinde  anlatılan hayatlar Çanakkale Savaşında birleşiyor. Ana karakterlerden Karatavuk savaşta Atatürk'ü tanıma şansına erişiyor.
Savaş sonrası değişen hayatlara üzülerek tanık oluyoruz. Mübadele yine acımasızca insanları ve hayatları bölüyor. Hıristiyanların hepsi evinden, yurdundan koparılarak  siz Yunansınız diyerek nerede olduğunu dahi  bilmedikleri Yunanistan'a gönderiliyor. Hemen döneceklerinden o kadar eminler ki ev anahtarlarını komşularına bırakıp gidiyorlar. Onların yerine Yunanistan'ı vatanı bilen ve hiç Türkçe bilmeyen Türkler getiriliyor.(bunun gibi  insanlık onuruna yakışmayan  öyküleri bugün Kayaköy olarak bilinen yörede  maalesef utanarak  dinliyoruz)
 Özet olarak yukarıda anlatmaya  çalıştığım roman gerçekler üzerine kurgulanmış içinde masum aşkların  yer aldığı, savaşın acımasız yüzünün anlatıldığı, mübadelenin anlamsızlığının bir kez daha sorgulandığı  bir yapıt. Savaş sırasında çekilen acıları ve sefaleti derinden hissettiriyor verilen olağanüstü mücadeleyi bir kere daha hatırlatıyor ancak  birbirinden  yer yer  kopuk karakterlerin gereğinden uzun anlatımıyla  romanın ana temasından uzaklaşarak devam ediyor. Bu da  kitabın okumasını güçleştiriyor.
Haklı gerekçelere dayanarak gerçekleştirilen mübadelenin  insanları ne kadar mutsuz ve perişan ettiğini, özlerinden kopardığını ve bu hislerin günümüzde halen birkaç nesildir yaşanmakta olduğunu esefle görüyoruz. BEYZA