31 Aralık 2015 Perşembe

Sıfır Sayı





                                            Yazar: Umberto Eco
                                            Yayınevi: Doğan Kitap
                                            Orijinal Adı: Numero Zero
                                            Orijinal Dili: İtalyanca
                                            Çeviren: Eren Yücesan Cendey
                                            Kapak Tasarım: Geray Gençer
                                            Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Ekim 2015 - 1. Baskı


Tam bir "kaybeden" olan Colonna (50), gazeteci Simei'den iyi bir iş teklifi alıyor: "Yazı işleri sorumlusu ya da benzeri bir şey" sıfatıyla bir yıl boyunca bir günlük gazete için hazırlanan 12 "sıfır sayı"yı yönetecek ve "asla çıkmayacak olan bir günlük gazetenin hazırlanışıyla geçen bir yılın öyküsü"nü anlatan bir kitap yazacak. 
Patron Vimercate, bu gazete sayesinde "finans ve politika dünyasının güzel salonunu rahatsız edebileceğini kanıtladıktan sonra, olasılıkla bu güzel salon ona bu düşünceden vazgeçmesini rica edecek, o da Yarın tasarısını bir kenara kaldırıp güzel salona giriş yapma iznini koparmış olacak." 
Teklif sahibi Simei'nin de kendi planı var: "her şey suya düşerse kitabı yayımlarım. Bomba gibi patlayacak ve yayın hakkı adına bana belli bir gelir sağlayacaktır. Ya da, olur ya, birileri yayımlamamı istemez ve bana bir total verir. Net."
Olaylar böyle başlıyor ve Eco gözde konuları aracılığıyla İtalya'nın 50 yıllık tarihini yeniden yazıyor: Gladio, bir Papa'ya suikast, başka bir Papa'nın öldürülmesi, hükümet darbeleri, gizli servislerle terör örgütlerinin karmaşık ilişkileri… Ve bir soru: Acaba Mussolini sağ mı?(Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

Kitap Umberto Eco’nun son kitabı ve esas olarak Mussolini döneminden (İkinci Dünya Savaşı) bu yana Italyan politikası/ politikacıları, basın ve Vatikanın girift ilşkilerini anlatmakta. Bunu yaparken ister istemez global dünyaya ve ipleri elinde tutan güçlere de deyinmek ve resmi tamamlamak zorunda doğal olarak. Kitabın başı çoğunlukla İtalya odaklı olduğundan İtalyan politik tarihini, önemli politikacı ve gazetecileri bu kitabı daha iyi anlamak için gerekli olduğunu düşündüm zira çok isim geçmekte ve dışardan bir okuyucunun bu dönemleri irdelemesi zor. Kitap son 70-80 sayfada bana daha enteresan geldi çünkü aşina olduğumuz oluşumları (örneğin Gladio) ve bunların meydana nasıl çıktığını anlattı ki benim için enteresan olan bu bölümdü. Yazar sonunda dünya çarklarının nasıl döndüğünü gözler önüne sererken kahramanlarının pesimist duygulardan hareket etmesine izin vermiyor ve sonuçta dünyanın diğer tarafını, yani güzelliklerini yaşamaya karar veriyorlar. Umutsuzluğa kapıldığımızda ve olaylar bizi karamsarlığa sürüklediğinde hepimizin yaptığı şey de bu sanırım. DEMET

Bu ay Umberto Eco'nun Sıfır Sayı romanını okumaya karar verdik. Hem son aylarda ağırlıklı klasik okumuştuk, hem de konusu 'kötü gazetecilik' diye özetleyebileceğimiz bu roman günümüze, Türkiye gerçeklerine çok uyuyordu ve merak ettik. En azından ben öyle hissettim. Gerçekten de Sıfır Sayı konu itibari ile ilginç. Hayata tutunamayan çeşitli mesleklerden bir gurup insan çıkmayacağını bildikleri bir gazeteyi hazırlıyorlar. Bu sözde gazetenin sahibi ise böylece politika ve finans çevrelerine girip zenginliğine zenginlik katma peşinde. Tüm bunlar olurken romanın baş kahramanı Colonna'nın 'kayıp' hayatını ve aşk hayatını öğreniyoruz, ama daha önemlisi İtalya'nın son 50 yıllık tarihinin adeta üstünden geçiyoruz. Gençliğimizde duyduğumuz haberleri romanda okuyoruz: mafya ilişkileri, papanın öldürülmesi, Mussolini'nin ölümündeki sır perdesi vs..Meraklısı için hele de gazeteciler için okunası bir roman. Ama bence tercümesi sıkıntılı adeta çala kalem. Umberto'nun da en iyi eseri olmadığı kesin..LEYLA

30 Aralık 2015 Çarşamba

Umberto Eco






Düşünsel alanda “Dedalus” takma adıyla bilinen ünlü yazar, 5 Ocak 1932‘de İtalya‘da küçük bir kasaba olan Alessandria‘da dünyaya geldi. Hukukçu olmasını isteyen babasına karşılık Eco, hukuk eğitimini yarıda bırakarak, kendi ilgi alanlarının izinden gitti ve Torino Üniversitesi‘nde Ortaçağ Felsefesi ve Edebiyatı eğitimi aldı.1954‘te eski filozoflardan olan din düşünürü Thomas Aquinas ve onun Ortaçağda oluşturduğu ekolün estetik anlayışı üzerine yazdığı bitirme teziyle felsefe doktorasını tamamlayan yazar, kendisinin düşünsel yorumlarından ve estetik ifade tarzından çok etkilenen, üniversite hocası Luigi Pareyson‘un “Estetica for Lettere Italiane” eserinin eleştirisini yazdı. 50’li yılların başlarında, entellektüel bir Katolik militan olan Eco, doktorasından sonraki yıllarda dini inanç sistemini sorguladı ve dinin varlığını inkar ederek Roma Katolik Kilisesinden ayrılmaya karar verdi.  1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişimdalında profesör oldu. Eco, 1971'den bu yana Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışmaktadır ve yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınmaktadır.  1975  yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi.
70’li yılların sonlarında bir göstergebilim profesörü olarak ünlenen Eco, bilimsel kariyerinden roman yazarlığına doğru hiç umulmadık radikal bir dönüşüm gösterdi.
1980 yılında, işaretlerin gizemini, yaşamlarımızdaki karmaşık varlığını, kurgusal; fakat açık bir dille vurguladığı ve polisiye roman türünde işlediği “The Name of the Rose” (Gülün Adı) adlı çalışmasını yayınladı ve eser dünya çapında muazzam bir yankı uyandırdı. Eco’nun bu romanı yazmaktaki amacı, göstergebilime duyduğu ilginin şekillenmeye başladığı dönemden beri tuttuğu notları, yayınladığı makaleleri ve birçok çalışmasını bütünleştirerek; bu bilimi, Ortaçağın egzotik havası içinde geniş kitlelerin bilgisine sunmaktı.
Edebiyatçının 1988‘de yayınlanan ikinci romanı “Foucault’s Pendulum” (Foucault Sarkacı) yine büyük bir başarıya imza atarak, Eco’yu, dünyanın önemli roman yazarları arasında üst sıralara yerleştirdi. Bu çalışmasında ünlü edebiyatçı, irrasyonel düşüncenin Ortaçağ’a uzanan felsefik – tarihsel sürecini ele almış; pozitif bilimlerin gelişmesine katkıda bulunan, ama hep geride kalmış olan gizli bilimlerin varlığından bahsetmiştir. Romanın başarısının ardından, 1992‘de “How to Travel with a Salmon” (Somon Balığıyla Yolculuk) derleme kitabını yayınlayan Eco, militanizm, bilgisayar jargonları, futbol fanatizmi, jet-mail, fax makineleri gibi birçok yeniçağ kavramını, tarih – bilim ve insan döngüsünde eleştirel bir ironiyle konu ettiği yazılarını biraraya getirdi.
1994‘te, yazarın üçüncü roman çalışması “The Island of the Day Before” (Önceki Günün Adası) yayınlandı. Aslında Eco, öyküsel kurgusu olan başka bir kitap daha yazma niyetinde değildi. Ancak “katışıksız doğa” hakkında yazmak istedikleri kendiliğinden hikayesel bir nitelik kazandı ve elbette yine tarihin farklı zamanlarında üç boyutlu bir anlatımla ortaya çıktı. 1997‘deki Kant and the Platypus adlı bilimsel – felsefik deneme çalışmasında Eco, algılarımızın ne kadarının bilişsel idrak yeteneğimize, ne kadarının da dilbilgisi kaynağımıza dayandığını Pascal, Aristotales, Heidegger gibi düşünürlerin öğretilerinden yola çıkarak çözümlemeye yöneldi. 1995‘teki “The Search for the Perfect Language” (Kusursuz Dil Arayışı) kitabıyla ünlü edebiyatçı, iletişimin temeli olan dillerin çokluğu ve farklılığının, aslında iletişim gücümüzü sınırlandırdığı düşüncesini, Babil Kulesi’nin Tanrı’nın lanetiyle yıkılması sonucunda ortak dili kullanan insanların dilde de ayrışmasını efsanesini baz alarak açıklamakta; “Kusursuz dil” hayalinin gerçekliğini de sorgulamaktaydı.
2000 yılına gelindiğinde, inanç sistemlerimizi sorguladığı “Belief or Non-Belief?” (İnanç ya da İnançsızlık Yüzleşme) gibi yazarın daha ziyade eleştirel yönünü; yine kusursuz dil ütopyasına değindiği “Baudolino” gibi düşünsel yönünü açığa çıkaran yapıtlarını yayınladı. Son olarak, 2004‘te beşinci romanı olan “La Misteriosa Fiamma Della Regina Loana” (Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi) ‘yı kaleme aldı.
Umberto Eco, içinde 30.000’den fazla kitabın bulunduğu geniş bir kütüphaneye sahip olan Milan’daki evinde yazın çalışmalarına ve Bologna Üniversitesi’nde İletişim Bilimleri Programı’nda eğitmenlik görevine halen devam ediyor.



1 Aralık 2015 Salı

Hınzır Kız

                                         
                                            Yazar: Mario Vargas Llosa
                                            Yayınevi: Can Yayınları
                                            Orijinal Adı: Travesuras de la nina mala
                                            Orijinal Dili: İspanyolca
                                            Çeviren: Süleyman Doğru
                                            Kapak Tasarım: Utku Lomlu
                                            Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Temmuz 2015 - 1. Baskı



Sadece ahmakların mutlu olduğunu söyleseler de, itiraf ediyorum ki kendimi mutlu hissediyordum. Günlerimi ve gecelerimi Hınzır Kız'la paylaşmak hayatımı dolduruyordu. Geçmişteki buz gibi soğuk tavırlarına kıyasla, bana karşı sevecen davranmasına rağmen, günün birinde, hiç beklenmedik bir biçimde maceralarına geri döneceği ve hoşça kal bile demeden çekip gideceği korkusuyla, beni daima huzursuz bir şekilde yaşatmayı gerçekten başarmıştı.

Sebatlı çevirmen Ricardo'nun tek kabahati gönlünü fettan mı fettan, bin bir surat Hınzır Kız'a kaptırması. İki sevgilinin imkânsız aşkının arka planındaysa 20. yüzyılın ikinci yarısında hem Peru'yu hem de dünyanın geri kalanını şekillendiren tarihî ve toplumsal dönüm noktaları. Mario Vargas Llosa'nın, "Aşka dair ilk romanım," dediği Hınzır Kız 1950'lerin Lima'sında alevlenip Paris, Londra, Tokyo ve Madrid'e uzanan, sönmez bir sevdanın öyküsü. (Arka Kapaktan) 


Yorumlarımız:

Hınzır Kız, yazarın benim okuduğum ikinci kitabıydı ve gene Vargas romanını elimden bırakmak istemeyeceğim şekilde bana okuttu. Yazarın anlatımına, akıcılığına ve olayların içine okuyucuyu sokup, bilfiil yaşatmasına gerçekten hayranım. Kitabın konusu bir kadın ve erkeğin ilişkisini anlatmakta. Ancak buna o kadar enteresan kişilikler ve olaylar katıyor ki sürüklenip gidiyorsunuz. Yazar bunu yaparken bir taraftan da kahramanların yaşadıkları değişik toplumlarla ilgili politik, edebi ve sosyal içerikli arka planı hazırlayarak sizi o dönemlere de taşımakta aynı zamanda. İkili ilişkilerde de sansürsüz yalın bir anlatım var; doğru, yanlış yargısına pek yer verilmiyor, zannedersem okuyucuya da bu fırsatı tanımıyor Vargas ve bunu büyük bir ustalıkla yapmakta- hiç bir anlatımda doz ne fazla ne de az, anlıyorsunuz, yaşıyorsunuz o kadar.  Vargas'tan okumak için aldığım üçüncü kitaba (Julia Teyze) başlamak için sabırsızlanıyorum.  DEMET

Kitap Kulübümüzde Vargas’ın daha önce “Cennet Başka Yerde” isimli romanını okuyup çok beğendiğimizden Zeliha “Hınzır Kız”ı teklif edince, çok düşünmeden kabul ettik.
“Hınzır Kız”, Ricardo Somocurcio’nun hayatının 13 yaşından 60 yaşına kadar olan dönemini kapsıyan kendi ağzından anlattığı hatıra defteri gibi. Peru doğumlu Ricardo’nun lise yıllarında en büyük amacı hayallerinin şehri olan Paris’e yerleşmektir. Üniversite sonrasında bunu başaran Ricardo, Paris’te eski lise aşkına tekrar rastlayınca, Lily ile beraber olmak hayattaki tek tutkusu haline gelir. Ama zengin bir hayat yaşamak amacı olan Lily sadece iki zengin koca arasındaki boşluklarında, UNESCO’da simultane tercümanlık yaparak mütevazi bir hayat sürdüren Ricardo’ya gelir. Hınzır Kız başı sıkıştığında hep Ricardo’nun karşısına çıkar, onu sömürüp ruhen çökme noktasına getirdiğinde terk edip, daha varlıklı ve yaşlı bir adamı soymaya gider. Her seferinde yeni bir kimlikle sevgililerinden kaçarken sığınacağı liman Ricardo olur. Beraber oldukları 3-4 ay boyunca çok mutlu olan Ricardo her seferinde terk edilir ama aşkından hiç vazgeçemez. Sonuç olarak, bir ömür boyu süren takıntılı bir aşk hikâyesi; Ricardo nefret ettiğinde, tiksindiğinde bile seviyor Hınzır Kız’ı ve vazgeçemiyor.
Vargas’ın detaycı anlatımıyla, Ricardo’nun hayatına giren az sayıdaki arkadaşını, Peru’daki amcasının yazdığı mektuplardan yaşanan siyasi olayları, dönemin Paris’ini, Lily’nin peşinden gittiği Londra’yı ve Tokyo’yu da öğreniyoruz.
İlk kitabın verdiği tadı vermese de rahat okunan, güzel bir roman. NURİZER

Hınzır Kız'ı  Vargas 'Aşka dair ilk romanım' diye tanımlıyor. Ricardo'nun  lise yıllarından başlayıp sevgilisi Hınzır Kız'ın ölümüne kadar eksilmeden süren karşılıksız ,tutuklu ve saplantılı aşkı anlatılıyor. Ricardo ile Hırçın Kız lise yıllarından sonra tesadüfen karşılaşırlar. Hırçın Kız kendine zengin sevgili bulana kadar Ricardo ile birlikte  zaman geçirir, onun yardımına ve sevgisine ihtiyaç duyar. Sonrasında onu terk edip kayıplara karışır. Bu tesadüflerle birleşip, ayrılmalar farklı insanlarla  ve farklı şehirlerde Ricardo ve Hırçın Kız arasında aynı rutinde dört kez yaşanır. Bu rutin Hınzır Kızın ölümü ile son bulur ve yanınında onu hiç bırakmamış olan Ricardo vardır. Rutinde gelişen olaylardan dolayı fazla süprizli olmamakla birlikte sade anlatımı ve akıcılığı ile rahat okunan sürükleyici bir roman olarak tanımlanabilir. IŞIL




4 Kasım 2015 Çarşamba

Don Quijote





                                            Yazar: Miguel de Cervantes Saavedra
                                            Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
                                            Orijinal Adı: El İngenioso Hidalgo Don Quijote De La Mancha
                                            Orijinal Dili: İspanyolca
                                            Çeviren: Roza Hakmen
                                            Kapak Tasarım: Mehmet Ulusel
                                            Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Ekim 2014 - 18. Baskı


Kitabın sunuş yazısını yazan Prof. Jale Parla'nın sözleriyle: "Birinci kısmının basıldığı 1605 yılından beri en çok okunan, en çok sevilen, en çok yorumlanan ve yeniden en çok yazılan La Mancha'lı Şövalye Don Quijote ve silahtarı Sancho Panza'nın serüvenleri", bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilgiyle karşılanmış, ancak dilimize daha çok İngilizce ve Fransızca gibi ikinci dillerde çocuklar için hazırlanmış baskılarından yapılan çevirileriyle girmişti. Yine de, ancak bir iki tane ve ikinci dillerden de olsa, tam metin çevirileri de yapıldı.

Şimdi ise, Jale Parla'nın yerinde saptamalarıyla: "Shakespeare'le birlikte belki de ilk kez modern okuru düşleyen" ve sadece "şövalye romanları"nın değil, "Rönesans'ta kullanılan bütün (yazınsal) türlerin otoritesini yıkan" bu önce yazarın belki postmodern anlatıyı bile neredeyse dört yüzyıl önceden haber veren bu öncü romanı ilk kez tam anlamıyla Türkçeye kazandırılmış oluyor.
(Arka Kapaktan)



Yorumlarımız:


Şövalye Donkişot ve silahtarı Sancho Panza birbiriyle zıt iki insanın karakterlerini sergiliyorlar; biri cesur, soylu, romantik, hayalperest ve idealist, öbürü cahil, saf, kurnaz, çıkarına düşkün ve bencil.
İkisinin yaşadıkları maceralar sonunda Sancho Panza para, pul, şan, şöhreti Donkişot'un hayaller dünyasında yaşamak için terkeder. Donkişot'da sonunda gerçekleri farkeder. Fakat gerçek dünya onun ölüm nedenidir.
Miguel de Cervantes 1605 ve 1615 yıllarında iki cilt olarak Donkişot'u kaleme almıştır.
Ortaçağ şövalyeliğini alaycı bir dille eleştirirken aynı zamanda toplumun yok olan değerlerini de eleştiriyor.Yer yer komedi unsurları taşıyan ,sade ve akıcı bir dil ile yazılmıştır.
Modern romanın başlangıcı kabul edilen Donkişot hala dünyanın en çok okunan klasik eserlerindendir ve 38 dile çevrilmiştir. Donkişot günlük hayatımıza o kadar girmiştir ki, hayalleri peşinde koşanların simgesi olmuştur.
İlk ciltte Donkişot okuduğu şövalye kitaplarından etkilenerek gezgin şövalye olmak için yola çıkar.Silahtarı Sancho Panza ile maceralar yaşar.
İkinci ciltte ise Donkişot yaşadığı maceraları kitap olmuş bir gezgin şövalyedir.Yeni maceralar için yola çıkmışlardır ama bu sefer daha iyi şartlarda yolculukları geçer ve artık tanınmış bir şövalyedir. Davranışları ne kadar deli ise düşünceleri o kadar zekidir. İkinci cilt de başrol Sancho Panza'nındır. İlkine göre Donkişot'dan daha fazla rol almakta, daha fazla repliği vardır .
Her yaşta tekrar, tekrar okunacak bir roman. Mutlak okunmalılar listesine alınmalıdır. IŞIL


Cervantes'in bu baş yapıtı, edebiyat tarihinin de bir baş yapıtı ve bir çok edebiyat akımının da miladi başlangıcı kanımca. Her ne kadar Don Kişot'u çocukluğumuzdan beri tanısak bile aslında roman hem kurgu, hem anlatım, hemde içerik acısından oldukça karmaşık ve dikkat ve özenle okumayı gerektirmekte. 
Cervantes anlatım açısından bir çok kişiye yer vermiş; yazarın kendisi, hikayeye gerçeklik yüklemek için kullandığı magribi yazar, sahte Don Kişot, ana karakterler- özellikle Don Kişot tarafından anlatım, gerçeklik ve fantazi arasında gelgitler, Don Kişot ve hizmetkarı Sancho Panza dışında önemli roller üslenen 18 kadar diğer karakter ki bunlar 17 yüzyıl Avrupa'sının değer yargılarını, inançlarını, sosyal katmanlarını okuyucuya iletmek için son derece başarılı bir şekilde kullanılmakta ve bu açıdan önemli roller üstlenmişler.
Kitap her ne kadar komik olaylar silsilesiyle devam etmekte ise de çok önemli hicivler de içermekte aynı zamanda- kısacası gülerken düşündürmekte ve olaylara nerden baktığınızın, yani bakış acısının önemini de göstermekte. Öyle ki bir noktadan sonra okuyucu neyin delilik neyin delilik olmadığı konusunda bile kendini sorgulama durumunda bırakılıyor. Kitap bana aynı zamanda "büyülü gerçeklik" akımını hatırlattı ve hatta bu akımın Don Kişot ile ilk tohumlarının atıldığını bile düşündürttü.

Kitabın sonunda Don Kişot'un tamamen iyileşmesi yani "deliliklerinden" vazgeçmesi ise beni en acıtan yanı bu kitabın. Çünkü bence bu ulvi ideallerle yola çıkmış ve bu uğurda her şeyini yitirmeyi göze almış idealist bir insanın "gerçekler" karşısında yenilgisi, kabullenişi ve sonunda ölümü anlamına geliyor. Sanırım çok küçük bir azınlık haricinde idealleri içün büyük özverileri göze alan bir çok insanın tarih boyunca akıbeti yenilgi ve yokoluş olmamış mıdır??? DEMET


Yaratıcı Asilzade Don Quijote okuduğu şövalye romanlarıyla dünyası değişmiş hata delirdiği söylenen bir kişiliktir. Öyle bir hayal dünyasına kapılır ki dünyanın gerçekleriyle değil de, hayalinin süslediği şatolar, asilzadeler,başarılarla yol alır. Aslında yazarın verdiği mesaj çok önemlidir. O dönem İspanya'sını hiciv ederek anlatmaktadır. 
Cervantes Cezayir'de esir düştüğü hapishanede eserini yazmıştır.Romanda Doğu anlatılarının etkisi ortadadır.Ayni zamanda ilginç bir kurgu tekniği kullanıldığından, Avrupa'da çağdaş romanın başlangıcı sayılmaktadır. 
Don Quijote'un hayalperestliğine, iyi niyetine, kötülerin karşısında olmasına karşılık yardımcısı , silahtarı Sancho Panza realist ve fırsatçıdır.Yazıldığı yıllar itibariyle roman İspanya'nın ganimetlerle zenginleştiği , yoksulun yine yoksul kaldığı yıllardır.Ayrıca Avrupa'da Rönesans'ın başlangıç yılları sayılabilir. Boş işlerle uğraştığını düşündüğümüz Don Quijote, sonunda gerçeğe dönmüş ve acı içinde ölmüştür. Ama insanların zihinlerine uğraşılarını kazımayı başarmıştır. Böylece Cervantes kazançlıdır. Acı çeken, hapse giren kendince mücadele eden yazarın bu romanı ; bugün dünyada onlarca dile aslından çevrilmiş ve okunmaktadır.
Miguel de Cervantes Saavedra 'nın ''La Manchal'lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote'' romanı toplumu ortak acılarda, gülüşlerde, coşkularda buluşturan bir baş yapıt olup, mutlaka okunmalıdır diyorum. ZELİHA
2015 boyunca Kitap Kulübümüzde okuduklarımızdan benim için en değerlisi, en hayran olduğum, şaşırdığım, öğrendiğim, zevkle okuduğum iki ciltlik Don Quijote idi. 1605 yılında yani bundan yüzlerce yıl önce bir yazarın biraz kendi hayatından da esinlenerek yazdığı bu romanı okurken şaşırdım çünkü: beklemediğim kadar akıcı ve güzel bir dili vardı, müthiş bir hayal gücü ile yazılmış ve kurgulanmıştı, Öğrendim çünkü: O yüzyıldaki feodal yapıyı, zengin-fakir, köylü-asil ayrımını, savaşları, haçlıları hatta Osmanlıları anlatıyordu. Zevkle okudum, çünkü: sürükleyici idi, merak uyandırıyordu, hem komik hem dramatikti, kahramanların ve tabiatın tasvirleri olağanüstü idi, herşey hem çok gerçekçi hem değildi, endişelendiriyor, güldürüyor ve bir o kadar empati duygusu yaratıyordu.
Bence bu roman için daha fazla bir şey yazmamalı, bu roman okunmalı ve tadına varılmalı. Çünkü  modern romana geçişin başlangıcı olan bu roman bir baştacı. LEYLA






27 Haziran 2015 Cumartesi

Miguel de Cervantes




Miguel de Cervantes Saavedra, 1547'de fakir bir asilzade olarak Madrid yakınlarındaki Alacala de Henares'de doğdu. Babasından miras aldığı soylu ruh ve bitmek bilmez para sorunları ömrünün sonuna kadar Miguel'i de terketmedi. Küçük yaşlardan itibaren şiire ve tatlı sözlere meraklı olsa da çağının pek çok erkeği gibi Cervantes'in de ömründe askerlik ve esaret önemli bir yer tuttu.

1570 yılında silahşor olarak İspanyol ordusuna katılan Cervantes, bir yıl sonra kendini İnebahtı açıklarındaki İspanyol donanmasında buldu. Osmanlı tarihinin en büyük deniz yenilgilerinden biri olarak anılan İnebahtı Savaşı, Cervantes'in de sakat kalmasına yol açtı. Anlatılanlara göre, hasta olmasına rağmen kahramanca savaşan Cervantes 7 Ekim 1571 gününü ağır yaralarla tamamlar. Bir kurşun sol elini parçaladığı için ömür boyu sakat kalmıştır.

Yine de ordudan ayrılmaz. Küçük kardeşi Rodrigo ile birlikte pek çok savaşa katıldıktan sonra 1575'te Türk korsanlar tarafından esir alınırlar. Miguel, Cezayir'de geçen esirlik yıllarını daha sonra Cezayir Zindanları adlı bir sahne eserinde anlatacaktır. Defalarca kaçmaya çalışsa da Cervantes bu tutsaklıktan ancak beş yıl sonra yüklü bir fidye karşılığında kurtulabilir.

Ordudan ayrılan ve bir türlü uygun bir memuriyet ayarlayamayan Cervantes, sonunda sahne eserleri yazarak geçinmeye karar verir. Günümüze pek azı ulaşan bu eserler, yeni evlenen Cervantes'in geçimini sağlamaz, o da ufak tefek ticari çabalarda bulunur. 1590'lı yıllarda vergi memurluğu gibi küçük resmi görevler edinir, ama bu görevler onu kimi yolsuzluk suçlamaları ve kısa süreli hapisliklerle tanıştıracaktır. Yani memuriyet hayatı biraz karanlık ve tartışmalıdır Cervantes'in.

Aslında yazıdan kopmamıştır, 1585'te Galetea adlı pastoral romanını, yazmaya başlar. 1597'de yine hapiste olduğu bir sırada Don Quijote'yi yazmaya başlar. 1605'te Don Quijote yayımlandığında tam bir best seller olur. Bir yıl içinde 12 bin satan kitabın pek çok izinsiz baskısı yapılır, yani korsanları çıkar! Artık ünlü bir yazar olan Cervantes, kitaplarının gelirleri kadar himayesine girdiği Lemos Kontu sayesinde rahata ermiştir. Bu arada Hisseli Kıssalar adlı bir başka ünlü kitap yayınlar, 1615'te hem Don Quijote'un ikinci cildini hem de Sekiz Komedi'yi yayımlar.

Ne yazık ki çocukluğundan beri istediği yazarlığın da hep peşinde koştuğu rahat bir hayatın da tadını uzun uzun çıkartamaz. 1616'da, 69 yaşında hayata veda eder. Son kitabı Persil ve Sigismund'un Meşakkatleri ancak ölümünden bir yıl sonra yayımlanabildi.


Türklerin Tarihi




                                                      Yazar: İlber Ortaylı
                                                 Yayınevi: Timaş Yayınları
                                                 Editör: Tuğçe İnceoğlu
                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Mayıs 2015- 4.Baskı

 

"Koca bir kavmin binlerce kilometreyi üç asır içinde geçtiğini düşünün… Bu, dünyayı değiştirmez de ne yapar? İşte Türkler dünyayı böyle değiştirdi. Bu sebeple, bizim hayalî bir tarih ve kahramanlar üretmeye değil, yalnızca doğruyu öğrenmeye ihtiyacımız var…"
-İlber Ortaylı-

Türklerin Tarihi, göçebe bir kavimken Ortadoğu'nun güçlü uygarlıklarından birini tesis eden Türklerin günümüzde de çok konuşulan menşei tartışmalarıyla başlıyor. Akabinde Orta Asya'dan Anadolu'ya göç edip bölgeyi Türkleştirmeleri ve orada inşa ettikleri kültürün esasları… Büyük bir mirasa, güçlü bir yapılanmaya ve tarihî bir zenginliğe sahip bir milletin, Türklerin adının nereden geldiği ve bu coğrafyaya ne zamandan beri "Türkiye" dendiği tartışmalarının tüm detayları… Kazanılan önemli savaşlar ve geri çekilmelerle, dahası ızdırablı toprak kayıplarıyla bugünkü halini alan Anadolu'nun hikâyesi…

Türkiye'nin Malazgirt Savaşı'yla Bosna'nın fethi arasındaki 400 yıl boyunca Avrupa açısından önemli bir ülke ve baş edilmesi gereken bir sorun olmasının gerekçeleri… Dahası Oğuzlardan Kıpçaklara, Peçeneklerden Selçuklulara ve büyük bir imparatorluk olan Osmanlılara kadar uzanan ve sadece Türklerin değil; Rusların, Memlukluların, Karakoyunluların, Gaznelilerin, Safevilerin, Çinlilerin, Hintlerin ve Arapların tarihi… Yani aynı coğrafyayı yüzyıllar boyunca paylaşan uygarlıklara hep etki etmiş ve Doğu ve Batı kültürlerini birbirine taşımakta önemli bir rol oynamış Türklerin dünya tarihindeki yeri mercek altına alınıyor.

Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına, İlber Ortaylı'nın satırları arasında dolaşmak isteyen her yaştan okurun zevkle okuyacağı bir başucu kitabı...
(Arka Kapaktan)



Yorumlarımız:

Türklerin Tarihi, İlber Ortaylı tarafından yazılmış bir kitap. Detaylı ve oldukça kapsamlı bilgi içerdiğinden zaman zaman bilgi bombardımanına uğramış gibi hissedilse de kitap soru cevap şeklinde yani mülakat formatında olduğundan tekrara açık ve bu yüzden kitap bittiğinde bilgiler yerlerine yerleşmiş oluyor. Bence herkes tarafından okunup, tarihle ilgili doğru bilgilerin edinilmesi açısından çok önemli olduğu kanısındayım. Osmanlılarla başlayacak ve günümüze uzanacak ikinci kitabı dört gözle beklemekteyim. DEMET

 

İlber Ortaylı

 



1947 yılında Bregenz, Avusturya’da bir göçmen kampında Kırım Tatarı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini İstanbul ve Ankara'da tamamladı. 1965'te Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (1968) ile Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih bölümünü bitirdi. Viyana Üniversitesi'nde Slavistik ve Orientalistik okudu.

Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Prof. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden "Tanzimat Sonrası Mahalli İdareler" adlı tezi ile doktora derecesi aldı (1978), "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu" adlı çalışmasıyla da doçent (1979), 1989'da profesör oldu.

Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. yüzyıl ila 19. yüzyılı Osmanlı tarihi ve Rusya tarihi ile ilgili makaleler yayınladı. 1989-2002 yılları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yapmış, 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne geçmiştir.

21 Nisan 2015 Salı

Beş Yılın Ardından...


Koskoca beş yıl geçmiş, düşündüm- zaman gerçekten hızla akıyor ama bu hız yaptığımız şeyle ilintili mi? Yani sevdiğimiz, hoşlandığımız aktiviteler içindeyken zamanı çok daha çabuk tüketiyor, öte yandan sevmediğimiz, sıkıcı bulduğumuz aktivitelerde ise zaman bir türlü geçmek bilmiyor olarak algılanmıyor mu?

Bu bakış açısıyla değerlendirdiğimde bizim kitap kulübümüz için içtenlikle söyleyebileceğim şey bu beş senenin nasıl geçtiğini hiç fark etmediğim şeklinde olacak. Öte yandan biz sekiz kitap okumayı seven kişi olarak bu kulübü kurduk ancak sürdürmek için okumayı sevmek yeterli değildi; hepimiz okuduğumuz kitabı sevsekte sevmesekte en azından tartışabilmek için ve diğer arkadaşlarımıza karşı duyduğumuz sorumluluk bilinciyle hareket ederek hemen hemen hiç aksatmadan seçmiş olduğumuz kitabı okuduk, yorumladık. Her ne kadar hiç birimiz edebiyatçı olmasak ta bu öz disiplin kitap kulübümüzün sürekliliğini sağlamakta en önemli etkendi diye düşünüyorum. Bunun yanısıra ayda bir yaptığımız bu toplantıyı, evlerimizde arkadaşlarımızı ağırlamak, hoş vakit geçirmek için bir fırsat olarak gördüğümüzden önemseyerek hazırlandık. Böylelikle güzel sofralar, özenle hazırlanmış yiyecekler bu toplantıların vazgeçemediğimiz parçası haline geldi. Sonuçta hepimizin ortak bir yanını daha keşfetmiş olduk ve bundan büyük keyif aldık. Birlikte kitap okumanın heyecanını paylaşmanın, birbirimize duyduğumuz saygı ve özveriyle daha nice yıllar sürdürebileceğimiz bir aktivite olacağına inancım sonsuz- o yüzden daha nice beş yıllara diyerek hepimizi kutluyorum. DEMET


19 Nisan 2015 Pazar

Dorian Gray'in Portresi



                                                Yazar: Oscar Wilde

                                                Orijinal Adı:  The Picture of Dorian Gray

                                                Orijinal Dili: İngilizce

                                                Yayınevi: Can Yayınları

                                                Çeviren: Nihal Yeğinobalı

                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ekim 2014- 17.Baskı


Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... Bunun için her şeyi verirdim!"
Özellikle bir genç adamın büyümesini, eğitimini, gelişimini, kendini ve inançlarını keşfetmesini işleyen Dorian Gray'in Portresi için Oscar Wilde, 'bir ruhun hikâyesi' demişti. 1891'de ilk basıldığında ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle büyük tepki çeken romanın başkişileri olan Lord Henry ile Dorian'ın karşılıklı etkileşimleri, Dorian'ın kendini giderek kötüye, şeytani olana, hazcılığa adaması kitabın eksenini oluşturuyor. Son derece saf ve yakışıklı Dorian'daki değişim, Lord Henry'nin sözleriyle ve Dorian'ın kendi portresinde kendi güzelliğini keşfetmesiyle başlar. Lord Henry'nin etkisiyle kötülüğün ve zevkin çekimine kapılan, dünyada gençlik ve güzellikten önemli bir şey olmadığına inanan Dorian için heyecan, kötülükte ve günahtadır; iyilik ve erdemse sıkıcıdır, edilgendir. İyiliği temsil eden Basil'in Dorian'a duyduğu saf tutkuda eşcinsellik öğeleri açıkça hissedilir. Dorian'ın büyük sırrını, portredeki değişimi gören yalnızca Basil olur. Portreye odaklanan, sonsuz gençlik karşısında ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için kurtuluş var mıdır? Ve Oscar Wilde'ın dediği gibi, herkes Dorian Gray'da kendi günahını mı görecektir? (Arka Kapaktan)



Yorumlarımız:

Yazıldığı dönem için, özgürlük, açık düşünce, putları yıkma gibi roller üstlendiği kesin bu kitabın. Oscar Wilde’ın edebiyat dünyasında kara leke gibi görülmüş olması, sansürlenmesi, ceza alması da alışılagelmişe, toplumsal formatlara aykırılığının ispatı.

İşte tam da bu nedenlerle her zaman için çabası alkışlanmalı Oscar Wilde’ın diye düşünüyorum. Ancak hem Yunan Mitolojisinde hem de 1890’lardan önceki dönem kültürlerinde, insanoğlunun var olduğundan beri konu olan "dualite", "karşıtlığın birlikteliği ve çekimi", "olumluluk/olumsuzluk", "güzellik", " iyilik/kötülük" gibi kavramları üç ana karakter çevresinde döndürerek bir tiyatro oyunu tadında aktarması kitabı bence "hafif" bir kılığa sokuyor.... Masalımsı öğelerin kavramların varlığı da yazarın kurgusunu, söylemini çok tartışmadan kabullenmenize yarıyor, her ne kadar söylemin gücünü hafifletiyor olsa da...
"Ruhunu Satış Anlaşması", ne kadar reddedilirse edilsin, bir tür "Vicdan" ın varlığı, tüm aykırı ve anarşist düşünceye rağmen iyi ve kötünün kitabın sonunda herkesçe kabullenilebilecek bir orta yolda sonuçlanması belki de Oscar Wilde’ın o dönemdeki çekinceleri sonucu yazılmıştır kanımca...


Benim en başarılı bulduğum karakter Lord Henry kimliğinde temsil edilen  "Şeytan ". Tüm olaylar ve karakterler Şeytan’ın ufak bir kıvılcımı ateşlemesiyle benliklerinde var olduğundan habersiz oldukları özelliklerin esiri, güdümlü füzesi olmaya başlıyorlar.... Tüm kontrol ve yönetimi kaybediyor, tutkuların, duyguların başı çektiği bir arabanın yolcusu olarak yaşantılarını sürdürüyorlar....... Sanırım her an ve her dönem insan, toplum ilişkisinde hatta insanın kendi kendisiyle olan ilişkisinde bu "şeytan kavramı" nı ve etkisini hissedebiliyoruz değişik tanımlamalarla da olsa...
"Dorian Gray’in Portresi" ni çok farklı ortam ve düzeylerde tartışma aracı olarak kullanabileceğimizden eminim. UFUK


Oscar Wilde İngiliz edebiyatının hedonizm ve estetikçilik akımı yazarlarından. “Dorian Gray'in Portresi”nde Dorian Gray güzelliği ile estetiği, Lord Henry aforizmaları ile hedonizmi temsil ediyor. Ayrıca Viktorian dönemi İngiliz aristokrat yaşantısı alaycı göndermeler ile eleştiriliyor.

19.yy sonlarında eşcinselliğin suç sayıldığı İngiltere'de eşcinsel öğeler bulunan bu roman sansüre uğramış ve yeniden yazılmış. 2014 'de Everest yayınlarından ilk yazılan sansürsüz hali Türkçeye çevrilerek yayınlanmış.

Sansürlü veya sansürsüz; konusu, kurgusu, akıcılığı, dili ile bir şaheser. Her zaman dediğimiz gibi klasikler boşuna klasik olmuyor. IŞIL

Oscar Wilde’ın tek romanı olan Dorian Gray hem yazıldığı dönem itibariyle (1890) hem de bugün bile evrenselliğini koruması açısından muhakkak okunması gereken bir kitap. Yüz doksan sayfa olmasına rağmen içerik olarak üzerinde düşünülecek o kadar çok şey var ki!!!! Ben kitabı okumamışlar için şu kadarını söylemek istiyorum. Oscar Wilde kitabı yazdığında kitabın içeriği çok müstehcen bulunup kendisine sansürletilmiş! Bununla da kalmayıp eşcinsel olduğu için iki sene hapis yatmak zorunda kalmış ve çıktıktan üç sene sonra yokluk içinde ölmüş- aynı akibetin bir benzerini buluşuyla İkinci Dünya savaşının 2 sene önce bitmesine neden olan ünlü matematikci Alan Turing de yaşamıştır- ki bu ilk bilgisayarın icadıdır- hapis cezası almamak uğruna aldığı “tedavi” onu 1954 yılında intihar etmesine neden olmuştur. Toplumsal tabuların nelere mal olduğunun en acıtıcı ve ürkütücü örnekleridir bu iki insan kanımca. Oscar Wilde’a dönecek olursak, o kitabıyla ilgili savunmasında bir sanatçının hiç bir şekilde toplumu yönlendirmek, ahlaki bir ders vermek kaygısı taşımaması gerektiğini savunmuş, bunu sanatçının “sanat için sanat” yaptığı teziyle dile getirmiştir. Bugüne dek süren tartışmanın da bir başlangıcıdır bu- Sanat nedir? DEMET

Oscar Wilde 'ın tek romanı olan "Dorian Gray’ın Portresi" yazarın dönemin Ingiltere’sinin değerlerini roman kahramanlarının ağzından eleştirmesi ve ahlaki değerlere ters düşen kimlikleri sebebiyle tutucu çevrelerin büyük bir tepkisiyle karşılaşmıştır. Romanın ana karakterlerinden Lord Henry Watton, hayatta gençlik ve güzellikten başka hiç bir şeyin önemli olmadığını, iyi olmanın ve erdemin yaşamın tüm eğlencesini yok ettiği yolundaki görüşleriyle genç ve toy Dorian'ın düşüncelerini zehirler. Onun yönlendirmesiyle giderek  yoldan çıkan saf ve temiz Dorian zamanla daha kötü ve yoz olana ilgi duyan çifte yaşam sürmeye başlar .Yazar burada ruh tahlillerini gayet başarılı olarak iyi yada kötü önyargısından uzakta  gayet net ortaya koyuyor.. Okuyucunun onayı onu sınırlamıyor bana göre. İyilikler ortamını bulunca kötülüklere gayet rahat  dönüşebilir......

Gençlik ve güzellik için ruhunu şeytana satan Dorian ressam Basil Holward'ın yaptığı tablodaki herkesin hayran olduğu güzel ve yakışıklı  Dorian’ın  saf ruhundan  uzaklaşarak hiç yaşlanmasını istemediği tablosuyla  hesaplaşır, bir nevi kaderiyle  pazarlık yaparak hayatını sorgular. Oscar Wilde romanında üç ana karakteri için şöyle demiştir "Basil Hallward, benim olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın benim olduğumu sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir-belki başka bir çağda". Bu ifade bana çok ilginç geldi. Son derece  masum  bir  o kadar da derin bir özeleştiri..

Romanın diğer bir ilgi çeken hususu  gençlik ve güzellik çok önemsenirken evlilik  bir o kadar yerilmiş.. Kadın gayet önemsiz bir varlık olarak işlenmiş. Lord Henry "erkekler yoruldukları için kadınlar ise meraklı oldukları için evlenirler sonuç iki taraf için de hayal kırıklığıdır.  Hiç bir kadın dahi değildir. " diyor.  Edebi dilin su gibi aktığı, tercümenin çok başarıyla yapıldığı “Dorian Grey'in Portresi” gerçek kitapseveri son derece mutlu eden bir eser.  Herkese tavsiye edilecek bir başyapıt. BEYZA

Oscar Wilde


Oscar Wilde 1854 yılında İrlanda/ Dublin doğdu. Tam adı Fingal O’Flahertie Wills’dir. Babası, Sir William, hem ünlü bir cerrah, hem etkili bir aydın; annesi genç İrlanda topluluğunun etkin bir üyesi ve halkbilim uzmanıydı.
Dublin’deki Trinty College’den Oxford’a geçti (1874-1878). Yunan şiiri ve yaşamı konusunda derinliğine çalıştı, zamanının ünlü estetikçilerinden John Ruskin ile Walter Pater’in etkisinde kaldı, hazcılık (hedonizm) görüşünü benimsedi, bu yıllarda ilk sanat başarısını kazandı: Ravenna şiiriyle Newdigate Ödülü’nü aldı(1878). Böylece bağlanacağı ilkeler belirlenmiş oldu: “Sanat sanat içindir”.
İlk şiir kitabını bu dönemde yayımlattı: Poems (1881). Kadınsı kılık ve tavır özellikleriyle ilgi çekmesi, öğrenciliğine kadar uzanırsa da asıl bu yıllarda büsbütün ortaya çıktı; umursamaz, sınır tanımaz davranışları genel bir eleştiri konusu oldu. Londra’nın seçkinleri arasında zekâ, yetenek, buluş yorum gibi olumlu özellikleriyle yer bulduğu gibi başkaldırıcı nükteleri, giysi aşırılıkları, açık saçık öyküleri ve yaşamı değerlendiren ilkeleriyle sürekli alay-şaşkınlık-eleştiri odağı haline geldi, bu özelliklerini koruyarak ABD’ ye okuma ve konferans gezisini gerçekleştirdi (1882). 29 Mayıs 1884’te evlendirildi ve iki çocuğu oldu.
İki oyunun sahnelendiği ABD’den dönüşünde bir süre Paris’te yaşadı, sanatçılarla tanıştı; çocuklar için görünmesine karşın özlü alegorili ve değerli anlatılarını yayımlattı: “The Happy Prince(Mutlu Prens)” and “Other Tales (Öteki Öyküler - 1888)” . Bu dönemde bir derginin yönetimini de yürüttü (Woman’s World: Kadın Dünyası). Çalışkan verimliliğiyle birkaç ürün birden verdi: “İntentions (Niyetler; denemeler, eleştiriler -1891)” , “The Picture of Dorian Gray (Doryan Gray’in Portresi; roman - 1891)” .
Herkesin eşcinsel ilişki diye değerlendirdiği bir arkadaşlıkla bağlı olduğu Lord Alfred Douglas (1870-1945) ile yakın ilişkisi, ailesinin de, toplumun da kabul edemeyeceği bir açıklık çizgisine erişince skandal doğdu. Marki de Queensberry adını taşıyan baba, oğluyla bağını aşağılayıcı bir suçlamayla açıklayınca iş mahkemeye düştü (1895); iki yıl hapis cezası aldığı için Reading Cezaevi’ne kondu. Birkaç yıldır Londra sahnelerinde oynanan oyunları (Lady Windermere’s Fan: Leydi Windermer’in Yelpazesi, 1892; A Woman of No importance: Önemsiz Bir Kadın, 1893; An İdeal Husband; İdeal Bir Koca, 1895; The importance of Being Earnest: Ciddi Olmanın Önemi Üzerine (1895)) yavaş yavaş gündemden kaldırıldı. Kitaplarının basımı engellendi, toplumun suçlayıp karaladığı bir kişi durumuna geldi. Fransızca yazdığı halde dostu Lord Alfred Douglas’ın İngilizceye çevirdiği oyunu Salome’yi Paris’te Sara Bernhardt canlandırmıştı (1893).
Bütün bunlar ahlak açısından aldığı olumsuz puanları silmeye yetmedi. Hapishane yaşamının esinleriyle yarattığı iki ürün, her bakımdan içten, yankılı, güçlü oldu: “The Ballad of Reading Gaol (Reading Zindanı Baladı) – 1898”, arkadaşı Lord Alfred Douglas’a yazdığı mektuplardan oluşan “De Profundis -1905”. Hapisten çıkınca İngiltere’de hiç kalmadı. Fransa’ya geçip bir süre de İtalya’da dolaştı. Yoksunluklar içinde yaşadı; eşini ve çocuklarını bile bir kez daha göremeden bir kulak iltihabının beyne ulaşması yüzünden yalnızlık içinde öldü (30 Kasım 1900).

 

25 Mart 2015 Çarşamba

Alberto Giacometti

Pera Müze’sinde ünlü heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti’nin retrospektif bir yaklaşımla hazırlanmış sergisi sürmekte.


İnce, uzun, sıkışmış, yassılmış küçük kafalı heykellerin yaratıcısı Giacometti, 1901 yılında İsviçre’nin İtalya sınırında bir köyde doğmuş.  Babası, Art-İzlenimci ressam Giovanni Giacometti’nin etkisi ile resim yapmaya başlamış. Serginin ilk bölümünde daha çok aile bireylerinin poz verdiği bu resimleri görüyoruz. Cenevre’de Güzel Sanatlar Okulu'nda sanat eğitimini bitirdikten sonra Paris’e gitmiş ve heykele ağırlık vermeye başlamış.


Serginin ikinci bölümünde ise çoğunluğu 1950-1960 yılları arasında gerçekleştirilmiş, sanatçının dünya algısını geliştirdiği ve gerçeği olduğu gibi değil de gördüğü gibi yansıttığı olgunluk dönemi yapıtları yer alıyor. İnsan figürü üstüne çok yoğun biçimde çalıştığı dönemin eserleri bunlar.
Son bölümde ise Giacometti’nin yaşadığı kent olan Paris’in sokaklarını, kafelerini, atölyesini ya da karısı Annette’in dairesi gibi daha özel yerleri de çizdiği litografilerini görüyoruz.


1961 yılında yaptığı “Yürüyen Adam” heykeli 2010 yılında yapılan müzayedede 104 milyon dolara satılarak tüm zamanların en yüksek fiyata satılan heykeli olarak rekor kırmıştır. 1966 yılında hayata gözlerini yummuş olan Giacometti’nin sergisi 24 Nisan’da bitiyor, kaçırmayın.


22 Mart 2015 Pazar

Saçında Gün Işığı


                                               Yazar: Jhumpa Lahiri

                                               Orijinal Dili: İngilizce

                                               Orijinal Adı: The Lowland

                                               Çeviren: Duygu Akın

                                               Yayınevi: Domingo, Bkz Yayıncılık

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2014, 1. Baskı

Adanmışlıklarla ayrılmış, trajediyle birleşmiş iki kardeş. Geçmişle lanetlenmiş bir kadın. Devrimle darmadağın olmuş bir ülke. Kendi yitmiş, bedeli kalmış bir aşk. Günümüzün en önemli yazarlarından Pulitzer ödüllü Jhumpa Lahiri'den, üç nesil ve iki ülkeye yayılmış büyüleyici bir roman.(Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Hindistan’da, Kalküta’nın güneyindeki Tollygunge’de -1960’lı yıllarda- başlayıp Amerika’ya uzanan ve uzun bir zamana yayılan “Saçında Gün Işığı” olgun, mantıklı, görev adamı Subhash ile kendinden on beş ay küçük kural tanımaz, atak, meraklı kardeşi Udayan üzerinden, birbirine benzemeyen üç kuşak Matri ailesinin mutsuz hikâyesini anlatıyor. İki kardeş çocukluklarında birbirlerine çok benzer gözükselersede üniversite yıllarında karakter farklılıkları ortaya çıkar. Udayan ülkenin sorunları ile ilgilenmeye başlar. Böylece Hindistan’da 1967-68’de ortaya çıkan Naksalit isimli bir komünist hareketi ve o günlerdeki siyasi ortamı, öğrenci hareketlerini, ölümleri, bombalamaları anlatır bize yazar. Subhash ise bilim adamı olmayı seçer ve Amerika’ya doktora yapmaya gider. Subhash ilgilenmese de Amerika’daki üniversite öğrencileri de ellerindeki megafonlarla, pankartlarla Vietnam savaşını protesto ederler. Aslında o dönem tüm dünya kaynamaktadır, Paris’te ve Türkiye’de de öğrenci olayları çok yoğun yaşanmaktadır.

Udayan’ın evlenmesi ile Hindistan’a ait gelenekleri öğreniyoruz satır aralarında ve anne ve babası ile ilgili detayları. Ama evlendikten iki yıl sonra Udayan ölüp hamile eşi Gauri yalnız kalır. Subhash, kardeşinin cenazesi için Hindistan'a gittiğinde, tereddüt etmeden, sanki yapması gerekeni en baştan beri biliyormuşçasına Gauri ile evlenir ve onu Amerika’ya getirir. Romanın kalanında geçmişinden kurtulamayan Gauri’nin Subhash’ı ve kızı Bela’yı ne kadar mutsuz ettiğini okuyoruz. Okurken Gauri’yi suçlasakda sonuçta herkesin olgunlaşması çok zaman alıyor ve hayat sakin akmaya başlıyor. Rahat okunan bir roman. Mutsuzluğu ile okuyanı sıkmayan birazda Hindistan bilgileri veren bir roman. Tavsiye ederim. NURİZER

Saçında Gün Işığı Pulitzer ödüllü Jhumpa Lahiri kaleminden çıkmış bir kitap. Dolayısıyla dili kolay, akıcı ve sürükleyici. Konu olarak iki coğrafya, iki farklı kültür, kadın- erkek ilişkileri üç kuşak üzerinden aktarılmakta. Ben kitaptaki sürekli olarak karşıma çıkan kontrastlardan etkilendim ve üzerinde düşünme ihtiyacını duydum. Şöyle ki her ne kadar kişiler birbirlerinden farklı karakterlerde olsalar da acaba yaşam için seçtikleri toplum onların farklı kimliklere bürünmesi de zannettiğimizden daha etkin bir rol mü oynuyor? Udayan’ın seçimi kardeşi gibi Amerika’ya gitmek olsaydı, çok farklı bir kimlikle karşımıza çıkmaz mıydı? Veya Subbash Hindistan’da kalan kişi olsaydı, ailesinin gelenek ve göreneklerinin bir sonraki nesildeki temsilcisi olmaktan öteye geçebilir miydi? En önemlisi dul bir kadın olan Gauri’nin hayatı Hindistan sınırları içinde nasıl olurdu- kişiliğini bulmak için verdiği içsel savaş ve kendi başına birey olabilmek için gösterdiği cesarete sahip olur muydu yoksa kaderine razı olmak durumunda mı kalırdı? Bu cesaret miydi yoksa bireyci bir toplumda yaşamanın sonucu gelişen bir bencillik miydi? Kızı Bela’nın hayatı Hindistan ortamında nasıl bir hayat olurdu? O da annesi tarafından terk edilmesine rağmen özgürlükçü ortamda yetişmiş olmaktan bir kadın olarak fayda görmedi mi ve karakteri o yönde oluşmadı mı? Kitap tüm bu soruları zihnimizde uyandırması ve düşündürmesi açısından çok başarılı. Benim için ise bu kitabı okuduktan sonra vardığım sonuç kişinin yaşadığı toplumun onun evrilmesinde en önemli faktörlerin başında geldiği oldu- her ne kadar karakter farklılıkları, aile gibi faktörleri göz ardı edemesek de toplumsal etkileşimlerin, yaşadığımız ortamın bizde sandığımızdan fazla iz bıraktığı kanısındayım.  DEMET   

 

11 Mart 2015 Çarşamba

Jhumpa Lahiri


 
Bengal'li bir anne babadan olan Jhumpa Lahiri, 1967 Londra doğumlu olup Rhode Island'ta büyümüş, ama çocukluğunda ve gençliğinde tatillerini sık sık Kalküta'da geçirdiğinden anayurduyla bağlarını koparmamıştır.

Bernard'dan mezun olup Boston Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık programını bitirdikten sonra Rönesans Araştırmaları alanında doktora yapmıştır. Amerikan dergilerinde yayınlanmış öykülerinin biraraya geldiği “Dert Yorumcusu” (Interpreter of Maladies) ile 2000 Pulitzer Edebiyat Ödülü, Pen/Hemingway Ödülü, The New Yorker En İyi Çıkış Kitabı Ödülü'ne sahip olmuştur. İlk romanı “Adaş”ı (The Namesake) 2003 yılında yayınlandı.
2013 yılında yayınlanan “Saçında Gün Işığı”(The Lowland) adlı romanı  Man Booker'a aday gösterildi ve National Book Award finalisti oldu. Eşi ve iki çocuğuyla New York’ta yaşamaktadır.

9 Mart 2015 Pazartesi

Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar

Bugün “8 Mart dünya Emekçi Kadınlar Günü”nü ben de Sabancı Müzesinde sergilenen “Miró”nun kadınları ile kutladım. 23 Eylül 2014 tarihinde açılmış olan "Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisine gitmek kısmet olmamıştı, bu gün artık son günü olduğundan kaçıramazdım.


1893 yılında Barcelona’da dünyaya gelen Katalan ressam, ilk sergisini 1918 yılında sanat eğitimi aldığı Barcelona’da açar. 1920 yılında Paris’e gider ve ‘resmimi nasıl katledebilirim?’ düşüncesi ile resimlerini simgeleştirme ve yalınlaştırmaya çalışır. 1925’te Paris’teki ilk sergisi bir sürrealist hareket olarak yankılanır. Daha sonra seramik, heykel ve baskı resimlerde yapan Miró, 1983’de ölünceye kadar üretmeye devam etmiş, dünyanın sayılı müzelerinde sergiler açmış ve onlarca ödül kazanmıştır.
125 eserin yer aldığı sergiyi gezdiğimizde görüyoruz ki, Miró renkleri var; sarı, mavi, yeşil, kırmızı, siyah ve beyaz. Bunun dışında çok nadir başka renge rastlıyoruz. Serginin teması gereği resimlerin çoğunda yer alan yıldız, ay ve güneşi hemen tanıyoruz ama kuşları ve kadınları görmek kolay olmuyor. Hele 1970’lerden sonraki resimlerde bunlar daha da simgeleşmiş. Kadınlar Miró için hep önemli olmuş, heykellerinde, resimlerinde sık sık önümüze çıkar. Serginin afişindeki “Şahane Şapkalı Kadın”, “Güneş Kadın”, “Kaçmayı Düşleyen Kadın”, … 


Serginin tek erkek heykeli olan “Kişi” heykelini sergiler için gezmediğinde Barselona’daki “Joan Miró Müzesi”nde görebilirsiniz. Kariyeri boyunca doğadan çok etkilendiğini öğreniyoruz. “Kişi” heykelinin başlangıcının bir badem ve minik bir çakıl taşı olduğunu öğrenince sanatçıların farklı bir düşünme tarzı olduğunu kabullenmek gerekiyor. Miró, çok iyi bir gözlemci, gezdiği mağaralardan, tırmandığı dağlardan, Gaudi’nin eserlerinden, deniz kıyısında saatlerce hareketsiz kalıp gözlemlediği ufuk çizgisinden parçalara rastlıyoruz resimlerinde.


Miró gözünü sadece doğaya dikmez, zorlu savaş yıllarında gittikçe artan bir ilgiyle başka âlemlere dair hayallerin peşinden de koşar. Bu dönemde ürettiği eserlerin çoğunda dünyadan kaçmak konulmuş bir merdiven vardır. İç savaş döneminde ülkesinden ayrı kalan ressamın ülkesindeki huzursuzluğa ve şiddete karşı çıkmak için kullandığı diğer bir simge ise el izleri.

Son gününde de olsa sergiyi gezdiğime çok memnun oldumNURİZER