26 Kasım 2021 Cuma

Minik

 



                                               Yazar: Edward Carey

                                               Özgün Adı: Little

                                               Orijinal Dili: İngilizce

                                               Yayınevi: Ithaki

                                               Çeviren: Hilal Dikmen

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021, 1.Baskı

 

 

1761’de, İsviçre’nin bir köyünde ufacık, tuhaf görünüşlü, Marie adında bir kız doğacak. Büyüdüğünde kendini Madam Tussaud’ya dönüştürecek bu minik kız, ailesinin ölümünden sonra sıradışı bir balmumu heykeltıraşının yanında çıraklık edecek ve böylece yolu, zorba bir dul ve onun sessiz, solgun oğluyla tanışacağı Paris’in biçimsiz sokaklarına düşecek.

Marie yeni dostlarıyla birlikte, harabe durumdaki bir oteli balmumu büstlerin sergilendiği bir salona dönüştürecek ve bu sergileriyle bir sansasyon yaratırken, sanatsal becerilerinin ünü de gittikçe yayılacak elbette. Hatta Versailles Sarayı’na bile çağrılacak, Marie Antoinette’e danışmanlık edecek, prenses doğum yaptığı sırada onun hayatını da kurtaracak. Hem de saray duvarlarının dışındaki Paris devrim ateşiyle keşmekeş içindeyken.

Edward Carey’nin, Devrim Paris’inde hem kraliyet yanlıları hem de radikallerle ahbaplık eden hırslı bir vizyoneri, efsanevi Madam Tussaud’yu anlattığı Minik, sanata, sınıf çatışmasına, iradeye ve sevdiklerimize nasıl tutunduğumuza dair, gösterişli geçit törenlerine benzeyen cazibeli bir roman ve çarpık, dehşetli, sürükleyici bir hikâye.

“Yalan hikâyeleri sahicilerinden daima ayırt edebiliyordun çünkü yalan hikâyeler her anlatışta değişiyordu. Sahici olanlarsa hiç değişmiyordu. Hayat nedir? Bize kalan tek şey hikâyelerdi. Hikâyeler bizim giysilerimizdi.”

“Bu büyülü romanı kaçırmayın! Balmumu heykelleriyle nam salan Madame Tussaud hayat öyküsünü kendi ağzından anlatıyor.”

 

Yorumlarımız:

Edward Casey tarafından kaleme alınmış “Minik” adlı biyografik roman Avrupa’nın Karanlık çağdan çıkışını simgeleyen, “Aydınlanma Çağı” olarak adlandırılan 18. yüzyılda önyargılardan/ ideolojilerden uzaklaşarak, bunların yerine bilgi ve düşünsel gelişmenin ön plana çıkmasıyla 1789 Fransız devrimiyle taçlanan bir süreçte doğan Madame Tussaud’un hayatı üzerinden sanat, sınıf çatışması, azim ve sevdiklerine tutunmanın hikayesi.

Hikâye Marie Grosholtz adlı, 1761 doğumlu Alsas’lı bir çocuğun ailesini kaybedip müzmin ancak yetenekli bir balmumu sanatçısı olan Dr. Curtius yanında çıraklıkla başlayıp, dünyada halen çok ünlü olan Madame Tussaud müzesinin kurucusu haline gelmesini, geçen süreçte inanması zor bir hayat mücadelesi ve zor zamanlarla baş edebilme yetisiyle, Fransız devrimi sürecinden sağ çıkabilmesini ve sonunda ulaştığı başarıyı anlatıyor.

Kitapta yazar küçük kahramanını hassasiyet ve doğruluk/ gerçeklik ile sanki Paris sokaklarından evinizin çalışma odasına girermişçesine canlandırıyor. Ayrıca diğer kişilikler son derece başarılı tasvirlerle, olaylar çok iyi bir gözlemci olan Marie sayesinde okuyucu acısından nerdeyse canlanıp tekrar yaşanıyor. Fransız devrimine giden süreçte her ne kadar Jan Jacques  Ruosseau, Voltaire , Descartes gibi düşünürler tarafından “akıl” merkeze konulup, geleneğin köleliğinden kurtulma çabasıyla Deneyimcilik, Sekulerism, Rasyonalism  (Düşünüyorum o zaman varım- Descartes) gibi akımlarla eşitlik ve insan haklarının öne çıkmasının yolu açılsa da, aynı dönemin acımasızlığını ve insan katliamını Robespierre’in (Jacobenler) yönetimi ve ihtilalin kendi çocuklarını yok etmesiyle de tüm açıklığıyla hafızalarımıza kazınıyor. Bunu hikâye anlatıcısı olan Marie yoluyla hayatını ve dönemi yapmacıksız, eklemeler yapmadan direkt gözlemlediği şekliyle anlatmasıyla sağlıyor yani Marie yorum yapmıyor sadece anlamaya çalışıyor.

Yazar Carey her ne kadar masalsı bir üslup kullansa da araştırmasını yapmış, gerçek olaylar ve Fransız devrimi objektif olarak yansıtılıyor.  Sonuçta yazar fantastik ama fantastik olmayan, içinde ciddi bilgi barındıran, illüstrasyonlarla hayal gücümüzü destekleyen sürükleyici bir o kadar da enteresan bir biyografik roman yazmayı başarmış. Benim için kitabın en önemli mesajı şartlar ne olursa olsun mental ve azmin gücünü ortaya koymasıydı- tabii şans faktörünün de her yaşamda rolünü yadsımamak gerektiği gerçeğiyle.  Keyifle okunmasını tavsiye ederim. DEMET

 

Bu ay Edward Carey’in Minik: Madam Tussaud’nun Olağanüstü Hayatı adlı kitabını okuduk. Aslında bu kitap Londra’daki Madam Tussaud müzesinin kurucusu ‘Marie’nin hayatını kendi ağzından anlatan biyografik bir roman. Bu tanım bu kitap için çok basit kaçar, hiç gerçekçi olmaz bence. Çünkü kitap bir bütün olarak çok farklı öğeler barındırıyor:

Her şeyden önce oniki yılı aşkın süredir yürüttüğümüz Kitap Kulübü’müzde bir ilkle karşılaşıyoruz: yazar hem yazıyor hem çiziyor. Roman kahramanlarını, kitapta geçen objeleri gayet profesyonelce çiziyor. Bir röportajında yazar ‘romanım bittiğinde sözlerle çizimleri evlendiriyorum’ demiş. Gerçekten de birbirine çok entegre bir sunum var tüm kitap boyunca ve bu hem kitabı zenginleştiriyor hem de okuyucuya adeta görsel bir şölen oluşturuyor.

İkinci önemli konu romanın kurgusu. Kitap, biyografik özelliği ile uyumlu şekilde kronolojik bir yapıya sahip olsa da bilhassa Paris’teki yaşamı anlatan, tarihsel olayların fonda çok etkin olduğu bölüm çok grift, bazen takibi zor, kahramanların ilişkisi düşündürücü, zorlayıcı, farklı duyguları uyandırıcı. Hatta insan olmak nasıl bir şey diye sorgulatıcı. Son bölüm Londra ise aslında Marie’nin en uzun yaşadığı bölüm, fakat yazı dili çok daha sade, net ve kısa. Fantastik öğelerin de en az olduğu bölüm. Burada bir kişi isterse, azmederse, bunun için savaşırsa neler başarabileceğini göstermesi açısından önemli.

Üçüncü dikkatimi çeken konu yazarın adeta bir psikolog gibi her bir kahramanı başka bir deyişle farklı tiplerdeki insanları incelemesi ve ustalıkla yazıya dökmesi. Ancak daha ilginç olanı o gerçek kahramanlarla onların portreleri veya heykelleri bazen öyle iç içe geçmiş ki insan adeta puslu bir camın arkasından bakıp olayları çözmeye çalışıyor. Yazar bunu bilhassa mı böyle yapmış, yoksa üslubu mu böyle bilmiyorum. Bence gerçek ve fantastik öğeleri birleştirmesindeki maharetinden ileri geliyor. Bu üslup bize acıyı, sevgiyi, aşkı, merhameti, kederi, tuhaflıkları, güzeli, çirkini vs görmemizi, duymamızı veya merak etmemizi sağlıyor. Bence bu yazı dili romanı derinleştiren, okuyucuyu sarmalayan, empati kurduran, heyecanlandıran, ‘hayat nedir’ sorusunu sorduran bir yapıya dönüşüyor.

Son olarak çeviri konusunda bazen sorguladığım yerler oldu ama genel olarak iyiydi. Bence iki -üç adet de olsa imla hataları bu güzel kitaba yakışmıyor. Yeni bir baskı yapılmadan dikkatli bir göz tekrar okumalı.

Sevgili okuyucu hem öğretici hem sürükleyici hem de bolca fantastik öğeli bir biyografi okumak isterseniz MİNİK tam isabet. Naçizane fikrimdir. LEYLA

 


22 Kasım 2021 Pazartesi

Edward Carey

 



Edward Carey, 1970 yılında Norfolk, İngiltere'de doğdu.

Her ikisi de Kraliyet Donanması subayı olan babası ve büyükbabası gibi, Pangbourne Denizcilik Koleji'ne gitti, ancak donanmaya katılmak yerine Ulusal Gençlik Tiyatrosu'na katıldı ve Hull Üniversitesi'nde drama okudu.

“Gözlemevi Köşkleri”, “Alva ve Irva: Bir Şehri Kurtaran İkizler” ve “Iremonger Üçlemesi” gibi çocuk romanlarının hepsi birçok farklı dile çevrildi ve hepsini o resimledi. Aynı zamanda bir illüstratör olan yazar her zaman hakkında yazdığı karakterleri çizdi.

Aynı zamanda oyun yazarı olan Carey’in “Somurtkan Thomas” ve “Kuşların Kaptanı” oyunları en popüler olanlarıdır. Patrick Süskind'ün “Güvercin” ve Robert Coover’ın “Pinokyo Venedik’te” romanlarını sahneye uyarladı. Romanya Ulusal Tiyatrosu ve Litvanya Vilnius Küçük Devlet Tiyatrosu için oyunlar yazdı. İngiltere'de oyunları ve uyarlamaları Young Vic Studio, Battersea Arts Centre ve Royal Opera House Studio'da yapıldı. Malezya'da “Macbeth”in bir gölge kuklası yapımında Faulty Optic Theatre of Puppets ile işbirliği yaptı.

Gençliğinde çalıştığı Madam Tussaud Müzesinin yaratıcısının hayat hikayesi olan son romanı “Minik (Little)” i bitirmesi on beş yılını aldı.

Iowa Üniversitesi'ndeki Yazarlar Atölyesi'nde ve Austin'deki Teksas Üniversitesi'ndeki Michener Merkezi ve İngilizce Bölümü'nde birçok kez yaratıcı yazarlık ve peri masalları dersleri verdi.

İngiltere, Fransa, Romanya, Litvanya, Almanya, İrlanda, Danimarka ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşadı. Son dokuz yıldır eşi yazar Elizabeth McCracken ve çocukları ile Austin, Teksas'ta yaşıyor.


Gece Yarısı Kütüphanesi

 


                                               Yazar: Matt Haig

                                               Özgün Adı: The Midnight Library

                                               Orijinal Dili: İngilizce

                                               Yayınevi: Domingo Yayınevi

                                               Çeviren: Kıvanç Güney

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021, 1.Baskı

 

 

“Yaşamla ölüm arasında bir kütüphane var,” dedi. “Bu kütüphanedeki raflar sonsuza kadar gider.  Her kitap yaşamış olabileceğin başka bir hayatı yaşama şansını sunar sana. Farklı seçimler yapmış olsan, şu an nasıl bir hayatın olacağını görürsün…

Pişmanlıklarını telafi etme şansın olsaydı, bazı konularda farklı davranır mıydın?”

Nora Seed berbat halde. Kedisi öldü. İşinden kovuldu. Abisi onunla konuşmuyor. Kimsenin ona ihtiyacı yok. Art arda alınmış kötü kararların sonucunda bir kütüphanede buluyor kendini. Zamanın hiç akmadığı bir gece yarısı kütüphanesinde, sonsuz sayıda kitabın ortasında... Kitapların her birinde Nora’nın farklı bir hayatı yazılı. Başka kararlar verseydi yaşamış olabileceği hayatlar.

Farklı kariyerler, farklı eşler, farklı arkadaşlar, farklı şehirler arasında gidip gelen Nora’nın aklı sorularla doluyor. Mutluluk sadece önemli sandığımız seçimlerde mi gizli? Yanlış giden her detayın sorumlusu gerçekten biz miyiz? Hayatı yaşanılır kılan ne? Yanlış bir karar insanın tüm hayatına mal olabilir mi?

İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Matt Haig; Nora’nın pişmanlıklara, ihtimallere ve yeniden seçme imkânına dair çıktığı bu yolculukta, ona eşlik edecek okurlara sürükleyici ve insanın en temel sorunlarını konu alan bir kurgu sunuyor.

 


26 Ekim 2021 Salı

Matt Haig

 



Matt Haig 3 Temmuz 1975 yılında İngiltere'de dünyaya geldi. Hull Üniversitesi’nde İngilizce ve Tarih üzerine öğrenim gördü. Haig hem çocuklar hem de gençler için kurgusal ve kurgusal olmayan romanlar yazdı.

2004 yılında yazdığı ilk romanı “The Last Family in England”, Shakespeare’nin Henry IV. romanının kahramanlarının köpek olduğu yeniden anlatımıdır. 2006’da yazdığı “The Dead Fathers Club”, 11 yaşında babasını kaybeden bir çocuğun hikayesi.

Çocuklar için yazdığı ilk romanı “Shadow Forest” 2007 yılında yayımlandı ve pek çok ödül aldı.  “Runaway Troll”, “Echo Boy”, “The Girl Who Saved Christmas”, “Father Christmas and Me” çocuk kitaplarından bazıları. Yazarın en çok satan romanı “Noel Baba ve Ben” film için uyarlandı.

Kurgusal olmayan “Hayatta Kalma Sebepleri” kitabı Sunday Times'ın en çok satan kitabı oldu. Bunun dışında “Nasıl Bir E-Stratejiniz Yok”, “Marka Başarısı”, “Marka Başarısızlıkları”, “Marka Telif Hakkı” gibi kitaplarının sonuncusu 2021 Temmuz ayında yayınlanan “The Comfort Book” oldu.

Matt Haig romanları genellikle karanlık ve ilginç aile hayatını konu alır. 24 yaşında geçirdiği depresyonun etkileri kurgusal olmayan romanlarına yansımaktadır. “The Possesion of Mr. Cave” “The Radley’s”, “The Humans”, “The Midnight Library”, “How to Stop Time”

Kitapları 25 dile çevrildi ve edebiyat alanındaki birçok ödülün sahibi oldu.

Yazar Andrea Semple ile evlidir. İki çocukları ile Brighton, Sussex’de yaşamaktadırlar.


21 Ekim 2021 Perşembe

Yeni Döneme Başlarken............

 

Okula gittiğim yıllarda okulun açılmasını heyecanla beklerdim. Şimdide 27 Ekim’de başlayacağımız Kitap Kulübü için heyecanlıyım.

Aynı okullar gibi Ekim ayında başlayıp Haziran’da bitiriyoruz Kitap Kulübümüzü. Her üyenin birer defa moderatörlük yaptığı sekiz toplantımız oluyor. Başlarken acaba kaçımız bu kadar uzun süreceğini düşünmüştük? 14. Döneme başlıyoruz 27 Ekim’de. Maalesef ki yine Zoom toplantısı olacak. Dünyayı sarsan Covid-19 Pandemisi nedeniyle Mart 2020’den itibaren toplantılarımızı hep Zoom üzerinden gerçekleştirdik. Oldukça da başarılıydık. Umarım bu dönemin bir noktasında yeniden yüzyüze toplantılarımıza dönebiliriz.

Geçen dönem okuduğumuz kitapları özetlersek;

-        Middle Sex – Jeffrey Euginides

-        Arı Kovanı – Camilo Jose Cela

-        Yetişkinlerin Yalan Hayatı – Elena Ferrante

-        Mozart ve Deyyuslar – Anthony Burgess

-        Küçük Şeylerin Tanrısı – Arundhati Roy

-        Fransız Teğmenin Kadını – John Fowles

-        Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu

-        Acı Çikolata – Laura Esquivel

-        Osman – Ayfer Tunç

Listeye baktığımda çok başarılı seçimler yaptığımızı görüyorum. Her kitap başka bir dünya, başka bir bakış kazandırdı bana. İtalya’dan Hindistan’a, Fransa’dan Osmanlı’ya, İspanya’dan Meksika’ya… Farklı kültürler, farklı kahramanlar, farklı hayatlar…

Yeni kitabımız bizi paralel evrenlerle tanıştırıyor. Bakalım diğer seçimlerimiz bizi hangi dünyalara taşıyacak bu dönem... NURİZER

11 Temmuz 2021 Pazar

Osman

 


                                                           Yazar: Ayfer Tunç

                                                           Yayınevi: Can Yayınları

                                                           Editör: Mustafa Çevikdoğan

                                                           Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2020 - 3.Baskı

 

 

Her şey olmak isterken hiçbir şey olamayan, gün gün, adım adım hem servetini hem kendini tüketen bir adamın, Osman’ın hikâyesi bu roman.

Pahalı markaların, lüks yaşamın gösterişine dalıp bir kültürün, bir sınıfın yok oluşunu, kendileri de o kültürle birlikte yok olmalarına rağmen fark edemeyen bir kuşağın çarpıcı hayatını anlatıyor Ayfer Tunç.

Müzik stüdyolarından, araba galerilerinden, marinalardan geçip kapak kızlarının sert gerçekliğine çarpan… bir hafriyat kamyonunun gece yarısı yapayalnız bir adama çarptığı gibi çarpan bir hikâye.

Osman, uzun bir döneme yayılan eşsiz kurgusuyla edebiyatımızın en görkemli eserlerinden biri olmaya aday.

Kapak Kızı’nı ve Yeşil Peri Gecesi’ni dinledik.

Şimdi söz sırası Osman’da…  (Tanıtım Bülteninden)

 

Yorumlarımız:

 

Ayfer Tunç Çağdaş Türk romanında, farklı kurgulamasıyla çok rahat okuyabileceğimiz bir eser ortaya koymuş, adı " Osman”. Romanın baş kahramanı Osman, dibe çakılan yaşam hikayesiyle hüzünlü bir eser olsa da yazarın yazım maharetleriyle renkli, su gibi akıcı, sıkılmadan okunan bir hale dönüşmüş.

Osman entelektüel seviyesi yüksek, iyi eğitimli ve profesör bir babanın oğlu. Annesi, kardeşi Teo, eşi Şebnem, arkadaşları, hayatına giren kadınlar, varlıklı aileden olması nedeniyle imkanları olan Nişantaşı'nda yetişmiş bir genç. İsteği müzik, ama amaca dönüştürememiş. Olanaklarının hayatına katkısı, gittiği yol, günlük yorumları ve röportajlar, heyecanla okutuyor romanı.

Bizler bu romanla Çağdaş Türk edebiyatında önemli bir yazar tanıdık. Yaşadığı dönemin, ülkede çeşitli olaylara sahne olduğu geçiş dönemleri olması özelliklerini kahramanlarını da yansıtmış.

Kendine özgü yazım tekniği, Türkçeyi zaman zaman konuşma diliyle yazımda kullanması, onu okuyucusuyla daha rahat buluşturmuş. Öğrencilik yıllarında çeşitli dergilerde yazdığı yazıları, tv oyunları, dizi ve film senaryoları, gazetecilik gibi çok yönlü çalışmaları olan bir kişilik.

Vedat Türkali 2021 Roman ödülüyle birlikte çeşitli ödülleri de bulunan Ayfer Tunç, edebiyatımızda bir kazançtır düşüncesindeyim.

İyi okumalar...ZELİHA

 


27 Haziran 2021 Pazar

Ayfer Tunç

 


1964'te Adapazarı'nda doğdu. Erenköy Kız Lisesi'nin ardından, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar yazmaya başladı.

Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından itibaren çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Sokak dergisinde, Güneş ve Yeni Yüzyıl gazetelerinde çalıştı.

1989’da Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Öykü Armağanı'na katıldı, “Saklı” adlı yapıtıyla birincilik ödülü aldı. 1999-2004 arasında Yapı Kredi Yayınları'nda yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 2001’de yayımlanan ve okurdan büyük bir ilgi gören “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” adlı yapıtı, 2003’te yedi Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Uluslararası Balkanika Ödülü'nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi.

2003’te Sait Faik Abasıyanık'ın öykülerinden hareketle yazdığı “Havada Bulut” adlı senaryosu filme çekildi ve TRT'de gösterildi. "Aliye" ve "Binbir Gece" dizilerinin senaryo ekibinde yer aldı.

Saklı, Mağara Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi ve Taş-Kâğıt-Makas adlı dört öykü kitabı, Ömür Diyorlar Buna adlı bir e-kitabı, Kapak Kızı adlı bir romanı, İkiyüzlü Cinsellik adlı (Oya Ayman’la yazdığı) bir inceleme kitabı ve Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı bir yaşantı kitabı var.


13 Haziran 2021 Pazar

2021 Vedat Türkali Roman Ödülü

 

Mayıs ayındaki toplantımızda, Haziran kitabı olarak Ayfer Tunç’un “Osman” isimli romanına karar verdik. İki gün sonra gazetede aşağıdaki haberi okuyunca romana farklı bir heyecanla başladık.

 

Atakum Belediyesi tarafından yazar Vedat Türkali adına roman, öykü, şiir ve çeviri kurmaca eser kategorilerinde verilen Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri'ni kazanan isimler ve eserler açıklandı. Kazananların ödülleri mayıs ayının son haftası takdim edilecek.

Doğan Hızlan, Zülfü Livaneli, Deniz Türkali, Gonca Özmen, Kemal Varol ve Yavuz Ekinci'den oluşan jüri bu yıl başvuran 473 eseri değerlendirdi.

Jürinin kararıyla 2021 Vedat Türkali Roman Ödülü, Can Yayınları tarafından yayımlanan "Osman" kitabıyla Ayfer Tunç'a; Öykü Ödülü, Sel Yayınları tarafından yayımlanan "Şehirli Karınca" kitabıyla Mehmet Güreli'ye; Şiir Ödülü, Yapı Kredi Yayınları'nın yayımladığı "Dil Tutulması" kitabıyla İlhan Durusel'e; Çeviri Kurmaca Ödülü, Harfa Kitap tarafından Deniz Koç çevirisiyle yayımlanan Ocean Vuong'un "Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz" kitabına verildi.

2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödülü ise Alfa Yayınları'nca okura sunulan "Ölüler Kıraathanesi" kitabıyla Fatih Gezer'in oldu.

Kazanan yazarlar ödüllerini mayıs ayının son haftası teslim alacak.

26 Mayıs 2021 Çarşamba

Acı Çikolata

                                             



                                               Orijinal Adı: Como aqua para chocolate

                                               Orijinal Dili: İspanyolca                                          

                                               Yayınevi: Can Yayınları

                                               Çeviren: Havva Mutlu                                             

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021 – 20. Baskı

 

Yemek pişirerek, yemek yiyerek, yemekler aracılığıyla aşk ilanı, tinsel ve tensel iletişim gerçekleşebilir mi? Laura Esquivel, "Acı Çikolata" ile, içinde yemek tarifleri, aşk öyküleri ve kocakarı ilaçları bulunan bu romanla bu iletişimin gerçekleşebileceğini kanıtlıyor. Yüzyıl başlarında Meksika'da devrim, eski kolonyal toplumun son kalıntılarını temizlerken, aile geleneğine göre evlenmesi olanaksız, ama buna karşın Pedro'ya delicesine tutkun Tita, yemek yapmayı aşkının iletişim aracına dönüştürüyor. Laura Esquivel bu olanaksız aşkı yemek ve kocakarı ilaçları tanımlarıyla dile getiriyor ve sarsıcı, büyüleyici bir dille bu aşkın ezgisini yaratıyor; yarım kilo soğan, iki baş sarmısak, bir tutam fesleğen, romanın her satırından fışkıran yakıcı aşkın simgesine dönüşüyor. Yazarın ironik, neşeli ve yumuşak bir dili var; yaşam sevgisi ve tensel aşk bu dil içinde büyülü gerçekliğe bağlanıyor. Hiçbir kadın yazar, kadın dünyasını bu düzeyde dile getiremedi. Kısa zamanda on beş dile çevrilen ve yazarın senaryosuyla sinemaya aktarılan, filmi ülkemizde de büyük ilgiyle karşılanan "Acı Çikolata", başta Meksika ve ABD olmak üzere yayımlandığı her ülkede satış rekorları kırdı. Bir kez okumakla yetinemeyeceğiniz bir roman.

 

Yorumlarımız:

 

Laura Esquivel’in 1989 yılında yayımlanan ve yazarın ilk romanı olma özelliği taşıyan “Acı Çikolata”, Meksika’lı yazarın dünya edebiyatına ‘büyülü gerçekçilik’ akımının başarılı bir örneğini vermesine vesile olmuştur.

Kitap büyülü bir atmosferde yemek kokuları ile dolu hüzünlü bir aşkı anlatıyor. Kurgusu itibariyle  kitap kulübümüzde bu güne kadar okuduğumuz kitaplardan oldukça farklı olan romanda yazar 12 ayrı bölümde  ana kahraman Tita ‘nın Meksika mutfağının birbirinden ilginç yemek tarifleri  aracılığıyla sevgi, tutku, sevinç, hüzün, kırgınlık gibi aşka dair tüm duygularını aktarıyor. La Garza ailesi mutfağının, aile geleneğine göre ölünceye kadar annesi Mama Elena’ya bakmak gibi ağır bir görevi üstlenmek zorunda bırakılan, küçük kızı marifetli ahçı Tita yaptığı yemekler ile duygularını ifade ediyor, bütün bu duygular yiyenlere geçiyor. Pedro’ya duyduğu aşk, annesine öfkesi, sevdiği adamla evlenerek onun mutsuz olmasına sebep olan ablasına hırsını yemekleriyle dile getiriyor.

Bu anlamda yazar yemek ile edebiyatı çok başarılı bir şekilde birleştirmiş. Kitabın orijinal adı ’como aqua   para chocolate’ dir. Bu İspanyolcada hislerin uç noktasını anlatmak için kullanılır. Yazar kitapta birbirinden ilginç metaforlar kullanarak Meksika devriminin bütün yoğunluğuyla yaşanan o dönemin kültürünü ele almış ve o dönemin şartlarına başkaldıran bir kadını konu etmiştir.

Büyük bir keyifle okuduğum “Acı Çikolata “romanını sizler de büyük bir merakla okuyacak ve yazarın masalsı anlatımından etkileneceksiniz. Tavsiyemdir. BEYZA

 

Meksikalı yazar Laura Esquivel’in ilk romanı olan Acı çikolata hoş, kolay okunan, içinde fantastik öğeler barındıran, kurgusu ise değişik bir kitap. 12 bölümden oluşan romanın her bir bölümü bir ayı, her ay da bir yemeği temsil ediyor. Bölüm geçişlerinde Meksika yemeklerinin tarifleri verilmiş. Yemeklerle ilgili en önemli özellik romana konu olan De la Garza ailesinin ahçı olan küçük kızı Tita’nın yemek pişirirken hissettiği tüm duyguların, acıların, sevinçlerin, nefretin, kıskançlığın yemeği yiyen kişiye geçmesi...

De la Garza ailesi anne Elena, kızı Tita, diğer iki kızı ve yardımcıları ile birlikte Meksika’da şehirden uzakta bir çiftlikte hayatlarını sürdürmektedir. Dolaysıyla mevcut iç savaştan etkilenmeleri nispeten sınırlıdır. Bence romanın bütünü içinde savaşa ait ögeler çok da önem arz etmemekte. Meksika’nın örf ve adetleri romanda daha baskındır. Örneğin geleneklere göre anne Elena’nın ölene kadar küçük kızı Tita tarafından bakılması ve dolaysıyla Tita’nın hiç evlenmemesi gerekmektedir. Mutfakta doğan ve daha sonra iyi bir aşçı olan Tita romanın baş kahramanıdır. Elena çok gaddar bir annedir ve yazar onun özellikle Tita’ya gösterdiği davranışlarını son derece etkileyici bir şekilde betimlemiştir. Aslında roman bu gelenekten başlayarak aile fertlerinin ve yakın ilişkideki diğer bireylerin inişli çıkışlı hayat hikayelerini biraz da fantastik öğelerle, metaforlarla süsleyerek vermiştir.

Bu kitap mutfak kültürü, Meksika gelenekleri ve aşkın harmanlandığı bir olaylar bütünüdür. Kitabın sonuna doğru olayların hızlı gelişimi sonunun ne olacağı konusunda merak uyandırmıştır. Tita’nın geleneklere baş kaldırışı ve bunun için bir kadın olarak mücadelesi romandaki olaylar dizisini daha cazip kılmıştır. Tita’nın her sıkıntısında geceleri ördüğü battaniyesine sarılması ise mevcut metaforlar içinde belki de en önemlisidir. Bu davranış nedir, neyi temsil eder? Bence sıcak bir yuvanın simgesidir o battaniye. Sıkıntılı anlarında kendisini sarıp sarmalayan, ona koşulsuz arkadaş, sırdaş olan, hatta sıcaklığıyla sevgisini gösteren bir simge.

Hayatta hiç battaniyeniz kalmayın, çünkü sevgisiz bir hayat bence kötülükleri tetikleyen en önemli olgudur.

Acı Çikolata eğlenceli bir kitap, okunabilir. Kaldı ki biz kulübümüzde ilk defa bir Meksikalı yazar okuduk. Ancak kitap kulübünde ‘mutlak okunacak kitaplar’ listesinde bence çok da başlarda yerini almaz. LEYLA

 

Yanlış kararlar veren mutsuz kadınların hikayesi…. Dominant bir annenin, geleneklerin söndürdüğü hayatlar… Yemek tarifleri ile harmanlanmış bir aile trajedisi.

Obsesif bir aşkın peşinde boşa geçmiş bir hayat. Tita aşçı oldu, dadı oldu, metres oldu. Sonunda da intihar etti. Değer miydi??

Çok kolay okunmasına rağmen roman beni çok gerdi, sevgisizlik ve mutsuzluk ruhumda acı bir tat bıraktı. İçinde çok akıllıca yapılmış metaforlara (tek başına kalmış ceviz soslu dolma, metrelerce örülen battaniye, kibrit çöpleri) rağmen sevemedim. Toplantımızın sonunda anladım ki kitabı sevmeyen sadece benim. Siz en iyisi okuyup kendi kararınızı verin. NURİZER


Acı Çikolata'da sayfa sayısı az, ama anlatılan hikâye, ömür denecek kadar uzun. Zıtlıklar bir arada. Bir anne Bayan Elena; üç kızıyla, soylu ve zengin eşini kaybedince, şehirden uzak bir çiftlikte, hayatını evlatlarına adamış diye düşünülebilir. Ama geleneklere bağlı, bencil ve acımasız. Aksine evlatlarına mutsuzluk getirmiş bir kişilik. Büyük kız Gertrudis, hayatı en kötüsü denebilecek kadar dibe vurmuş, ama mutlu ve başarılı bir kadına dönüşmüş. Ortanca kız Rosaura'ın hikâyesi romanda yoğun.  Kişiliksiz bir şahsiyet, mutsuz bir hayat. Üçüncü kız Tina romanın esas kahramanı ve tabii ki sevgilisi Pedro.

Yılın on iki ayına bölünmüş, Meksika yemekleriyle beslenmiş, farklı bir edebi yorumlaması olan bu hikâyeyi, okuyarak keşfedin. Su gibi akan bu romanda, çevirmen Havva Mutlu bence çok başarılı. Büyülü gerçeklik diye adlandırılan bir edebi tür. Eserde birçok metefor var. Örneğin örüldükçe uzayan, metrelerce uzayan bir battaniye. Aynı zamanda yalnızlığı gideren, sarıp sarmalayan, ısıtan bir sevgi yumağı.

Meksikalı yazar Laura Esquivel   ilk romanı olmasına rağmen, ülkedeki iç savaş, aile gelenekleri, yemek tarifleri ve lezzetlere sevgi katma unsuruyla ilginç bir kurgulama, büyüĺü bir anlatım yapmış. İlk defa okuduğum bu tarzı okumanız tavsiyesiyle. ZELIHA 


12 Mayıs 2021 Çarşamba

Laura Esquivel

 


Laura Esquivel, 1950 yılında México’da doğdu. Telegraf memuru Julio Cesar Esquivel ve karısı Josefa Valdes'in dört çocuğundan üçüncüsüdür. Öğretmenlik, çocuk tiyatrosu ve yaratıcı drama eğitimi aldı. Çocuk tiyatrosu konusunda özelleşen Laura Esquivel, Eğitim Bakanlığı'na (Secretaría de Educación Pública) bağlı Çocuk Tiyatrosu ve Edebiyatı Atölyesi'nin (Taller de Teatro y Literatura Infantil) de kurucusudur.

1979 ile 1980 yılları arasında Meksika televizyonunda çocuk programlarının yazarlığını yaptı. Televizyon için yaptığı çalışmaların ardından sinema için senaryolar yazmaya başladı. Ancak o dönemde senaryolarının birçoğunun yapıma geçirilmemesinin üzerine roman yazarlığına ağırlık verdi.

1989'da yayınlanan ilk romanı Acı Çikolata (Como agua para chocolate) sıradan olanla doğaüstü olanı birleştirmek için büyülü gerçekçiliği kullanır. 19. yüzyıl Meksika'sında geçen roman, Esquivel'in hayatında mutfağın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Kitabın orijinal adı İspanyolca'da hislerin uç noktasını anlatmak için kullanılan bir deyimdir. Tutku, kızgınlık ve seksüalitede kaynama noktasını anlatır. 23 ayrı dile çevrilmiştir. 1992 yılında o dönemde yazarın kocası olan Alfonso Arau tarafından filme çekilmiştir.

İlk kitabı Acı Çikolata’nın filme uyarlanmasıyla dünya çapında tanınan bir yazar haline geldi. Kitabı, 1994’te ABD’de ABBY Ödülü’nü kazandı. İkinci kitabı La ley del Amor’u (1995), Saklı Lezzetler (2000), Estrellita Marinera (1999), El Libro de las Emociones (2000), Tan Veloz Como el Deseo (2001), Malinche (2006) ve A Lupita le gustaba planchar (2014) izledi.

 


3 Mayıs 2021 Pazartesi

Yaban

 


                                          

                                                        Yazar: Yakup Kadri Karaosmanoğlu

                                                        Yayınevi: İletişim Yayınları

                                                        Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2019 – 86. Baskı

 

Yaban’da olaylar, savaş gazisi olan Ahmet Celal’in İstanbul’a dönememesi sebebiyle, Porsuk Çayı kıyısındaki bir köye yerleşmesiyle başlıyor. Ahmet Celal, romanda dönemin aydınlarını yansıtan karakter olarak okur karşısına çıkıyor. Başkahraman, yedek subay olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nda kolunu kaybediyor. Savaşın ardından İstanbul’a dönmek istese de İngiliz işgalinde olan şehre dönemiyor. Emir eri Mehmet Ali’nin davetiyle Porsuk Çayı kıyısındaki köye geliyor.

Yazar buradan sonrasında aydın-köylü çatışmasını öne çıkarıyor. Kılık kıyafetinden üslubuna kadar köydeki herkesten farklı olan Ahmet Celal’in kendini kabul ettirmesi elbette ki kolay olmuyor. Bununla birlikte kendisiyle bambaşka bir açıdan dünyaya bakan köylülere, kurtuluş mücadelesiyle ilgili fikirlerini anlatabilmesi de mümkün olmuyor. Tüm bunların arasında bir de Ahmet Celal’in yüreğine sevda düşüyor.

Yakup Kadri, Yaban adlı eseri ile milli mücadele yıllarındaki koşulların zorluğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kitapta, söz konusu dönemde köylerdeki imkanların kısıtlılığının yanı sıra eğitimsizliğin ve cehaletin yol açtığı sorunlar ile başa çıkmanın güçlüğü açık bir şekilde vurgulanıyor. Ayrıca eğitimsiz bir topluluk içerisine yerleştirilen aydın karakter ile olaylara ve durumlara iki yönlü bir bakış açısı sunuluyor.

 

Yorumlarımız:

 

Yaban bir dönem romanı….  1932’de yazılmış olmasına rağmen, 1919 – 1921 yılları arasında Porsuk Çayı kıyısında bir köyde geçer.

Türkiye topraklarında bir savaş yaşanmakta o dönem. Savaşa geçmeden önce dönemin bir de sosyal gerçeklerine bakalım. 1923 yılına ait bazı bilgiler var var elimde, 1-2 yıl öncesini de siz hayal edin.

Toplam nüfus 13 milyon. Bunun 11milyonu köylerde yaşıyor.

40 bin köy var. 37bin köyde okul, postane, dükkân yok. 30 bin köyde de camii yok.

Traktör, biçer-döver, modern tarım yok.

Nüfusun sadece yüzde onu okur-yazar. (5-6 yıl öncesine gidince Osmanlı’da okuma yazma oranı yüzde beşlere kadar düşüyor)

4896 ilköğretim okulu var. Toplam öğrenci sayısı 342bin. Bunun 63bini kız öğrenci.

Bu yılların asıl gerçeği olan Savaş’a gelirsek… 1. Dünya Savaşı sonrası İtilaf Devletleri arasında toprakları paylaşılan Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi kabul etmesine rağmen, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu’ya geçerek başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın ilk yılları… 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunanlıların kendilerine verilen toprağı daha da genişletmek için taarruz üstüne taarruz yaptığı yıllar…

Romandaki köye de Yunanlılar geliyor hem de iki kere. İlk seferinde Ankara’yı almaya giderken köyde konaklayıp, köylünün elindeki tüm erzağı ve hayvanları alıp, daha sonra ödeyeceğiz diye ellerine bazı pusulalar veriyorlar. İkinci seferinde ise, Ankara’ya varamadan Sakarya Meydan Savaşında yenildikten sonra geri çekilirken gelip, tüm evleri yakıp yıkıyor ve köylüleri öldürüyorlar.

Halbuki bu köylüler Yunanlıların uçaklardan attığı “Mustafa Kemal’in hilafet düşmanı olduğunu, kendilerinin İslam’ı kurtarmak için geldiklerini, mukavemet görmedikleri müddetçe halka zarar vermeyeceklerini, bu gelen ordunun Avrupa adlı bir kraliçenin emrinde olduğunu, İslam’a hizmet ettiklerini” anlatan bildirilerine inanmayı tercih edip Ahmet Celal’in anlattığı Kurtuluş Savaşı zaferlerine inanmamışlardı.

Roman tabii ki kurgu.. Yalnızlığın, karamsarlığın, savaşın içinde naif bir aşk hikayesi bile var. Ahmet Celal kurgu olsa da Yunanlılar, yaşananlar ve savaş o dönemin gerçekleri… Tam bir yaşanmışlıklar romanı. Şeyh Yusuf, Salih ağa, imam, köylüler kurgu gibi görülse de hepsi gerçek hayatta da var olan kişiler değil mi? Hatta üzerinden yüzyıl geçmiş olsa bile buna benzer kişiler yok mu köylerimizde? Büyük şehirlerimizde????

Bana yeniden Kurtuluş savaşını, Atatürk’ü, Atatürk’ün cesaretini, Anadolu insanına olan inancını hatırlatan bu romanı okuduğuma çok memnunum.

Sade dili ile çarpıcı birçok noktaya parmak basan bu romanı okumanızı tavsiye ederim. NURİZER

 

Yazar Yakup Kadri Karaosmanoğlu bizi bir gerçekle yüzleştiriyor.

1919-1922 yılları arası, Porsuk çayı etrafında Yunanlılarla savaşıyorduk.

Tarih, bazen sadece başarıları aktarır. Olumsuzluklarda detaya girmek istemez.  Bu romanda perdenin arkasında kalan gerçekleri, bütün açıklığıyla öğrenmiş olacaksınız.

Köylülerin cahil, ilgisiz olmasının altında yatan gerçekler.  Romanda bu kadar aciz tanımlanan köylü halkının vurdum duymazlığı! Ankara'ya karşı umursamazlığı!

Çanakkale savaşında kolunu kaybeden subay Ahmet Celal köylünün tanımıyla “yaban”, ne ummuştu bu köyde ne buldu? Sonunda yaşadığı aşk ve köylülerle ilgili özeleştirileri. Merakla okuyacağınız, yalın dille yazılmış bir roman.

Ben, daha sonrasında düşündüm. Kurtuluş savaşının gönüllüleri, vatanı uğruna destan yazan da Anadolu insanı değil miydi? O halde suçlular kim? İlgiyle okuyacağınızı umuyorum. ZELİHA

 

Uzun zamandır çoğunlukla yabancı yazarların romanını okuduğumuz için nisan ayında tercihimizi edebiyatımızın önemli isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun en bilinen, beğenilen romanlarından Yaban’ı seçmekle ne kadar isabetli bir karar verdiğimizi aylık Kitap Kulübü toplantımızdaki zoom tartışmamızda daha iyi anladık. Bence bunun en büyük nedeni zorlu kurtuluş savaşımızın en azından belli bir kesitini tekrar gözden geçirerek hafızalarımızı tazeleme imkânı bulmamızdı. Bir ulus yaratmanın ne kadar güçlü bir mücadele olduğunun bir kez daha bilincine vardık.

Yaban romanı birinci dünya harbinde bir kolunu kaybetmiş Yüzbaşı Ahmet Celal’in 35 yaşında artık hayatta hiç kimsesiz, sevgisiz kaldığı bir dönemde, kendisi ile beraber dört yıl askerlik yapmış er Mehmet Ali’nin daveti üzerine Porsuk nehrinin yakınındaki köyüne göç etmesi ile başlar. Olaylar Sakarya meydan muharebesine yakın dönemde yani 1921 yılında geçmektedir. Roman ise 1932 yılında yazılıp, basılmıştır. Ahmet Cemal, köylülerin ne denli günlük işleri ile meşgul olduklarını, karınlarını doyurmaktan başka hiçbir gayelerinin bulunmadığını, cahilliklerini, yoksulluklarını, softaların, köy ağalarının tamamı ile etkisi altında yaşadıklarını, ezilmişliklerini, vatanseverlik bilincinden uzak bulunduklarını günlüğüne devamlı kaydeder. Tüm bunları idrak etmekte zorluk çeken Ahmet Cemal, başlarda köylülere bir kurtuluş savaşının devam ettiğini; Atatürk’ün bunun için çabaladığını, çalıştığını; vatan sevgisini, askerliğin önemini anlatmaya çalışsa da köylünün lakayt davranışını değiştiremez ve adeta pes eder. Ve sonunda içine kapanıp, yalnızlığı yaşar. Çünkü köylülerin bu duruma düşmesinde onları bilinçlendirmek için hiçbir çaba sarf etmeyen Türk aydınında bulur kabahati (sayfa 110 ve 111). Bu yalnızlık içinde yakın köyden Emine diye genç bir kıza ilgi duyar, ancak tüm köylüler gibi Emine de onu ‘YABAN’ görür ve yakınlaşma olmaz. Köye daha sonra düşman askerleri gelecek ve köyü talan edeceklerdir… Romanın sonu ise belirsizlikle bitecektir.

Yazar kuvvetli anlatım gücü ve tasvirlerindeki gerçeklik ile köydeki olaylar dizisi ile fondaki kurtuluş savaşını birleştirmeyi ustalıkla başarmıştır.  Bazı eleştirmenler zaten bu romanın türüne ‘tarihi gerçeklik’ demiştir. Benim ve çoğumuz için okuduğumuz tarihi gerçekler biraz ürkütücü, biraz şaşırtıcı ve bir o kadar da gerçektir. Yazar bu romanı yazdıktan iki yıl sonra Ankara romanını yazmıştır. Bu kitapta bu sefer Selma adlı kadının cumhuriyet ilan edildikten sonra Ankara’da geçen hayat hikayesi söz edilmekte ve bu hayat sessiz ve sade bir dille eleştirilmektedir. Kısacası birbirine tam zıt iki hayat biçimi Yakup Kadri’nin kaleminde can bulmuş, okuyucuyu hem bilgilendirmiş hem düşündürmüştür. Burada bence düşündüren en güzel soru şudur: Ben bu ülkenin okumuş aydını olarak o dönemde yaşasaydım ne yapabilirdim? Kısacası bu romanlarda vatan sevgisiz, eğitimsiz, bağnaz bir halk ile hümanist ve geniş vizyonlu bir lider ve ekibi olmadan hiçbir şeyin başarılamadığını bir kez daha görmüş oldum.

Her iki kitabı da okumanızı salık veririm. LEYLA


18 Nisan 2021 Pazar

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 




Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu. Babası Karaosmanzâdelerden Abdülkadir Bey, annesi İkbal Hanım'dır. Ailesi Yakup Kadri 6 yaşındayken Manisa'ya yerleşti ve İlköğrenimine burada başladı. 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi. Babasının ölümünden sonra annesiyle yine Mısır'a döndü, öğrenimini İskenderiye'deki bir Fransız okulunda tamamladı.

II. Meşrutiyet'ten biraz evvel ailesiyle Türkiye'ye gelip İstanbul'a yerleşti. 1908'de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirmedi.

1909'da arkadaşı Şehabettin Süleyman aracılığıyla Refik Halid (Karay), Ali Faik (Ozansoy), Celal Sahir (Erozan) ve Müfit Ratip'in kurduğu Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. Fecr-i Âticiler'in 'sanat şahsî ve muhteremdir' görüşünü paylaştığı ve 'sanat için sanat' yaptığı bu ilk döneminde Nirvana adlı bir oyun, makaleler, denemeler, düzyazı şiirler ve öyküler yazdı.

1916'da tüberkülozdan tedavi olmak için gittiği İsviçre'de üç yıl kadar kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. Savaştan sonra Tedkik-i Mezâlim Heyetinde görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya civarını dolaştı.

Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında ülkenin durumu, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı. Türk toplumunun çeşitli dönemlerdeki gerçekliğini sergilemek istediği için bir ikisi dışında eserlerinde belli tarihi dönemleri ele aldı. Kiralık Konak (1922) I. Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi (1927) II. Meşrutiyet´in, Sodom ve Gomore (1928) Mütareke döneminin, Yaban (1932) Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara (1934) Cumhuriyet´in ilk on yılının, Bir Sürgün (1937) II. Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır.

1923 yılında 19. yüzyıl Osmanlı bürokrasisinden Mehmed Asaf Paşa'nın kızı, Türk siyasetçi-gazeteci Burhan Belge'nin kız kardeşi Ayşe Leman Hanım ile evlendi.

1923'te Mardin, 1931'de Manisa milletvekili oldu. Bir yandan da gazeteciliğini ve roman yazarlığını sürdürdü. 1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Savunduğu bazı görüşler aşırı bulunduğu için Kadro dergisinin 1934'te yayımına son vermek zorunda kalmasından sonra Tiran elçiliğine atandı. Daha sonra 1935'te Prag, 1939'da La Haye, 1942'de Bern, 1949'da Tahran ve 1951'de yine Bern elçiliklerine getirildi. 1955’te emekli olup yurda döndü.

1955'ten sonra anı kitapları yazmıştır. Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda (1958), Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969)

27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra kurucu meclis üyesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Manisa milletvekili (1961) olur. 1962'de Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını ileri sürerek partisinden ayrılır. 1965'te siyasî hayata tamamen veda eden Karaosmanoğlu'nun son resmî vazifesi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığıdır.

13 Aralık 1974'te Ankara'da ölen Yakup Kadri, İstanbul-Beşiktaş'ta Yahya Efendi Mezarlığına annesi İkbal Hanım'ın yanına defnedildi.

11 Nisan 2021 Pazar

Fransız Teğmenin Kadını

 




                                               Yazar: John Fowles

                                               Orijinal Adı: French Lieutenant’s Woman

                                               Orijinal Dili: İngilizce                                           

                                               Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

                                               Çeviren: Aslı Biçen                                             

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2020 – 15. Baskı

 

İngiliz edebiyatının büyük ustalarından olan John Fowles, anlatı kurmaktaki mahareti, çarpıcı üslubu ve deneyciliğiyle dikkat çeken bir yazar. Hiç abartmadan yüzyılın en iyi romanları arasında sayabileceğimiz Fransız Teğmenin Kadını’nda bu özellikler mükemmel bir bileşime ulaşıyor. Öncelikle olağanüstü başarılı bir atmosfer yaratıyor yazar; Viktorya döneminde yaşamanın ne anlama geldiğini bütün netliğiyle ortaya seriyor. Sonra eşine az rastlanır bir gizem yaratıyor; Ve nihayet varoluşçuluğun “sahicilik” ve özgürlük arayan insan soyutlamasını ete kemiğe büründürüyor; ama tanrı anlatıcı rolünü de sorgulamaktan geri kalmıyor. Fowles dünya tarihinin en tutucu dönemlerinden biri olan, her şeyin ve özellikle de edebiyatın sıkı kurallara ve “görev” bilincine bağlı olduğu Viktorya çağından aykırı bir aşk öyküsüyle sesleniyor okura. Roman başarısını büyük ölçüde nefis diyaloglarına ve iki karakter arasındaki gerilime borçlu. Kadınların “görev”lerinin boyun eğme ve çocuk yapmayla sınırlı olduğu bir dönemde, romanın kadın kahramanı Sarah, inanılmaz sezgi gücü, özgürlüğe olan tutkusu ve estetik olana duyduğu sevgiyle hemen romanın çekim merkezine yerleşiyor. Toplumsal kodları umursamaksızın sevmek neyi gerektiriyorsa onu yapmaktan kaçınmayan özgür bir kadın Sarah. Erkek kahraman Charles ise görmüş geçirmiş bir aristokrat; ama görmüş geçirmişlik ile bir aristokrattan beklenenler arasındaki dengeyi tutturmakta zorlanan biri. Sarah’yla tanıştıktan sonra bu bıçak sırtındaki denge darmadağın olur. Charles, çağının toplumsal statüsünün, eş dost çevresinin talepleri ile yolu aşktan geçen Aşkınlık ve Sahicilik, tek kelimeyle Özgürlük arayışı arasında bir seçim yapmak zorunda kalır... Roman okumanın benzersiz hazzından haberdar olanlar, Nabokov’un deyimiyle “belkemiğini titreten” kitaplar okumayı özleyenler ve sahici bir aşk yolculuğuna çıkmak isteyenler için...

 

Yorumlarımız:

 

John Fowles 1969 tarihinde “Fransız Teğmenin Kadını” romanını yazdı. Roman postmodern edebiyatın ilk ve en önemli örneklerindedir.

Çağından yüzyıl öncesi 1867 tarihinde Viktorya döneminde yaşanan bir aşkı anlatır. Varlıklı burjuvanın kızı Ernestina, evlenmek üzere olduğu aristokrat beyefendi Charles ve halk arasında ‘Fransız Teğmenin Orospusu’, aristokrat hanımefendilerin ‘Zavallı Trajedi’ diye adlandırdıkları Sarah arasındaki aşk üçgeni etrafında olaylar gelişir.

Sarah, zeki ve özgürlüğüne düşkün biridir. Kısıtlayıcı Viktorya toplumundan kurtulmak, özgür iradesiyle yaşayabilmek için Fransız Teğmen miti yaratmıştır. Bu mit sayesinde toplumla ilişkisinden ve üzerine biçilen rollerden kurtulmuştur. Adının lekelenmesi uğruna özgürlüğünü koruyan güçlü bir kadındır.

Charles, Viktorya toplumunda özgür hayat sürememekten şikayetçi ama kaybedeceği çok şey olduğundan özgürlük isteği yüzeysel kalan ve bunun kararsızlığıyla mutsuz olan biridir. Amcasının evlenerek mirastan mahrum bırakması onu özgürlüğüne kavuşma yolunda daha cesur adımlar atmasına yardımcı olur.

Charles Sarah’yı yardıma muhtaç biri olarak, kendini de onun kurtarıcısı olarak görür. Halbuki roman sonunda olaylar bunun tam tersini kanıtlar. Charles ve Sarah kendi öz benlikleri ve bireysel özgürlüklerini bulmak için toplumsal tanımlamaları reddedip kendi değerlerine göre yaşamayı seçerler.

Yazar romana birden fazla son yazarak, ana karakterlerine verdiği özgürlüğü okuyucusuna da verir. Okur romanın kurgusuna müdahale edebilme ve dilediği son ile romanı bitirebilme özgürlüğüne sahiptir.

Roman Viktorya dönemini adeta bir ana karakter olarak ele alır. Dönemin sosyal hayatı, bilimsel, ekonomik ve politik özellikleri tarihsel örnekler, gerçek kişiler ve kesin tarihlerle kurgusallaştırır.

Kurgu ile gerçek arasında paralel bir Viktorya çağı yansıtılıyor. Diğer taraftan anlatılanların tamamen hayal ürünü olduğunu, karakterlerin kendi imgelemi dışında varolmadığını yazar tarafından okuyucuya sürekli hatırlatır.

Viktorya döneminin muhafazakâr ve kuralcılığına rağmen reform hareketleri ile birtakım hakların kazanıldığı, özellikle Darwin’in çağdaş pozitif bilimin, Marx’ın çağdaş sosyal bilimin temellerini atmaları, İngiltere’nin tarım devletinden üretim ve ticarette dayalı modern ekonomiye geçmesi bu dönemi İngiltere’nin en parlak dönemi yapmıştır.

Roman bir deneme kitabı olarak kabul edilir. Çünkü karakterlerin duygu, düşünce ve değişim dönüşümlerine ek olarak, varoluşçuluktan, roman kuramına, bilimden tarihe kadar geniş bir yelpaze içerir.

Bir belgesel niteliğinde Viktorya dönemini anlatması, farklı kurgusu, akıcı anlatımı ve okuyucuyu romana dahil ederek interaktif ilişki kurması benim için etkileyici ve güzel bir okumaydı.

İngiliz edebiyatının çağdaş klasikleri arasında sayılan bu eseri herkese tavsiye ederim. IŞIL

 

Kitabın baş kahramanı Sarah, özgür ruhlu farklı bir karakter. Gerçeklerle, rüyaları, kurguları arasında acaba deyip, gidip geliyorsunuz.  Charles ise, tesadüflerin hayatının akışını değiştirmiş bir aristokrat.  Okudukça duygularının esiri mi olmuş dersiniz, bilemem. Ama sonuç seçimi sizlere bırakılmış, enteresan kurgusu olan bir roman.

Düşünüyorum da özgür olmak nereye kadar? Başkalarının özgürlüğü başladığı yerde noktayı koyabilirsek değerli. Sarah kendi duyguları, düşünceleri değiştikçe, karşısındaki insanın yaşamını da yönlendiren bir karakter. Bir toplumda yaşıyorsak, tek bir insanın duygularının baskın olduğu özgürlük ..? Düşündürüyor. Bence yıkıcı da olabiliyor.

Viktorya dönemini tarihi, dinin baskısı, sosyolojisiyle anlatan bu romanı okumanızı tavsiye ederim. Kadın geçmişte de, şimdide toplumda hep örselenmiş, ikinciyi oynamak zorunda bırakılmış. Netice de kadın olmak her dönemde, dünyanın her yerinde mücadele gerektirmiş, hala da devam ediyor. Bazı özgür ruhlar hariç gibi gözükse de!!

Yazar John Fowles'ın bu romanını okudukça, üzerinde tartışılabilecek çok şey olduğunu görecek, acaba deyip düşüneceksiniz. Zaman zaman araya giren yazar zaten bazı seçimleri size bırakıyor. Bu tarzıyla da enteresan bir kurgulama yapmış.

Biz, eser üzerinde bol sohbetli, başarılı bir tartışma yaptık. Size de keyifli okumalar. ZELiHA

 

Sevgili okur,

Her zamanınkinin aksine bu ayki blog yazıma farklı başlayacağım: hep yazımın sonuna bıraktığım konuyu yazımın başına alacağım. İngiliz yazar John Fowles’ın Fransız Teğmenin Kadını romanını şayet tarihe meraklıysanız, aşk/tutku romanlarını okumayı seviyorsanız veya klasik romanlardan farklı kurgulu bir kitap okumayı istiyorsanız okuyunuz. Aksi durumda daha ilk yüz sayfada sıkılabilir ve kitabı elinizden bırakabilirsiniz…

Şimdi bu üç konuyu sondan başlayarak biraz açmaya çalışacağım. Bu roman aslında oldukça kronolojik bir olaylar zinciri içinde devam ederken beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan yazarın okuyucuyla direkt konuştuğuna, romanı olduğu yerden alıp başka yerlere götürdüğüne şahit oluyoruz. Örneğin Charles ile sevgilisi Sarah’nın evlendiğini, Sarah’nın Charles’dan 10 yıl önce öldüğü için bu yıllar boyunca Charles’ın yas tuttuğunu okuyoruz. Halbuki romanın devam eden kısmında böyle bir durum yok. Ayrıca bölüm başlarında döneme ait şiirler, düz yazılardan, dergilerden paragraflar var. Tıpkı bir bağlaç gibi. Tüm bunlar yani yazarın ya da bir üçüncü sesin yaptığı/öngördüğü eklemeler ile bağlaçlar romana farklı bir tat katmış, yeni bakış açıları getirmiş, klasik yaklaşımdan farklılaştırmış…

İkinci konuyu ise yani aşkı biraz açmak lazım: Romanda aristokrat Charles ile mürebbiye Sarah arasında tutkulu bir sevgi var. Aslında aşk mı tutku mu ne diyeceğimi bilemediğim bir ilişkileri var. Sarah bir kadın olarak ayakları üzerinde durmak, özgür olmak için mücadele veriyor. Dönemine göre çok aykırı, ilerici, hedefine kilitli, biraz kıskanç, nispeten eğitimli, erkekleri manipüle etmesini bilen gizemli bir kadın. Charles ise bilim adamı, ama çalışmayan, zengin, seyyah bir aristokrat. Charles’ın bir de Ernestina adlı çok genç burjuvaziden bir nişanlısı var. Roman bu üç kişinin ilişkileri üzerine kurgulanmış. Sonucu tabi ki yazmayacağım. Sadece şunu belirtmek isterim ki yazarın gerçekten çok güzel tasvirleri, dialogları ve kuvvetli, merak uyandıran anlatımları var…

Üçüncü konu tarihi roman konusu. Bu kitap 1969 yılında yazılmış bir 19. yüzyıl yani Viktorya dönemi kitabı. Sözkonusu dönem her konuda katı kuralları olan, endüstri devrimine geçişi barındıran, kadın haklarına yavaş yavaş geçilen ancak sosyal statünün tüm davranışları ve beklentileri halen sıkı sıkıya belirlediği bir dönem. Bırakın kadını herhangi bir kişinin doğuştan gelen ve toplumdaki yerini belirleyen etiketinden sıyrılması, özgürce yaşamını sürdürmesi nerdeyse olanaksız. Bunu en güzel romanın en başında Marx’dan alıntı yansıtıyor: ‘Her türlü özgürleşme, insan dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır’.

Özgür yaşamlar dileğiyle.. LEYLA

 

Ortam….  Sosyal, kültürel, tarihsel, ekonomik veya duygusal olarak ne olursa olsun bir “sosyal canlı” olarak insanın davranışlarına her daim etki yapmış, yapmakta…Hepimiz biliyoruz ki bu etki olumlu olabildiği kadar, çoğu zaman da kısıtlayıcı, ket vurucu, gelişmenin ve yaratıcılığın önünü kapatan, ilerlemeyi durduran, bireysel çeşitlilik ve farklılaşmalara “olumsuz” gözle bakan bir tavrın ürünü olmuştur, olmaktadır…. Bilinmeyenden, ortak olmayandan, sonucu görünmeyenden korkmak, ne yazık ki uygar olsun olmasın tüm toplumların ilk tercihi, hemen sarıldığı bir güvenlik simidi olarak kabul edilmiş……. Kadın ve erkek kimliklerinin toplumda aldığı ön kabuller, onlara atfedilen davranış, düşünce ve duygu biçimleri 2021 uygar toplumlarında bile halen samimiyetten uzak bir şekilde eşitliksiz olarak değerlendirilmekte, sorgulanmaktadır…Aynı zamanda kadın-erkek ilişkileri de benzer önyargılı kabullerin kasnağına sokularak değerlendirilmektedir halen günümüz toplumlarında.

John Fowles ın kitabını bu güncel sorgulama ve tartışmalara, hem 1969 da ki bir yazarın Viktorya Dönemi algılarını yansıtması, hem de 2021 dünyasıyla kurduğu farklılaşma ve eşleşmeleri sergilemesi açısından bakmayı önemli buluyorum. Kitabın 3 farklı katmanda sunduğu analiz ve eleştirel bakış sayesinde, hem o dönemin sosyal, kültürel, politik, fiziksel yansımalarına tanıklık ediyor, hem o dönemin kadın-erkek kimlikleriyle ilgili toplumsal yargılamalarını görüyor hem de kadın erkek ilişkisinin hem dönemsel hem zamansız dertlerini kendimizle tartışma olanağı buluyoruz. Kitabın ana karakterleri bir romanın başrol oyuncuları olmanın ötesinde, kadın ve erkek kimlik algılarının nasıl yorumlanabileceği üzerine sembolik roller üstleniyorlar…. Kadın ve erkek ilişkisinde, önemli olduğunu, yeğlenilen olduğunu, onaylanan ya da onaylanmayan olduğunu düşündüğümüz özelliklerin sarsılmasının, tartışmaya açılabilmesinin kapısını aralıyor hikâye kahramanları…Bence bu nedenle yazıldığı 1969 senesi için oldukça avant-garde bir tutum sergiliyor hem içerik açısından hem de post modern romancılık açısından….

İlk okunuşta kahramanların hikayeleri okuyucuyu etkisi altına alıp, böylesi genel değerlendirmeye yol açmayabilir….Daha yanlı ve sahiplenici bir tutum içine giren okuyucu kitabın verdiği, vermek istediği mesajları bilinç altında itebilir, kendine yakın tutmayabilir , kişide tanıdık bir hikaye ile eşleştirme dürtüsü uyanabilir… Ama eminim, öykünün dışına çıktıkça, ya da sıcaklığından uzaklaştıkça veya bizim kitap kulübünde yaptığımız gibi farklı boyutlarda tartışmalar açtıkça, kitabın zihinlerdeki tortusu çok daha zenginleşecek, türeyecek ve derinleşecektir.. UFUK