31 Mart 2014 Pazartesi

Dostoyevski


Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da doğdu. Askeri doktor olan babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski oldukça sert bir adamdı. En büyük tutkusu içkiydi ve ailesini sıkı bir disiplin altında yönetiyordu. Çok çabuk sinirlenir, çocukları ise kaçacak delik ararlardı. Adamın başka bir özelliği de cimriliğiydi. Durumunun iyi olmasına rağmen, çocukları 16-17 yaşına gelene kadar onlara cep harçlığı bile vermemişti. Fyodor 1837’de annesinin ölümünün ardından babasının yanından ayrılarak St. Petersburg’a taşındı ve orada Askeri Mühendislik Okulu’na kabul edildi. Oğluna okuduğu sırada düzenli bir gelir sağlamayı reddeden babasının tutumu Dostoyevski’nin içe-kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Bir keresinde, Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup gönderdi; ama baba Dostoyevski yanıt vermeye fırsat bulamadan öldü. Yaşamı boyunca ona acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde geçirdi.
Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. 1846’da ilk romanı “İnsancıklar”’ın çıkışıyla, genç yazarlar arasında en büyük gelecek vaadedeni olarak görüldü. Ne var ki başarısı kısa sürdü. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. Hükümet her türlü söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu, Dostoyevski de reformculara katılarak Çar’a karşı çeşitli çalışmalar yaptı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile Çarlık polisi tarafından tutuklandı. On ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü.
Cezası bitince St. Petersburg’a döndü. “Ölüler Evi” ve “Ezilenler”i yayınladı. Sibirya’dayken Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg’a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polina ile birlikte Rusya’dan ayrı olduğu bir sırada karısının hastalanması ve ağabeyinin ölümü ona “Yeraltından Notlar “(1864) olarak bilinen itirafı yazdırdı.
Karısının ve çocuğunun masraflarını karşılayabilmek için, edebiyattan kazandıklarını arttırmak hevesiyle kumara başladı. İzleyen yıllarda Dostoyevski sürekli sara, yoksulluk ve kumarbazlığına eşlik eden bir endişenin sıkıntısını çekti.  1866’da “Suç ve Ceza”yı ve 1867’de  Kumarbaz”ı yazdı. Sekreteriyle evlenip yurtdışında yaşadığı dört yıl yaşamının en üretken yılları oldu. “Budala” (1869), “Ebedi Koca” (1870)” ve “Ecinniler”i (1871) yazdı.
Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. 1877’de “Büyük Bir Günahkârın Yaşamı” adında bir diziyi oluşturmak için çalışmalara başladı. Bu “bütün yaşamım boyunca bana bilinçli ya da bilinçsiz olarak işkence etmiş olan” dediği Tanrı’nın varlığı sorunuyla ilgili bir çalışmaydı. Bitirdiği çalışmanın biricik bölümü olan “Karamazov Kardeşler” 1880’de basıldı.
Dostoyevski sonraki yıl 28 Ocak’ta öldü. Cenazesi toplumsal bir gösteri için fırsat oldu.  

27 Mart 2014 Perşembe

Gabriel Garcia Marquez


2011 yılının ilk toplantısında ”Kolera Günlerinde Aşk” isimli romanını okuyup tartıştığımız Kolombiyalı yazar  Gabriel Garcia Marquez, yakalandığı lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumu kötüleşince  inzivaya çekilme kararı almış ve okurlarına aşağıdaki  veda mektubunu yayınlamış. Bizde blogumuzda sizlerle bunu paylaşmak istedik.

“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde...