8 Aralık 2017 Cuma

Düğümlere Üfleyen Kadınlar

                                   
                                                   Yazar: Ece Temelkuran     
                                                    Yayınevi: Can Yayınları
                                                    Editör: Sırma Köksal                                                                                                                                Kapak Tasarım: Utku Lomlu
                                                    Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Ekim 2016

"Bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgârına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım."

Düğümlere Üfleyen Kadınlar, dünya değişirken büyülü bir yolculuğa çıkan dört muhteşem kadının, düşmenin ve yeniden ayağa kalkmanın hikâyesi… 

Ece Temelkuran, Ortadoğu'yu baştan başa kat eden bu yol romanında hayata ve kadınlara taze bir nefes üflüyor. (Arka Kapaktan)



Yorumlarımız:

Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da Ece Temelkuran dört Ortadoğulu kadının sıradışı yolculuklarını anlataken farklı kadın duygu ve düşüncelerini, sırlarını irdeliyor. Tutucu yani erkek egemen toplumlarda yaşayan bu kadınların örselenmişliklerine, korkularına ve bunların üstesinden gelmek için verdikleri mücadelelerini, yenilgilerini, vaz geçişlerini, sonra tekrar birbirlerinden güç alarak ayağa kalkıp hayata devam edişlerini anlatmakta bu kitap. Bunu yaparken yazar enteresan bir yazı tarzı kullanmakta- şöyle ki ilk önce yaşanan olayı ele almakta sonra o olayın veya konuşmanın gerçekleştiği güne/ zamana geri dönüp, olayın nasıl geliştiğini  anlatmakta, kitabın sonunda belirttiği gibi dairesel bir anlatım tarzı benimsemiş. Ece Temlkuran’ın kadın – erkek ilişkilerini ele alış tarzı, kadının herş şeyden önce kendisini sevmesi gerektiğini vurgulaması  (bunu herkesin kendi tanrısını seçmesi yoluyla yapması), diğer yandan ise kadınların dayanışmasının önemi kitap boyunca işlenmekte- şöyleki kitaptaki dört kadında bu dayanışma sonucu yaralarını sarıp dingin/ mutlu bir duruşa/ yaşama kavuşuyorlar. Kitabı enteresan ve sürükleyici buldum ve okunmasını öneririm. DEMET

İlk defa bir Ece Temelkuran kitabı okudum: Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Yazar, Mısırlı Madam Lilla, Mısırlı Maryam, Tunuslu Amira ve Türk Ece’nin Tunus, Libya, Mısır ve Lübnan’a hep birlikte yaptıkları ilginç yolculuğu, hem de geri planda bu ülkelerdeki devrim hareketlerini, politik gelişmeleri anlatıyor. Bizim gibi Türk okuyucular için anlatılan kadın hikayeleri, kadına gösterilen hoş görüsüzlükler hatta zorbalıklar , ya da ülkelerdeki politik istikrarsızlıklar yabancı değil. Genel olarak romanı okurken yaratılan merak duygusu, acaba neyin peşindeler , neden ve nasıl gibi sorular okumayı zevkli hale getiriyor. Okumakta sıkıcı bulduğum bölümler itiraf etmeliyim ki Dido’nun yazıtları ve Muhammed’in mektupları idi. Eminim  bu yazılarda hayata dair çok şey var ama ben kavrayamadım. Romanda benim en son sevdiğim, ders alınabilecek, hatta bazen sığınabilinecek cümleler şunlar oldu ( sayfa:395 ve 396):
‘….Yaşamayı istediğin bir ömürde hep yeterince vakit vardır. Yanlış hikaye yoktur. Siz, kaderiniz ne zahmetli olursa olsun hariçte kalmamaya bakın. Ömür o vakit kısalır işte…..
Sadece korktuğun zaman kaderinin dışına atılırsın. Yürümeye devam edeceğiz hanımlar! Ne olursa olsun! ….’
Son olarak romanda üstü kapalı ‘yerleşik hayat’a karşılık ‘göçebelik’ hayat karşılaşmasını sevdim. Herkesin bir hayat hikayesi, bir yaşam tercihi var. Kendimi düşündüm ve gerçek bir göçebe olduğuma karar verdim. Bu zamana kadar 9 ayrı şehirde  18 ayrı evde yaşamışım .Ne mutlu bana: bir dolu anı biriktirmişim. Zaten yaşam dediğin nedir ki: tek bir nefes..
Gönlünüzce nefes üflemeye devam sevgili kadınlar…LEYLA     
 Tesadüfen bir araya gelen dört müslüman kadının Kuzey Afrika coğrafyası içinde kendi geçmişleriyle hesaplaşmasını esas alan bir yol romanı ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’. Sırlarını ve kimliklerini saklamaya çalışan bu dört  kadın yol boyunca karşılaştıkları ilginç olayların etkisiyle tam bir kadın dayanışması sergileyerek birbirlerinin yaralarına merhem oluyorlar. Mensubu oldukları ülkelerin siyasi ve sosyal yaşamlarından kaynaklanan problemlet kadınları ortak dilden konuşmaya,içlerindeki kuvveti keşfetmeye ve mücadeleye sevkediyor. Umutlar yeşeriyor,mutluluğa dönüşüyor. Roman sürükleyici bir dilde yazılmış.Betimlemeler çok başarılı,adeta bir filim karesi gibi insanın gözünün önünde canlanabiliyor. Büyülü gerçeklikten esintiler hissediliyor. Ece Temelkuran’ın bir çok yabancı dile çevrilmiş bu romanını kitap kulübüm vesilesi ile okuduğuma  memnunum. BEYZA
                                                                                                                                                                                

5 Aralık 2017 Salı

Ece Temelkuran


1973 yılında İzmir'de doğdu. Bornova Anadolu Lisesi'ni 1991'de, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1995'te bitirdi. İlk yazıları Patika dergisinde yayınlandı. 1993'te Cumhuriyet'te gazeteciliğe başladı. Kadın hareketi, siyasi tutuklu ve hükümlüler, Güneydoğu sorunu üzerine çalıştı; röportajlar yaptı. Bütün Kadınların Kafası Karışıktır adlı kitabı 1996'da yayınlandı. Aynı yıl Alman hükümeti tarafından yılın gazetecisi seçildi ve Almanya'da kadın hareketi üzerine bir araştırma yaptı.
1997 yılında Oğlum Kızım Devletim-Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri adlı araştırma kitabı yayınlandı. Ardından avukatlık ruhsatnamesini aldı ama bu mesleği "henüz" hiç icra etmedi. Cumhuriyet Dergi için yaptığı "Bekaret Testi Suçtur" adlı yazısıyla Tabipler Odası Yılın Araştırma Yazısı ödülünü aldı.
Yurtiçinde ve dışında çeşitli dergilerde yazılar yazdı, CNN Türk'te muhabirlik yaptı. Daha sonra şiir-metin (poem&prose) türündeki “İç Kitabı” yayınlandı. Eylül 2002'de şiir-metin türündeki üçüncü kitabı “Kıyı Kitabı”nı yazdı.
Milliyet'teki köşe yazıları sebebiyle BAL Vakfı tarafından "Beyaz Yorum" ödülüne layık görüldü. Dünya Sosyal Forum sürecini izlemek için 2003'te Brezilya'ya, 2004'te Hindistan'a gitti. Arjantin'de ekonomik krizden sonra oluşan halk hareketini inceledi. Bu harekete ilişkin yazıları "Buenos Aires'te Son Tango" adı altında yazı dizisi olarak Milliyet'te yayınlandı.
Savaş karşıtı yazıları sebebiyle Çağdaş Gazeteciler Derneği'nden "Barış Kalemi" ödülünü aldı. Yazar Venezüella'daki sosyalist devrimi incelemiş ve üzerine 2006 Ocak ayında "Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita" kitabını yazmıştır. Ayni zamanda, Ermeniler ve Türkler arasındaki ilişkiyi"Ağrı 'nın Derinliği" adlı kitabında yazmıştır.
2010 yılında “Muz Sesleri”, 2011’de “İkinci Yarısı”,  2012’de “Kayda Geçsin” ve 2013 yılında  “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” yazdığı son romanlarıdır.

Girişimci ve yazar Metin Solmaz ile 1996 yılında evlenip 1998 yılında boşanmıştır. Bir suikaste kurban giden gazeteci-yazar Uğur Mumcu ile CHP İzmir Milletvekili, TBMM Başkan Yardımcısı Güldal Mumcu çiftinin oğlu Özgür Mumcu ile 2007 yılında evlenip 2009 yılında boşanmıştır. Ece Temelkuran, film yönetmeni İnan Temelkuran'ın ablasıdır.


Suyu Arayan Adam


                                   Yazar: Şevket Süreyya Aydemir                                                                   Yayınevi: Remzi Kitabevi
                                   Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Ağustos 2015, 29.Baskı

Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan'ı kurmak yolunda Kafkas, Hazer ülkelerine koşan bir Türk gencinin hikayesidir. Şimdi bu yeni baskısını sunduğumuz bu eserin yazarı Şevket Süreyya Aydemir; Rusya'da, Sovyet inkılabı cereyan ederken, aralarında Enver Paşanın da bulunduğu önemli şahsiyetlerle karşılaşmıştı. Yazar, Rusya'da tahsilini tamamlayarak memleketine dönmüş, hayatın acı ve tatlı çeşitli olaylarını yaşamıştır. Sonra devletin yüksek hizmet mevkilerinde çalışan Şevket Süreyya Aydemir'in hayat hikayesi, Orta Anadolu bozkırında bir "toprağa yöneliş"le biter."Suyu Arayan Adam"da yüzyılımızın, Avrupa'dan Çin'e ve Himalayalara kadar uzanan çeşitli problemlerini de bulacaksınız. (ArkaKapaktan)




Yorumlarımız:

Şevket Süreyya Aydemir’in otobiyografik bu eseri kendi çocukluğundan emeklilik dönemine kadar yaşamını anlatırken okuyucu yakın tarihe tanıklık etmekte. Yazarın çocukluğu Osmanlı İmparatorluğunun son dönemine rastlıyor, dönemin depresif koşulları nedeniyle (savaşlar ve yenilgiler, yokluklar gibi), bu körpe dimağda Osmanlı hülyasının yerini Turancılık akımı alıyor ve bu sempati, ailevi nedenlerin yanısıra (erkek kardeşinin bu cephede şehit olması gibi) 16 yaşında Şevket Süreyya’nın Doğu cephesine gitmesine ve savaşa katılmasına neden oluyor. Orda, çok genç yaşta olgunlaşıyor ve savaştan başarılı bir asker olarak çıkmakla birlikte Osmanlının Birinci Dünya savaşından yenik düşmesi, onun daha büyük bir ideale şevkle yönelmesiyle sonuçlanıyor. Kafkasya’da öğretmenlik ve Turancılık günleri işte böyle başlıyor ancak zaman içinde Turancılık’ın da ütopik ve ulaşılması mümkün olmayan bir ideoloji olduğu hayal kırıklığını yaşıyor. Daha sonra Nazım Hikmet, Va La ve eşiyle birlikte Moskova’da Komunism felsefesine yaklaşma dönemi başlıyor. Moskova Üniversite sırasında Rus (Bolşevik) ihtilaline tanıklık ediyor ve sonunda yurda dönme kararını veriyor. Istanbul’a geldiğinde genç bir komünist olarak faaliyetlerde (gazete, dergi) bulunması nedeniyle 10 yıl hapse mahkum olmakla birlikte 18 ay sonra hapisten, aftan yararlanarak, çıkıyor. Hapishane sürecinde Şevket Süreyya yeni kurulmuş Cumhuriyeti ve Anadolu halkını yakınen tanıma fırsatı buluyor ve ülke gerçekleriyle yüzleşip yeni bir ideolojiyle tanışıyor; Atatürk İlke ve İnkİlaplarını bu dönemde benimsiyor ve hapishane sonrası Atatürk’ün yanında, onun yapmak istediği devrimleri (özellikle eğitim ve iktisad alanlarında) uygulayan bir bürokrat olarak önemli görevlerde bulunuyor. Daha sonra iktidar değişikliği nedeniyle emekli olup ölümüne dek yaşam tecrübesini anlatan ve başta Atatürk olmak üzere dönemin diğer önemli isimleriyle ilgili kitaplar yazıyor.
Bu kitabı okuduğumda yakın tarihimizle ve bu dönem dinamikleri ile ilgili ne kadar az bilgiye sahip olduğumu fark ettim. Bu beni Türkiyede ki eğitim sistemi hakkında bir daha ciddi olarak düşündürdü çünkü tarih dersi (orta okul- lise sürecinde) sözüm ona okutulmaktadır ancak tamamen hamaset ve yüzeysel bilgileri kapsadığını üzülerek bir daha gözlemledim. Ancak bir milleti millet yapan, hangi koşullarda, nerden nereye varıldığını anlamak ancak gerçekci ve doğru tarih bilgisine sahip olmaktan geçer. Belki bu tür kitaplar okul müfredatlarında yer alsaydı bugün Türkiyenin karşı karşıya kaldığı sorunlarla uğraşmak zorunda olmayacağımızı düşündüm. O yüzden bu kitabı herkesin okuması gerektiğini altını çizerek vurgulamak istiyorum. DEMET


Not: Aile arşivinde bulunan Atatürk’ün mektubunu burada sizinle paylaşmak istedim.  


Şevket Süreyya Aydemir


Yazar ve İktisatçı Şevket Süreyya Aydemir 1897 yılında Edirne'de doğdu. Edirne Muallim Mektebi'ni bitirdi. I. Dünya Savaşı‘nda yedek subay olarak Kafkas cephesindeki çarpışmalara katıldı. Sarıkamış Savaşı’nda yaralandı. Cephedeyken okuduğu Müfide Ferit’in Aydemir adlı romanı onu çok etkiledi. İleride Soyadı Kanunu çıktığında Aydemir soyadını seçmesi bu romanın etkisiyledir.
1919’da öğretmenlik yapmak üzere Âzerbaycan’a tayinen gönderildi. Burada bulunduğu sırada Sovyet Devriminin etkisinde kalarak Komünist fikirleri benimsedi. Türkiye Komünist Partisine girdi.
Osmanlı İmparatorluğu çöküp Edirne işgal edilince, Turan’a koştu, öğretmenlik yaptı, gönüllü birlikler kurup savaşlara katıldı. Bütün bu savaşlar ve ihtilaller içinde Moskova’ya giderek, Moskova Üniversitesinde İktisadi ve Sosyal Bilimler Okulu’na gitti. 1923 yılında Türkiye’ye döndü. 1924 yılında Türkiye'ye döndükten sonra siyasal faaliyetlerinden dolayı Ankara İstiklal Mahkemesi'nce 10 yıl hapse mahkum edildi ve 1925'de 18 ay sonra aftan yararlandı.
Eğitimci ve iktisatçı olarak devlet hizmetinde görev aldı; Yüksek ve Teknik Öğretim Umum Müdür Muavini Ankara Belediyesi İktisat müdürlüğü, Ankara Ticaret Lisesi müdürlüğü İktisat vekaleti Sanayi Tetkik Heyeti reisliği görevlerinde bulunduktan sonra emekliye ayrıldı. İktisadi devletçiliği savunan toplumcu Kadro dergisinin yazı kurulunda yer alan Şevket Süreyya, bu dönemdeki siyasal ve ekonomik görüşlerini İnkılap ve Kadro adlı kitabında dile getirdi. 1924 yayınlanan Lenin ve Leninizm, 1930 yayınlanan Cihan İktisadiyatında Türkiye, kendi hayat hikayesini de 1959'da yayımladığı “Suyu Arayan Adam” adlı kitabın da anlattı.
Bu tarihten sonra yoğun bir yazı dönemine girdi. “Toprak Uyanırsa” adlı romanında bir Anadolu köyünün bir aydının öncülüğüyle kalkınması hikaye ediliyordu. “Tek Adam”da  Mustafa Kemal’in hayat hikayesini, “İkinci Adam”da İsmet İnönü'nün hayat hikayesini, “Makedonya'dan Orta Asya’ya”da Enver Paşa’nın hayat hikayesini anlatır. Bu eserlerde, kahramanlarının ayrıntılı hayat hikayeleriyle birlikte Birinci Meşrutiyetten günümüze kadar Türk toplumunun geçirdiği değişmeleri ve yaşanan olayları dile getirir. Cumhuriyet gazetesinde makaleleri düzenli olarak yayımlanan Aydemir, “İhtilallerin Mantığı” adlı eserinde, toplumda yapı değişikliklerini, Türkiye'deki devrim ve ihtilal hareketlerini inceler. 

Batum’da bir öğretmen arkadaşının kızkardeşi ile evlendi ve bu evliliği ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Şevket Süreyya Aydemir, 25 Nisan 1976’da Ankara’da öldü.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Nar Ağacı


                                                  Yazar: Nazan Bekiroğlu
                                                  Yayınevi: Timaş Yayıncılık
                                                  Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mart 2012



Balkan Savaşı döneminde başlayıp I. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...

Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak... Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının deli fişek oğlu Settarhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra... 
Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Settarhan'ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşan, kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey...
Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail...

İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhaceret, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. "Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikâye… İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak ve yıllarca unutulmayacak bir kitap...

Nazan Bekiroğlu


3 Mayıs 1957 tarihinde Trabzon'da doğdu. İlk ve orta tahsilini Trabzon’da tamamladı. Ondört yaşında babasının vefatıyla birlikte ailenin sosyal ve ekonomik rengi değişir. Konaktan apartman dairesine geçiş yazarın  içe dönük ruh yapısının teşekkülünde ve duyarlılığının şekillenmesinde etkili olmuştur. Daha sonra yüksek tahsil için aileden uzaklaşması bakışlarını dış dünyaya çevirmesini Anadolu’yu ve insanını tanıtmasını sağladı. Öğrencilik yıllarında halk edebiyatı ve Orta Asya estetiğinin peşinde idi. Bunu bir ölçüde ilk hikâyelerine de yansıttı. (Hava Hanım Öldü). Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (1979). Dört yıl lise öğretmenliği yaptı.
Bekiroğlu, edebiyata ve özellikle şiire meraklı bir aileden geliyor. Babası “Hedef” adlı bir mahallî bir gazetenin sahibiydi. Basılmamış roman denemeleri ve pek çok şiirleri bulunan, babasından öğrenmiştir. Okumayı, kendisine sevdiren babasıdır. “İçinde Bir Sızı Var” hikayesinde kahramanda babasıdır.
KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak girdi. (1985). Orhan Okay yönetiminde sürdürdüğü "Halide Edib Adıvar'ın Romanlarının Teknik Açıdan Tahlili" konulu doktorasını tamamladı (1987). Aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. "Şair Nigâr Hanım" konulu çalışmasıyla doçent oldu (1995). 1998'den itibaren aynı fakültede açılan Türkçe eğitimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Nazan Bekiroğlu 4 mayıs 2001'de profesör olmuştur.

2002 yılında “İsimle Ateş Arasında”, 2008 yılında “La: Sonsuzluk Hecesi” romanları yayınlandı. “Cam Irmağı Taş Gemi” hikaye kitabı ile 2006 yılında TYB Hikaye Ödülü’nü kazandı.

23 Nisan 2017 Pazar

Yabancı

                                               
                                               



                                                Yazar: Albert Camus
                                                Orijinal Adı: L’Etranger
                                                Orijinal Dili: Fransızca
                                                Yayınevi: Can Yayınları
                                                Çeviren: Samih Tiryakioğlu
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2017 - 57.Baskı

"Albert Camus"nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan "Yabancı", aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir "varlık"ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi "Meursault", bir simge kahraman değildir, "adı" olmayan bir "Yabancı"dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma... Camus'la buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir," der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Alber Camus’un Yabancı adlı kitabı duyguları yüzeysel yaşayan, hatta normal şartlarda siniri/duygusu alınmış diye nitelendirilebilecek bir adamın cinayet işlemesiyle hapishanede mahkeme süreci ve sonucu beklerken yaşadığı duyguları yalın ancak güçlü bir şekilde anlatmakta. Kitap bana aynı dönem yazarı Sartre’ın Duvar adlı romanını hatırlattı ve benzerlikler buldum çünkü her ikisi de Varoluşculuk akımının temsilcileri. Bu akımı/ felsefesini anlamak için kitap iyi bir örnek. Kısa ve rahat okunur olabilmesi de böyle ağır ve iç kapayıcı bir konuyu okunabilir hale getiriyor çünkü sonuna doğru gerçekten duyguları yaşamaya başlayıp içiniz daralıyor. Bu da Camus’un ne kadar iyi bir yazar olduğunun göstergesi. DEMET



13 Nisan 2017 Perşembe

Albert Camus


Albert Camus, 7 Kasım 1913 yılında Cezayir’in Mondavi kentinde dünyaya gelir. Yoksul bir ailede büyüyen yazarın babası 1. Dünya Savaşı’nda ölünce İspanyol asıllı annesiyle bu yoksul hayatı sürdürmeye devam eder. 1923 yılında Lise öğrenimine başlar. Burada başarılı bir öğrencilik hayatının ardından Cezayir Üniversitesinin Felsefe Bölümü’ne girer. Camus, üniversitedeki hayatı boyunca felsefe alanında kendini geliştirirken bir yandan da okulun futbol takımında kalecilik yapıyordu. Ne yazık ki yazarın 1930 yılında verem hastalığına yakalanması futbol kariyerini sonlandırdı ve yazar, akademik çalışmalarına odaklanmaya başladı. 
Albert Camus üniversite eğitimini tamamladığı sırada bohem bir aktris olan Simone ile evlenir. Ancak morfin kullanan ve kendisine ayak bağı olan eşinden kısa zamanda ayrılır. Önce Fransız Komünist Partisi’ne, ardından da 1937’de Cezayir Halk Partisi’ne üye olur. Gerçekte Marx ve Engels’den çok Fransız düşünürler Malraux ve André Gide’nin eserlerini okumakta ve onların fikirlerine yakınlık duymaktadır. Bağımsız düşünceleri yüzünden Troçkist olarak nitelendirilip partiden uzaklaştırılır.
Camus’nün ilk yayınlanan eseri, derlenmiş makalelerinin yer aldığı L’envers et L’endroit – Tersi ve Yüzü (1937) adlı kitaptır. Bir yıl sonra Fransa’ya taşınır. İki yıl boyunca Cezayir Yönetimi adına Fransız neşriyatını takip etmekle görevlendirilir. Böylece hem güvenli bir gelire kavuşmuştur hem de çok sevdiği edebiyat dünyasına gönlünce vakit ayırabilecektir. O yıllarda tanıştığı bir Fransız piyanist olan Francine Faure ile evlenir. Bu evlilikten Catherine ve Jean adında çocukları oldu. 
Camus, yazar olmanın dışında hayatının belli bölümlerinde tiyatroya büyük yakınlık duyar. Paris’teki ilk yıllarında bir tiyatronun sahibidir. Sahnede rol alır, yönetir, oyunlar yazar. İlk tiyatro eseri 1938 yılında kaleme aldığı Caligula’ dır. Cinnet getiren bu Roma İmparatorunun dramını konu etmesi nedeniyle absürdizmin bir savunucusu olarak nitelendirilecektir. 
Camus’nün ilk yankı uyandıran çıkışı 1942 yılında yayınlanan L’Etranger – Yabancı adlı romanıyla gerçekleşir. Hem tepki alan hem de edebi çevrelerde ilgi uyandıran bu eseri Camus’nün bir varoluşçu olarak tanımlanmasına neden olur.
Artık II. Dünya Savaşı başlamıştır. Geçirdiği verem nedeniyle Camus askere alınmaz. Paris Nazi ordularınca işgal edilince, çalıştığı Paris-Soir gazetesi yazarlarıyla birlikte, iki yaşındaki ikizlerini ve eşi Francine’i de yanına alıp Bordeaux’ya taşınır. Bir süre sonra da Fransız Direniş grubuna katılıp Combat adlı yeraltı gazetesinde editörlük yapmaya başlar. Önce Paris’i Almanlardan kurtaran Amerikalıları alkışlayacak, ardından Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombası atan Amerikayı sonuna kadar eleştirecektir.
Savaşın ardından ticari bir hüviyete bürünen Combat’tan ayrılır. Artık politikaya, gazeteciliğe ve tiyatro tutkusuna sınır koyacak, sadece yazmaya yoğunlaşacaktır. En ünlü eserlerinden biri olan La Peste – Veba, 1947’de yayınlanır.
1949 yılında Camus yeniden tiyatroya döner ve 1905 yılında isyancıların öldürdüğü bir Rus aristokratının hikâyesini konu eden bir senaryosu yayınlanır: Les Justes. İki yıl sonra yayınlanan L’Homme R’evolte – Başkaldıran İnsan adlı denemesinde Avrupa tarihinde vuku bulan isyanları ve toplumsal devrimleri ele alır. Ve nihayet 1956 yılında, hayattayken yayınlanan son eseri olan La Chute – Düşüş adlı romanı okurlarıyla buluşur.
1957 yılına geldiğimizde ilk kez Afrika kökenli bir yazar, Albert Camus, Edebiyat dalında  Nobel ödülüne lâyık görülür. Karar açıklanırken bu ödülün “zamanımızda insan vicdanının sorunlarını aydınlatan ileri görüşlü samimiyetini yansıtan önemli edebi eserleri” nedeniyle verildiği açıklanır.
Camus’a “En tuhaf ölüm şekli nedir?” diye sorulduğunda “Sanırım bir araba kazasında ölmek.” diyordu. Tuhaf bir tesadüftür  ki, 4 Ocak 1960 günü, her zaman olduğu gibi trenle seyahat edecekken dostu ve yayıncısı Michel Gallimard’ın ısrarlarına dayanamayıp onun arabasına biner. Ve bir kaza olur.

Kaza mahalline gelenler yayınlanmamış bir eserin notlarını bulurlar. Kendi yaşamından notlar halinde düzenlenmiş bu otobiyografi, 1995 yılında Le Premier Homme – İlk Adam adıyla kızı tarafından yayınlanır.

11 Nisan 2017 Salı

Sapiens

                                              



                                                Yazar: Yuval Noah Harari
                                                Orijinal Adı: Sapiens – A Brief History of Humankind
                                                Orijinal Dili: İngilizce
                                                Yayınevi: Kolektif Yayınları
                                                Çeviren: Ertuğrul Genç
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2017 - 30.Baskı



- Homo sapiens neden ekolojik bir seri katile dönüştü?
- Para neden herkesin güvendiği tek şey?
- Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen?
- Güç elde etmekte böylesine yetenekli olan insanlar neden bu gücü mutluluğa dönüştürmekte başarısızlar?
- Geleceğin dini bilim mi?
- İnsanların miadı çoktan doldu mu?
100 bin yıl önce Yeryüzü'nde en az altı farklı insan türü vardı. Günümüzdeyse sadece Homo Sapiens var. Diğerlerinin başına ne geldi ve bize ne olacak? 

Çoğu çalışma insanlığın serüvenini ya tarihi ya da biyolojik bir yaklaşımla ele alır, ancak Harari 70 bin yıl önce gerçekleşen Bilişsel Devrim'le başlattığı bu kitabında gelenekleri yerle bir ediyor. İnsanların küresel ekosistemde oynadıkları rolden imparatorlukların yükselişine ve modern dünyaya kadar pek çok konuyu irdeleyen Sapiens, tarihle bilimi bir araya getirerek kabul görmüş anlatıları yeniden ele alıyor.

Harari ayrıca geleceğe bakmaya da zorluyor okuru. Yakın zamanda insanlar, dört milyar yıldır yaşama hükmeden doğal seçilim yasalarını esnetmeye başladılar. Artık sadece dünyayı değil, kendimizi ve diğer canlıları tasarlama becerisi de kazandık. Peki bu bizi nereye götürüyor, bizi neye dönüştürebilir? (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

İnsan ırkını ve tarih boyunca gelişimini anlatan Sapiens adlı kitap tarih profesörü Tuval Noah Harari tarafından yazılmış. Aslında herkesin okuması ve öğrenmesi gereken insanı, evrim sürecinde onu diğer hayvanlardan farklı kılan olguların/ özelliklerin ortaya çıkışı ve bunun yaşamsal etkilerini; dolayısıyla insanlık tarihine nasıl yansıdığını, buna paralel insan psikolojisinin nasıl oluştuğunu genetik ve çevresel faktörler üzerinden de ele alan önemli bir bilgi kitabı. Bu nedenle dili kolay olmakla birlikte, bilgileri sindirebilme açısından yavaş okunması gereken bir kitap. Ancak bence herşeye rağmen olabildiğince rahat ve kolay anlaşılabilir olduğu kanısındayım. Herkese şiddetle okumalarını ve hem bir hayvan olarak insanı hem de psikoloji boyutuyla kendilerini bilimsel olarak daha iyi tanımaları için tavsiye ediyorum. Ayrıca Sapiens bir referans kitabı olma özelliğini de taşımakta- zaman zaman geri dönüp, tekrar üstünden geçerek her zaman faydalanılacak bir kitap. DEMET

26 Mart 2017 Pazar

Yuval Noah Harari


Yual Noah Harari 1976 yılında İsrail’in Hayfa şehrinde doğdu. Tarih Doktorası derecesini 2002 yılında Oxford Üniversitesinden aldı. Şimdilerde ”Hebrew University of Jerusalem” de Tarih bölümünde dersler vermektedir.
Dünya tarihi konusunda uzmanlaşmıştır, bilhassa Ortaçağ Tarihi ve Askeri Tarih. Son dönemdeki araştırma konuları: “Tarih ve Bioloji arasındaki ilişki”, “”İnsanlar ve hayvanlar arasındaki farklılıklar”, “Tarihi gerçekler ortaya çıktıkça insanlar daha mı mutlu olacak?”
2009 ve 2012 yıllarında “Polonsky Prize for Creativity and Originality” ödülünü aldı.

Çok sayıda bilimsel araştırmasının yanısıra yazdığı kitaplar: Sapiens: A Brief History of Humankind (2014), Special Operations in the Age of Chivalry (2007), The Ultimate Experience: Battlefield Revelations and the Making of Modern War Culture, 1450-2000 (2008)

13 Mart 2017 Pazartesi

İklimler




                                                
                                                Yazar: André Mauroıs
                                                Orijinal Adı: Climats
                                                Orijinal Dili: Fransızca
                                                Yayınevi: Helikopter Yayınları
                                                Çeviren: Tahsin Yücel
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2016 - 8.Baskı

Sahaflarda buldum bu romanın eski bir baskısını.
Varlık Yayınları'ndan çıkmıştı. 1967 yılında, Tahsin Yücel çevirisiyle.

Sayfalarını karıştırırken bir ithafla karşılaştım, şöyle diyordu: "Sevgilim, bu kitabı ilk defa on beş, bilemedin on altı yaşımda okudum. O kadar bayıldım ki, bir süre Odile oldum... Sonra kitap bir biçimde yok oldu. Unutmuştum. Geçen gün sahafta görünce bir heyecan, bir heyecan... Değişmemiş... Bence hâlâ en güzel aşk hikâyelerinden biri... Sana aldım".

Okuduğumda, ithafı yazana hak verdim. Hakikaten okuduğum en güzel aşk hikâyelerinden biriydi. "Her an yeni bir hayat serilir önümüze", "birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı" diyor ve "kaderlerimizle arzularımız hemen hiç bir zaman bağdaşmıyordu" diye bitiyordu kitap.

Helikopter'in ilk kitabı bu: Aşka âşık olanlar için tekrar yayınlıyoruz bu dünya güzeli kitabı, unutulmasın diye. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:
Kitap kurgusal olarak iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Philippe'in eşi Isabelle’a yazdığı kendisi ile evlenmeden önceki hayatını, gençliğini, ilk eşi Odile ile olan ilişkilerini, kıskançlıklarını anlattığı uzun bir mektup. İkinci bölümde ise Isabelle, Philippe ile evlendikten sonraki hayatlarını anlatıyor. İki bölüm birbirini çok güzel tamamlayarak Philippe’yi daha iyi tanımamıza yol açıyor.
Philippe’in iki karısı birbirinin zıttı şekillerde yetişmiş, birbirine hiç benzemeyen kadınlar. Odile ne kadar rahat ve vurdumduymazsa, Isabelle de o kadar disiplinli ve çekingen. Bizde iki bölümde iki farklı Philippe görüyoruz. İlk bölümde deliler gibi aşık bir adam var.Karısını herkesten kıskanan, her an nerede kiminle olduğunu merak ederek onun sıkılmasına neden olan, sonunda da başka bir adam için terkedilen bir adam. Uzun süren bir hayalkırıklığı döneminden sonra hayalindeki kadını bulduğunu düşünerek Isabella ile evlenir. Ama bu sefer roller değişir. Isabella eşine deliler gibi aşıktır ve onu çok kıskanır. Ama Philippe’in aşkı çabuk biter ve Solange’a aşık olur. Onu kaybetmek istemeyen Isabella herşeye göz yumar. Philippe ilk evliliğinde çektiği tüm acıların bedelini, ikinci eşine ödetmektedir. Ne yazık ki özgür ruhlu bir kadın olan Solange bir zaman sonra başkasına aşık olur ve Philippe’yi terk eder. Solange'ın onu terk etmesiyle Odile'de yaşadığı duygular, terk ediliş acısı yine tekrarlanır ve kendini Isabella’nın yanında bulur.

Philippe’nin bu acı hikayesinin sonunda anlıyoruz ki, her ilişki farklı bir iklimi yaşatır. Aynı adamın iki farklı kişiyle yaşadığı birbirine benzemezken, rollerde değişebilir. Kadın ve erkeğin birbirlerinin teslimiyetine göre tavır alışları, mizaçlarının karşısındakinin tutumuna göre değişiklik göstermesi, zor olanın arzulanması, kıskançlıklar, sevilmenin sıkıcılığı, kişileri değişsse de aşk hikayelerinin değişmez konularıdır. NURİZER


Andre Maurois’in İklimler adlı romanı, 1928 yılında yazılmış olmasına rağmen, insan ruhunun gizemi ve bunun ikili  yani kadın- erkek ilişkilerine yansımasını görmek açısından kanımca oldukça etkilieyici ve okunması zevkli bir kitap. Yazar esasen çoğunlukla kendi yaşamından/ tecrübelerinden yola çıkarak kaleme almış bu yapıtı. Bunu sonradan kendi özgeçmişini okuyunca görüyorsunuz ve duyguları/ çelişkileri hiç sanürlemeden, olduğu gibi yazabilmesini takdir ediyorsunuz- en azından benim için böyle oldu. Kitapta erkek temelde iki ilşkisini; ilkini kendi ağzından, ikincisini ise ikinci eşi ağzından anlatmakta. Ilginç olan birinci ilişkisinde yaşadıklarını, roller değişmişcesine ikinci ilişkisinde yaşaması. Bu da gösteriyor ki her ne kadar kişi belirli bir yapıya/ karaktere sahip olsa da ikili ilişkide farklı rollere bürünebiliyor- yani her ilişkinin birbirinden çok farklı dinamikleri var ve insanın davranışları da partnere göre çok farklılaşabiliyor. Aslında bu yaşamda hemen hemen herkesin yaşadığı bir olgu ancak bunu kendine bir ayna tutarak yüzleşmesinin o  kadar kolay olmadığı bir durum.  Andre Maurois bunu yapabildiği ve duyguları okuruna net bir şekilde geçirebildiği için okuru düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiriyor. Bu nedenle de özellikle okunmasını tavsiye ediyorum. DEMET

28 Şubat 2017 Salı

André Mauroıs




Yahudi asıllı zengin bir tekstilci ailesinin oğlu olan yazar 26 Temmuz 1885’de Normandiya’da Lebuef’de doğdu. Asıl adı, Émile Salomon Wilhelm Herzog’dur. "Pierre-Corneille Lisesi"'de eğitimini yaparken Fransa'da 18. yüzyıldan itibaren en iyi lise öğrencilerinin girdiği "Concours Général" imtihanlarına girip ödül kazandı. Üniversite diplomasını da edebiyat üzerinde yaptı.
Mecburi askerlik görevini bitirdikten sonra 12 yıl ailesinin sahip olduğu fabrika ve şirketin idarecisi olarak görev yaptı. 1909'da Polonyalı bir kontun kızı olan Jane-Wanda de Szymkiewicz ile tanışıp onunla birinci evliliğini yaptı.
Birinci Dünya Savaşı döneminde Fransız ordusuna katıldı ve Fransa'da bulunan Britanya Sefer Ordusu'nda tercümanlık ve liyazon subaylığı yaptı. Yayınladığı ilk eseri olan "Les Silences du Colonel Bramble (1918)" bu dönemdeki yaşamını alaycı olarak ama sosyal realizm ögeleri ile işlemektedir. Bu eser Fransa'da hemen rağbet gördü ve İngilizceye tercümesinden sonra İngilizce konuşulan ülkelerde popüler oldu. Bunu "Discours du docteur O'Grady" adlı romanıyla takip etti. 1923’de Ariel ou la vie de Shelley , 1926’da La hausse et la baisse ve 1928’de Climats romanlarını yayınladı.
Yazı hayatın da Maurois birçok biyografide yazmıştır. Bunlar arasında politikacı Disarelli, Bilimadamı Alexandar Fleming, şairler Byron ve Shelly, yazarlar Victor Hugo, Balzac ve George Sand’in biyografileri vardır.
Savaştan sonra "Croix-de-feu" ve "Le Flambeau" adlı edebi dergilerin editörlüğünü yaptı.
1924'de Paris'te ikinci karısı Simone de Caillavet ile tanıştı. Bu ikinci karısı kendini yalnız kocasının şahsi hayatına değil resmi ve edebi hayatına da vakfetti.
1938'de Maurois çok ünlü "Academie Française"e üye seçildi.
İkinci Dünya Savaşı başlayınca Maurois Britanya Ordusu Genel Karargahı'nda "Resmi Fransız Gözlemcisi" görevini aldı. Bu resmi görevi ile Britanya ordusunun Belçika'ya girişinde o orduda görevini yapmaktaydı. Fransız hükûmetinde bulunan bakanları ve politikacıları şahsen tanımaktaydı ve 10 Haziran 1940'ta Londra'ya bir misyonla gönderildi. Tam bu sırada Alman orduları Fransa'da galip geldiler ve Fransa Almanlarla ateşkes imzalamak zorunda kaldı. Maurois terhis edildi, görevinden alındı ve Kanada'ya gitti. Sonra Maurois bu savaş içinde General Charles De Gaulle’nin Özgür Fransa Kuvvetleri'ne katıldı ve tüm savaş boyunca bu askeri görevde bulundu.
27 Haziran 1947'de Fransa Cumhurbaşkanı kararnamesi ile ismi resmen "Herzog"dan "André Maurois"ya çevrildi.
Savaş sonrası ise Terre promise (1945), Femmes de Paris (1954), Les Roses De Septembre(1956) romanları yayınlandı.
Maurios 1949'da karısı yanında olmadığı bir Güney Amerika seyahatinde kendi eserlerini İspanyolcaya çeviren, genç, güzel geniş görüşlü , María de los Dolores Checa Garçía y Rivera adlı bir hanıma aşık oldu. Bu ilişkisi 20 gün sürmekle beraber Maurois "Marita" adını verdiği bu genç hanıma 54 mektup ve 11 şiir yazdı ve bu ilişki 1949'da sona erdikten sonra bu yazılar karısının isteğine uyarak yayımlandı.
9 Eylül 1967'de 82 yaşında iken Neuilly-sur-Seine'de vefat etti.

15 Şubat 2017 Çarşamba

Celile


                                                 Yazar: Osman Balcıgil
                                                 Yayınevi: Destek Yayınları
                                                 Editör: Devrim Yalkut
                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2016 – 60. Baskı

Osmanlı'nın en güzel kadınlarındandı. Saray ressamı Fausto Zonaro'nun rahleyi tedrisinden geçti. Paris ve Roma'da eğitim gördü. Adını resim sanatına altın harflerle yazdırdı. Padişah hafiyeleriyle, Balkan çetecileriyle, İttihat ve Terakkicilerle boğuştu... Korku nedir hiç bilmedi! Gönlünü kendinden dört yaş küçük olan Yahya Kemal'e kaptırdığında evliydi, iki çocuğu vardı. "Ela gözlü pars" diye şiirler yazdı ünlü şair onun için. Güzel kadın, hayatında ilk kez bulutların üzerinde uçtuğunu düşündü. Aşkı uğruna eşini, evini terk etti! Maalesef, onu taşıyabilecek büyüklükte bir yüreğe sahip değildi şair. Onu yarı yolda bıraktı, sıvışıp kaçtı. Çok üzüldü, kahroldu ama yıkılmadı ela gözlü pars. Aynı çocuk iki kere doğurulabilir mi? Doğurdu Celile! Oğlu Nâzım Hikmet yirmi sekiz yıllık hapis cezasının on ikinci yılında ölüm orucuna başlayınca, bir panter gibi ileri atıldı ve büyük şairi, ölümün kıyısından çekip aldı. Bir solukta okuyacaksınız. Tıpkı öteki Osman Balcıgil romanlarını okuduğunuz gibi...
(Arka Kapaktan)
  
Yorumlarımız:

Bu ay son zamanların popüler kitaplarından Osman Balcıgil’in “Celile” kitabını okuduk. Roman demedim, kitap dedim çünkü yazar bir çok gerçek bilgiyi ve belki de belgeyi senaryolaştırmış ve kitabı biraz daha heyecanla, merakla okunabilir hale getirmiş. Kitap Nazım Hikmet’in annesi Celile'nin hayatını anlatıyor. Böyle olunca da hem Osmanlının son dönemi, hem kurtuluş savaşı, hem cumhuriyet yıllarının başlangıcını kronolojik olarak izleyebiliyoruz. Celile'nin kendi ailesi ve de eşinin ailesi  Osmanlı elitlerinden olduğu için o ailelerin yaşam tarzlarını gözlüyoruz. Kısacası kitap hem bir dönemi, hem o dönemdeki tarihi ve sosyolojik yapıyı Celile'nin hayat hikayesinin arkasında bir fon gibi bize aktarıyor.
Ceile'ye gelince: bana en ilginç yanı çocuklarına karşı tutumu geldi. Nazım hapse girene kadar bence yaşamında hep kendisi öncelikli idi, dünya hep onun etrafında dönüyordu. Ama Nazım hapse girdikten sonra tüm yaşamını neredeyse Nazım'a göre ayarladı, onun affedilmesi için bitip tükenmeyen uğraşlar verdi…
Benim için en önemli soru şu: Şayet bu kitap Nazım Hikmet’in annesi Celile’yi değil de herhangi bir Celile’yi anlatsa bu kadar popüler  olur muydu? Bence olmazdı. Gene de emeğe saygısızlık yapmayacağım ve Osman Balcıgil’e kitabı için teşekkür edeceğim. LEYLA


Osman Balcıgil Nazım Hikmet’in annesinin hayatını anlatmakla hem şairin aile köklerini açıklamakta, hem Osmanlı'nın son dönemine ışık tutmakta- özellikle 1.ci Meşrutiyet, 2.ci Meşrutiyet, 31 Mart vak'aları ve İstiklal savaşının ilk günlerinin bu aile üzerinden anlatılması hem enteresan hem de o günün şartlarının anlaşılmasında çok etkin bir yol olmuş kanımca. Celile dönemine göre çok ilerici bir kadın; sanat yönü kuvvetli- Osmanlının ilk kadın ressamı ve aynı zamanda çıplak kadın çizme cesaretini göstermiş iyi eğimli cesur bir kadın. Özel hayatında ki beklentileri ve yaşadığı yasak aşk’ta aslında onun güçlü ve ödün vermez kişiliğinin bir parçası. Kitabı zevkle okudum ve birçok bilmediğim bilgiye de sahip oldum. Beni hayal kırıklığına uğratan en önemli şey ise Nazım Hikmet’in savaştan yeni çıkmış bir milletin ulus haline dönüşümünde ve Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Komünizm rejiminde bu kadar ısrarcı olması ve muhalefet yapması. Çok uzun süreler hapiste tutulmasını doğru bulmamakla birlikte o günün şartlarında bu denli muhalefeti de yerinde bir davranış olarak göremedim. Kitabı bir çok açıdan herkesin okumasını tavsiye ederim. DEMET

Celile bir Osmanlı kadını, paşa kızı, paşa gelini,ilk Osmanlı kadın ressamlarından ve Nazım Hikmet'in annesi. Osman Balcıgil gazeteci-yazar olarak iyi bir araştırma ile romanını kaleme almış. Celile biyografi romanı olmakla birlikte, Meşrutiyet dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarını anlatan bir dönem romanı aynı zamanda.Osmanlı bürokrat hayatının bu dönemde ki değişimi, geçirdiği sarsıntılar anlatırken, Celile'nin özgür ruhlu bir kadın olarak sürdürdüğü hayatı Nazım'ın hapishanede geçirdiği yıllarda artık sadece oğlu için yaşayan  anneye dönüşüyor.
Okurken bilgilerimi tazelerken,yeni bilgilerde edindim.Dili ve anlatımın sadeliği ile rahat okunan ve okunması için tavsiye edeceğim bir kitap . IŞIL


Osman Balcıgil





1955 yılında İstanbul’da doğan Osman Balcıgil, uzun yıllar gazete, dergi ve televizyonların haber bölümlerinde muhabir, editör ve yönetici olarak çalıştı (1977-2000). Kanal 6 ve Star TV’de haber müdürlüğü yaptı.
"İnkaların Torunları Şaşkın" başlıklı röportajıyla 1988 yılında Gazeteciler Cemiyeti "Yılın Röportajı Ödülü"nü kazandı. 1989 yılında, yine Gazeteciler Cemiyeti'nce, televizyon programı "Hodri Meydan" daki çalışmaları nedeniyle "Jüri Özel Ödülü "ne layık görüldü.
Gazetecilik ve televizyonculuk yaşamını 2000 yılında noktalayan Balcıgil, Ters Kanatlı Şahin ve Bilginin Efendisi romanlarını yayınladı. Zerdüşt'ün Sırrı, Dante'nin İstanbul Cehennemi, Pisagor Tepkisi, Mason Locasında Aşk ve Kılıç, 53. Risale romanlarını peşpeşe yayınladı.
2012 yılında yayımladığı Ela Gözlü Pars: Celile adlı romanıyla Nazım Hikmet’i ve ailesini, 2016 yılında yayımladığı Yeşil Mürekkep adlı romanıyla da Sabahattin Ali'nin yaşamını anlattı.
Sürekli Basın Kartı sahibi olan Balcıgil, yazarlığın yanı sıra iletişim danışmanlığı da yapıyor.

9 Ocak 2017 Pazartesi

2017 ve UMUTLARIMIZ

Sedat Ölçer 'Evrim Serüveni' kitabında mevcut yaşamda on milyon canlı türü olduğunu yazıyor. Bir zamanlar bu rakam dört milyara kadar çıkmış! İnsan bu canlılardan yalnızca bir tanesi ve onlardan dünyada yedi milyar var... Böyle baktığımızda biz KK deki sekiz kişinin canlılar dünyasında ne kadar atomik, etkisiz ve bir anlamda değersiz olduğunu söyleyebiliriz. Ama hayır, öyle değil!  Hayat yalnızca rakamlar olmadığı gibi....Yaşamı hayallerimiz, kararlılığımız, cesaretimiz, umutlarımız ve ümitlerimiz şekillendiriyor. Hayatın karanlık yüzünü acılarını, ızdıraplarını, bezginliklerini, hayal kırıklıklarını ve  daha nice kötü taraflarını burada yazmanın gereği yok. Biz , özellikle ülkemiz olarak 2016 da zaten benzer bir yıl yaşadık. Artık bunları geriye atmak istiyoruz , bu yazıyı okuyan herkes gibi..

Bizler 2016 da roman okumalarımıza aynı hızla devam ettik. Özellikle klasikleri okumaktan çok zevk aldık. Hepimiz ayrı ayrı seyahatler yaptık, kültür hanemizi geliştirdik, ruhumuzu anılarla beslemeye devam ettik. Aramızda en hoş anılarla yılı geçiren Nurizer oldu: oğlunu evlendirdi ve kızından tatlı bir oğlan torunu oldu. İsmi Yaman. Beyza'nın torunu Toprak yürümeye başladı bile. Yüksel torun sevgisini 2017 de yaşayacak inşallah..Ve daha kim bilir  ne güzel ve özel günler yaşayacağız hepimiz ve hep birlikte. En azından bunu istiyoruz, arzuluyoruz. Hepimiz için, tüm insanlık için..

2017 hoş geldin! Umarız parlak yüzünle, sevgi dolu yüreğinle geldin. İyiliklerle, güzelliklerle geldin...

YAŞAM seni seviyoruz; yaşamdaki tüm CANLILARI  seviyoruz: Yaşam sen de bizi SEV.. LEYLA