29 Aralık 2013 Pazar


İnci Gibi Dişler


                                                     Yazar: Zadie Smith
                                                     Orijinal Adı:  White Teeth
                                                     Orijinal Dili: İngilizce
                                                     Yayınevi: Everest Yayınları
                                                     Çeviren: Mefkure Bayatlı
                                                     Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011- 12.Baskı

Her türlü aşırılığın revaçta olduğu Londra'nın kenar semtlerinden birinde, farklı renklerin, farklı dinlerin ve farklı kuşakların, Jones'lar İkbal'ler ve Chalfen'ler gibi üç renkli ailenin, .oluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında, göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt-kültürlerin ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan parodisini...
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:

İnci Gibi Dişler romanına Zadie Smith Cambridge Edebiyat Fakültesi’nde okurken daha 21 yaşında başlamış ve 25 yaşında bitirmiş. Birçok önemli ödüller kazanan bu romanı bu yaşta yazabildiği için yazara büyük saygı duyuyor ve önünde şapka çıkarıyorum. Bence müthiş bir donanım ve entelektüel kapasite. Kadınları tanımış, erkekleri çözmüş, çeşitli dinlerin içerikleri konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmuş, hatta yaşlı, genç her insanın karakterlerini, ruhunu rahatlıkla betimlemiş…

Romana gelince: Bangladeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi-katolik Chalfen ailelerinin İngiltere’ye göçtükten sonraki ve birbirine geçmiş hayat hikâyelerini uzun uzun anlatıyor. Bu hikâyeler bize göçmenlerin veya azınlıkların ne tür ekonomik, sosyal, kültürel, etik ve eğitim   sorunları ile karşı karşıya olduklarını bir kez daha gözler önüne seriyor. . Bunları okurken hep aklıma 1960 lı yıllardan beri Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göç eden ve sayıları şimdi milyonları bulan Türk işçilerinin, onların çocuklarının ve torunlarının bitmek bilmeyen çilelerini aklıma getirdi. Hatta yaklaşık iki hafta önce, Almanya federe hükümeti,  Göç İşlerinden sorumlu bakanı için bir Türk göçmenini seçerek   bu sorunlara yardımcı olabileceğine kanımca inandığını gösterdi. ‘İkinci vatan’ teması ve onunla ilişkili insan manzaraları globalleşen dünyamızda artık hep var olacağa benzer. Bunu bir roman tadında ve okuyucunun ilgisini çekerek yazmak maharet işi. Ben romanı okurken zaman zaman sıkıldım, çünkü bazı bölümler bana lüzumsuzca uzun ve hatta kopuk geldi. Takip etmekte güçlük çektim. Gene de farklı kültürleri okumak isteyenler için güzel ve kapsamlı bir roman… LEYLA

Zadie Smith “ İnci gibi Dişler” adlı romanında Londra- İngiltere’de göçmen olarak yerleşmiş farklı etnik guruplara ait kişilerin entegrasyon sorunlarını, gelenek ve görenek çatışmalarını, yaşam şartlarını özellikle üç aile üzerinden anlatmakta. Kitaba bu gözle baktığımda oldukça başarılı ve detaylı anlatımla bu yaşamlara tanık oluyoruz. Diğer taraftan ise oldukça uzun ve zaman zaman sıkıcı olabilen bir üslupla karşı karşıya kalıyor insan. Bu nedenle kitabı sevdim veya sevmedim diye bir yorum getirmekte zorlanıyorum. Ancak benim için kitabı okurken tekrar tekrar karşıma çıkan, çok enteresan bulduğum bir simge “diş” oldu. Diş her ne kadar köklere vurgu yapmak için kullanılmış olsa bile bence yazar “diş”i aynı zamanda tüm ırk, renk ve etnik köken farklılıklarının yok olduğu yani kişilerin her hangi bir sınıfa sokmanın mümkün olmadığı bir uzuv olarak- hatta beyaz İngiliz olmayanların dişleri daha “beyaz”, daha göz alıcı olabiliyor- kullanılmış diye düşünüyorum.   DEMET

Londra’nın kenar semtlerinden birinde yaşayan üç farklı ülkeden göçmüş üç farklı dine inanan üç ailenin üç kuşağının başından geçenleri trajikomik bir şekilde anlatan bir roman okuduk bu ay. Yazar kendiside göçmen bir aileden geldiğinden göçmenlerin sorunlarını, psikolojik durumlarını çok iyi gözlemlemiş. Hangi pozisyonda olursa olsun her göçmen değişik umutlarla yurtdışına gider, ama bir gün daha iyi şartlarla ülkesine dönmek hep aklındadır. Uzaktayken ülkesine, geleneklerine, kültürüne ve dinine daha çok bağlanır. Aslında çok yorum yapmadan kitaptan aldığım şu iki alıntı karakterlerin ikilemini çok iyi anlatıyor:

''Gerçekten anlayamıyorum. Bugünlerde, bana bu ülkeye ayak bastığın anda şeytanla anlaşma yapıyorsun gibi geliyor. Giriş kapısında pasaportunu uzatıyorsun, damgalanıyorsun, biraz para kazanmak istiyorsun, bir işe girişiyorsun... ama niyetin geri dönmek! Kim burada kalmak ister ki! Soğuk, nemli, berbat bir yer: Kötü yiyecekler, iğrenç gazeteler, kim burada kalmak ister? Kimsenin seni hoş karşılamadığı, sadece tahammül ettiği bir yerde kalınır mı? Sadece tahammül ettiği. Sonunda evcilleştirilmiş bir hayvanmışsın gibi. Kim kalmak ister? Ama şeytanla anlaşma yaptın... seni ele geçiriyor ve birden dönecek halin kalmıyor, çocuklarını tanımakta güçlük çekiyorsun, artık yersiz yurtsuz birisin.''
''Bu yüzyılın başlarında Tayland Kraliçesi, çok sayıda uşakları, hizmetçileri, halayıkları, ayak yıkayıcıları ve çeşnicibaşılarıyla tekne gezintisi yaparken, aniden teknenin kıçı büyük bir dalgaya çarpınca, Kraliçe, Nippon-Kai'nin mavi sularına düşmüş, yardım istemesine rağmen teknedeki hiç kimse yardımına koşmayınca Kraliçe ölmüş. Yapılan açıklama dış dünyaya anlamsız gelse de Taylandlılar durumu hemen kavramıştı: Gelenek, o gün de günümüzde de hiçbir kadın veya erkeğin Kraliçe'ye dokunmasına izin vermez.
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''

Romanın başında her olayı fazla detaylı anlatan yazar sonuna doğru bu detaylardan vazgeçince okuması daha keyifli oldu. Bittiğinde ne kadar çok karakter ve konu vardı diye düşündüm, yine de okuması zaman zaman sıkıcı olsada okumanızı tavsiye ederim. NURİZER


Jamaika kökenli İngiliz yazar Zadie Smith 1997 yılında yazmaya başlayıp 2000 de yayımladığı İnci gibi romanı ile aynı sene en çok satan kitaplar arasına girmeyi başarmış. Yazar bu romanında farklı kültürler ve dinler arasına sıkışmış Londra’nın kenar mahallelerinde  yaşayan yabancı kökenli bir gurup insan ve bunların arayış ve çelişki içinde geçen yaşantısını anlatıyor. Zadie Smith Jamaika ve Bengladeş’den göçen iki ailenin batı kültürüyle sürekli kavgalarını, o kültürü reddetmelerini oldukça detaylı [ yer yer sıkıcı olacak kadar] olarak aktarıyor. Kitap her iki ailenin  yaşamlarına Yahudi Chalfen’lerin  girmesi ile biraz da olsa  hareketleniyor ancak karekterlerin kalabalıklığı, uzun anlatımlar kitabı sıkıcı olmaktan kurtaramıyor. BEYZA

Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;

Birincisi,  yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı  Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.                                
Güzel  kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA  
                                                                                                                            

 

26 Aralık 2013 Perşembe

Zadie Smith



Zadie Smith, Londra'nın kuzey batısında çoğunlukla işçi sınıfının yaşadığı Brent kasabasında, Jamaikalı bir anne ve Britanyalı bir babanın çocuğu olarak Sadie Smith ismiyle (ismini 14 yaşındayken değiştirmiştir) 1975 yılında doğdu. Jamaika’da doğup büyüyen ve 1969 yılında İngiltere'ye göç eden annesi, babasının ikinci eşidir.
İngiliz edebiyatı eğitimi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne bağlı King's College'da okurken kısa hikâyeler yazmaya başlayan yazarın bu hikâyelerinden bir kısmı öğrencilerin yazdıklarından derlenen Mayıs Antolojisi'nde yayınlandı. Bu hikâyeleri ile bir yayıncının ilgisini çekip ilk romanı için teklif aldı.“İnci GibiDişler”in yayınlanacağı tamamlanmasından çok önce 1997 yılında duyuruldu. Pek çok yayıncının almak için çabaladığı roman Smith'in Cambridge'deki son senesinde bitti ve 2000 yılında yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitapların arasına girdi. Roman yazara Whitbread İlk Roman Ödülü'nü, The Guardian İlk Roman Ödülü'nü, Commonwealth İlk Roman Ödülü'nü, Betty Trask Ödülü'nü ve James Tait Black Memorial Prize for Fiction'ı kazandırdı. 2002 yılında Channel 4 tarafında televizyon dizisi olarak çekildi.
Röportajlarında ilk romanının başarısından sonra bir süre yazamama krizine girdiğini söyleyen Smith'in bu krizi uzun sürmedi. 2002 senesinde ikinci romanı “İmza Toplayan Adam”ı yayınlandı.Üçüncü romanı “Güzelliğe Dair” Eylül 2005'de yayınlandı ve Man Booker Ödülü'ne aday oldu.
Yazar kendisi gibi edebiyatçı olan Nick Laird ile 2004 yılında evlendi. Çift şu anda Kuzey Londra'da yaşamaya devam ediyor.

19 Aralık 2013 Perşembe

Beşinci Yılımıza Girerken....


Biz 8ekiz Kitap Kulübü kadınları bugünlerde dört yılımızı doldurup, beşinci yılımıza girmenin heyecanını yaşıyoruz. Bu yıllar boyunca baştan tahmin edemediğimiz kadar anı biriktirdik ve bunlardan en güzellerini sizlerle paylaşmak istedik:
 
Her şeyden önce ve önemlisi kırk üçü aşkın roman  okuduk. Bu kitapların yaklaşık yarısı yerli yarısı yabancı yazarlara aitti. Kitapları seçerken böyle eşit bir ağırlık olsun diye yola çıkmadık, bu kendiliğinden gelişti. Zaman zaman popüler kitaplar, zaman zaman klasiklerden okuduk. Romanları tartışırken hem yazarı, hem yazarın kurgusunu, üslubunu ve hem de içeriğini/karakterleri uzun uzun konuştuk. Çoğu zaman çevirilerden dert yandık. Tartışmalarımızla dağarcığımıza bir dolu yeni bilgi kattık, ufkumuzu genişlettik, eğitildik ve eğlendik. 

Birlikteliğimizin ikinci yılının sonunda 8ekiz Kitap Kulübünün bloğunu açtık. Bloğumuzda okuduğumuz kitapları ve bu kitaplara ait eleştirilerimizi sizlerle paylaştık. Aynı zamanda güncel sanat olaylarına da bloğumuzda yer verdik. Okuduğumuz kitapları tartışmak için her ay birimizin evinde toplanmak bize büyük zevk verdi. Özenle hazırlanan  yiyeceklerin hepimizin ortak merakı olduğunu sevinerek gördük. Hazırladığımız pastalardan şimdiye kadar 83 tanesine de bloğumuzda yer verdik.
 
Biz sekiz kadın bu süreçte bir aile gibi olduk. Bu aileden bir arkadaşımızın bir torunu oldu; iki arkadaşımızın çocukları evlendi; bir arkadaşımızın kızı nişanlandı; iki arkadaşımızın çocukları üniversiteye girdi. Güzel günlerimizde sevinçleri paylaştık, zor günlerimizde birbirimize destek olduk. Ama hiçbir zaman kitap okumayı ertelemedik. Kısacası 8ekiz kitap kulübü bizim için bir başarı hikâyesi. Çünkü orada hepimizin  yürekten katıldığı değerlerimize sarıldık: kitaplar bizim arkadaşımız, dostumuz oldu. Bunun için birbirimizle rekabet etmedik, ya da edebiyat kibirliliği yapmadık. Herkes bildiğini, düşündüğünü ortaya koydu ve hararetle tartıştık. Ancak sonunda demokrat yaklaşımdan ve çoğulcu kararlardan vazgeçmedik. Hepimiz olgun, kendi ile barışık kişiler olsak da eksik kaldığımızda birbirimizi tamamlamasını bildik. Her zaman eğlenmenin de bir yolunu bulduk.  Şimdi bu bütünlüğün ve beraberliğin hep devam etmesini istiyoruz. Bu birliktelikte kitaplar bizim ışığımız olacak; dostluğumuz bizim yüreklerimizi besleyecek;  ortak meraklarımız keyfimizin anahtarı olacak. 

Dileğimiz odur ki, 8ekiz Kitap Kulübümüz biz var oldukça hep yaşasın, kimse bizi kıskanmasın, ama imrensin. Böylece yeni kitap kulüpleri kurulsun, kültürümüz, dünyamız zenginleşsin.Yoksa Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabında söylediği gibi ‘gündelik hayatın hayhuyu içinde…..insan her şeyin tekrarlandığını hisseder.. ’. Tekdüzelik ve teklik mutsuzluk getirir. Güzel kitap birliktelikleri dileklerimizle yeni yılınızı kutlarız.    LEYLA
 
 
 

3 Aralık 2013 Salı

O Muhteşem Hayatınız


                                                Yazar: Oya Baydar

                                                Yayınevi: Can Sanat Yayınları                                               

                                                Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem

                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2012- 1.Baskı
 

“Hangisi gerçek hayatım benim? Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?"
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
 

Yorumlarımız:

Coşkularının peşinden koşan, toplumdaki önyargı ya da alışılmışlıklara pirim vermeyerek kendi hayatlarını ellerinden geldiğince ödün vermeden yaşayan, birbirleriyle kaderleri garip bir şekilde  geri kalan yaşamlarını tamamen değiştirecek şekilde kesişen kahramanlar alıp götürüyor "Oya Baydar" ın hikayesini...
Keyifle ve çok akıcı bir şekilde okunan kitabı kahramanları yargılamadan ve kendinizle özdeşleştirmektense , duygularını, heyecanlarını anlamaya çalışarak okumak öykünün hümanist bakışına ulaşmanızı sağlıyor....Onlar hayatta "yüreklerinin onları götürdüğü yere" gitme cesaretini gösteren insanlar olarak ayrı ayrı özeller bana göre...Ve ayrı ayrı alkışlanmayı hak ediyorlar.....Diva (Aliye Sema), Arya,Toplayıcı, Cansa.......
Toplumsal , kültürel değerlerin DNA larımızın derinliklerine hiç farkında olmadığımız kadar  güçlü sızabileceği, yer yurt mekan demeden fırsat bulduğunda kendini açık edivereceği gerçeği son derece etkileyici sunuluyor kitapta......Ve bu değerlerin insanları nasıl zenginleştirebildiği sarıp sarmaladığı hiç hesapta yokken, ne kadar duyguyla aktarılıyor...
Memleketimizin maalesef çok iyi bilmediğimiz ve tartışamadığımız yakın tarihine ışık tutup merakımızı kışkırtıyor roman biraz acı biraz gurur biraz şaşkınlık yaratarak..... UFUK
 
Oya Baydar’ın okuduğumuz ikinci kitabıydı ve her şeyden önce okuması kolay ve sürükleyici bir kitap olduğunu söylemek isterim. Kitapta her ne kadar bir opera sanatçısının hayatı anlatılmakta ise de esas olan gıpta ile bakılan hayatların hiçte dışarıdan gözüktüğü gibi “mükemmel” olmadığı, insan ilişkilerindeki hatalar, kopukluklar, bencillikler bunların karşılığında ödenen bedeller anlatılmakta. Diğer taraftan bu hayat bir de Dersim olaylarıyla ilişkilendirilmiş- daha doğrusu Diva’nın hayatı anlatılırken bir de Doğu coğrafyası, tarihi, yöre insanı ve duygu düşünceleri verilmek istenmiş ve bu kanımca oldukça masalsı bir şekilde ele alınmış. Kitapta bir çok anlatıcının olması, ayrıca duygu ve düşüncelerin de kişilerden nerdeyse bağımsız bir iç ses olarak anlatıma katılması, bize olaylar yaşanırken kişilerin değişik psikolojilerini, duygularını, kendi deneyimlerini nasıl algıladıklarını, karşı tarafı nasıl değerlendirdiklerini vermesi açısından oldukça etkili bir araç olarak kullanılmış kanımca. Hikâyenin kurgusunu da enteresan buldum ve kitabın sonunda yazarın kendi hayatından bir takım verilerden bu romanı yazmak için yola çıktığını öğrenmem kendi kendime sorduğum ve merak ettiğim sorunun cevabı oldu. DEMET


Oya Baydar’ın “O muhteşem Hayatınız”ı zevkle okudum; hem romanın tadına vardım, hem tarihimizde acılı bir sayfa olan Dersim’i daha iyi anlamak ve öğrenmek için bir fırsat doğmuş oldu. Deyim yerinde ise kuru kuru roman okumaktansa bilgi dağarcığıma bir şeyler eklemek  beni  mutlu etti…
Romanda ilginç karakterler var: Tutkunun, bir şeye kafayı takınca azimle, hiçbir engel tanımadan gitmenin ne olduğunu ‘toplayıcı’da görüyoruz. O muhteşem hayatların aslında madalyonun yalnızca bir yüzü olduğunu, gerçek yüzünün madalyanın arka yüzünde olduğunu, meşhur olmanın bedellerinin, daha doğrusu meşhur olma yolunda gidilen adımların arkasında ne gibi hikâyeler olduğunu ‘diva’ karakterinde görüyoruz. Sakin, huzurlu, sorunsuz  aile ortamında bile ne gibi özlemler olduğunu, ne çok ‘mış’ gibi yapıldığını ‘divanın kızı’ karakterinde görüyoruz. Romanların olmazsa olmaz ‘aşk’ konusunun erkek karakteri romanda belirtilen  her türlü olumlu özelliklerine rağmen gençliğinde karanlık işlere bulaşan bir kişi olduğunu seziyoruz. Kısacası Oya Baydar bence tüm bu karakterleri ve daha fazlasını son derece akıcı bir dille anlatıp, önümüze koymuş. İyi de etmiş.
Ben romanı politik açıdan değerlendirmiyorum. Dersim olaylarını okuyup anlamadan Oya Baydar’ı ‘gündeme göre yazan yazar’ eleştirisi için de bir hüküm getirmem mümkün değil, doğru da değil. Ben romanı roman olarak sevdim ve okunmasını da tavsiye ediyorum. LEYLA

Oya Baydar'ın çok akıcı ve ilgiyle okunabilecek bir romanı diyebilirim. Yakında okuduğum romanlar arasında en keyif aldıklarımdan biriydi. Çeşitli karakterler başarıyla anlatılmış, zaman zaman beni içine alan bir romandı. Esas olarak müziğe tutku çok yönlü, değişik  kişilerin bakış açısıyla canlandırılmıştı. Dersim konusu ise son yıllarda çok gündemde olduğu için, ilk bakışta popülerlik katmak için yazılmış olabilir diye düşünsem de  Oya Baydar'ın röportajını okuyunca bu fikirden vazgeçtim.
Konun kahramanı müzik uğruna özel yaşamını ikinci plana atan veya özünü birinci plana çıkaran bir kadın sanatçı. Kocasının ona bakış açısıyla davranışları. Ayrıca çok enteresan toplayıcı bir müzik öğretmeni, onun iç dünyası, insanların kaderine yön vermesi, yıllar sonra bir araya gelmelerine vesile olduğu anne ve kızı. Ayrıca şahane bir doğa ve acılarla dolu bir Dersim. Orada yaşanan aşk.
Artık sizlerin de romanı okumanız için burada duruyorum. Sanatçı için konuşulacak çok şey var. Ya kızı, gerçekten bir anda duygularımızın esiri olup incittiklerimizi hiçe sayarak davranabilirmiyiz? ZELİHA


 

2 Aralık 2013 Pazartesi

Oya Baydar


1940’da İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız kız lisesini bitirdi. Bu okulun son sınıfındayken yazdığı “Allah Çocukları Unuttu” romanı 1958 yılında yayınlandı. 1960’da girdiği Istanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü 1964 yılında bitirdi, aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve “Türkiye’de İsçi Sınıfının Doğuşu” konulu doktora tezine başladı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.