27 Şubat 2011 Pazar

Oscar Adayı 3 Film

Bu hafta Oscar’a Aday 3 film izledim. Üçü de gerçek hayat hikâyesinden etkilenmişti.
İlki, 7 dalda Oscar ‘a aday olmuş Amerikalı boksör Micky Ward ve abisi Dick Eklund’ın hayatından bir kesit anlatan başrolde Mark Wahlberg ve abisi rolünde Christian Bale’in oynadığı “Dövüşçü ( The Fighter)”. Yönetmenliğini David O. Russel’ın yaptığı film yalnızca bir boksör filmi değil, aynı zamanda İrlanda asıllı orta sınıf dokuz çocuklu bir Amerikan ailesinin yaşamını anlatıyor. Film bir abi kardeş hikâyesinden yola çıkıyor.  Dicky eski parlak kariyerinin gölgesinde yaşayan yalnızca kendi mahallesinde efsane bir boksör. Ama dibe vurmuş durumda artık. Kardeşi Micky ise yıllarca onu örnek almış, onun altında ezilmiş ve kendi çıkışını yapamamış bir diğer boksör. İki kardeşin çatışması, kalabalık ailenin işin içinde olması ve her kafadan bir ses çıkması, Micky’nin hayatına giren kız arkadaşının onu yüreklendirmesi, vazgeçilmez aile bağları, annenin abiye olan aşırı düşkünlüğü, ailedeki bütün karakterlerin hayatta başarısız olmaları ve bunu kabullenmiş olmaları çok güzel anlatılıyor.  Öncelikle Dick Eklund karakterinde Christian Bale ne yapacağı belli olmayan, dengesiz, eski günlerin anıları ile ayakta durmaya çalışan bir bağımlıyı oynarken, öykünün esas karakterine dönüşüyor. Altın Küre’de en iyi yardımcı oyuncu ödülünü kazanması ve Oscar’ın en ciddi adayı olması boşuna değil. Esas oğlan Mark Wahlberg çevrenin en sessiz, en silik karakteri gibi duruyor. Kavgacı ailesinin sebep olduğu tüm gürültülü olaylar, annesine olan bağlılığına karşılık bulamaması, onu sessiz ve kontrollü olmaya mecbur ediyor. Wahlberg dengeli durması gereken bir karakteri yeterince kontrollü oynuyor. Anne Alice’de Melice Leo ise beceriksizce kararlarını otoriter pozlarla kabul ettirmeye çalışan ve ailenin kontrolünü elinden kaçırmaktan korkan bir ruh durumunu muhteşem yansıtıyor. Onun da Oscar’ın en önemli adayları arasında olması doğal.
İkinci film, “Slumdog Millionare” ile en iyi yönetmen Oscar’ını alan Danny Boyle’un “127 saat (127 Hours)” isimli filmi. Başrolünü, bu yılki Oscar törenini sunacak olan, James Franco’nun oynadığı dağcı Aron Ralston'un tüyler ürperten hikayesini anlatan film 6 dalda Oscar’a aday. Geç, dinamik, özgür ruhlu bir dağcı olan Aron, Utah yakınlarında bir kanyona tırmanırken ayağı kayar ve kolu bir kayaya sıkışır.  Ölüme bu kadar yakın olmak, yaşamak için elinde ki tüm çareleri, birer birer tüketmek, onu geçmiş ile bir muhasebeye götürür. Film, sınırlı bir mekân ve sonu belli kısır bir senaryo ve tek bir oyuncu ile yine de izleyiciyi ekrana bağlayabiliyor. Bunda hem yönetmenin başarısı hem de James Franco’nun muhteşem oyunculuğunun rolü büyük.
Üçüncü film, tam 12 dalda Oscar’a aday olan yönetmenliğini Tom Hooper’ın yaptığı “Zoraki Kral (King’s Speech)”. Yine gerçek bir hayat hikâyesi. Film şimdiki İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in babası olan VI. George üzerine kurulu. Abisi Edward Amerikalı Wallis Simpson ile evlenebilmek için tahttan feragat edince istemeden Kral olan VI. George'un en önemli eksikliği kekeme oluşu ve heyecandan topluluk karşısında konuşamaması. İşte bu anda devreye Lionel Logue isimli bir konuşma terapisti devreye giriyor. Birçok tedavi ve doktordan sonuç alamayan VI. George'u, çok farklı yöntemler ile tedavi ediyor. Aslında kekemeliğinin heyecandan öte, kendine olan güvensizliğinden kaynaklandığını gösteriyor ve Kralın tacını giydikten sonraki yaptığı radyo konuşmasını hiç kekelemeden yapmasını sağlıyor. Kral rolünde Colin Firth, terapist rolünde Geoffry Rush ve Kralın eşi rolündeki Helena Bonham Carter da Oscar’a aday. Film ikinci dünya Savaşı sırasında geçmesine rağmen politikaya bulaşmadan tamamen anlatmaya niyetlendiği şeyi anlatıyor, kekeme bir kralın kekemeliğini yenmesini. Bu basit konuyu, muhteşem oyunculuklarla o kadar sade ama keyifli anlatıyor ki hiç sıkılmadan hatta yer yer kahkahalarla izlettiriyor kendini.
Colin Firth “En İyi Erkek Oyuncu”, Geoffry Rush’ı çok sevmeme rağmen ise Christian Bale  “En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar adayları arasında benim favorilerim.
Eğer filmlerin hiçbirini görmediyseniz ve yalnızca birine gidecek vaktiniz varsa “Zoraki Kral” tercihiniz olsun. NURİZER
Zoraki Kral (King’s Speech)”: Zoraki Kral'ı gördüm ve çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bunun iki nedeni var; birincisi film son derece doğal bir akış içinde çok cazip gibi görünen yaşantıların aslında ne kadar zorluklarla dolu olduğunu- psikolojik olarak ne kadar yıpratıcı olabileceğini çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor. İkinci olarak, hikâye aslında durağan sayılabilecek bir konuyu ele almakla birlikte son derece sürükleyici ve Oscar'a aday üç oyuncu da özellikle Kral 6.George (Colin Firth) ve konuşma terapisti Lionel Logue (Geoffry Rush) olağanüstü bir oyun sergiliyor. Herkese tavsiye ediyorum. DEMET


19 Şubat 2011 Cumartesi

Haruki Murakami

Bu ay tartışacağımız kitap “Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında”, Japonya’nın 20. yüzyılının en büyük ve en popüler yazarlarından biri olarak kabul edilen Haruki Murakami tarafından 1992 yılında yazılmış. 2007 yılında Pınar Polat tarafından Türkçeye çevrilen kitap Doğan Kitap tarafından yayınlanmış
Haruki Murakami, 12 Ocak 1949 yılında Kyoto kentinde dünyaya gelmiştir. Murakami’nin babası Budist bir din rahibin oğlu, annesi de Osaka’lı bir tüccarın kızıdır. Her ikisi de Japon Edebiyatı öğretmenidir ve Murakami’ye sürekli Japon Edebiyatından bahsederler. Bu baskı Murakami’yi küçük yaşta Batı Edebiyatına yöneltir. On dört yaşındayken izlediği Art Blakey konserinden sonra ise çok iyi bir caz dinleyicisi olan Murakami, on dokuz yaşında bavulunda batı edebiyatı kitapları ile Tokyo’ya üniversite okumak için taşınır. İlk işi bir kayıt stüdyosundadır. Böylece müziğe bilhassa batı müziğine olan hayranlığı artar. Üniversite hayatını film arşivlerini tarayıp, müzik dinlemekle de geçirir. 22 yaşında evlendiği eşi Yoko ile 1971 yılında bir Caz kulübü açar. Üniversite öğrenimini Tokyo’daki Vaseda Üniversitesi'nde tamamlayıp 1975’te mezun oldu.
Birçok yazardan farklı olarak, Murakami geç sayılabilecek bir yaşta, yirmi dokuz yaşında yazmaya başladı. Bir gün beysbol seyrederken yazmaya karar verdi ve evine dönerken yolda kâğıt ve kalem alarak, ilk kitabı “Hear the Wing Sing”i yazmaya koyuldu. Altı ayda bitirdiği bu kitap yeni yazarları teşvik etmek için verilen “Gunzou Edebiyat Ödülü”nü kazandıktan sonra, Murakami bütün zamanını yazmaya verebilmek için işlettiği Caz Barı 1981′de sattı. Bu eseri takiben yazar “Hitsuci o meguru Booken” (1982) isimli romanını yazdı. Yazar bu eseriyle de “Yeni Yazarlar Noma Edebiyat Ödülünü aldı. Ödül alan iki kitaptan sonra “Sekai no ovari to haado boirudo” (1985) geldi ve bu kitap da “Tanizaki Ödülü”nü kazandı. 1986 - 1995 yılları arasında ülkesinden uzakta Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadı. Yazarı dünyaya tanıtan ve kendinden söz ettiren kitabı tam 16 dile çevrilmiş olan “İmkânsızın Şarkısı (Norvei no Mori)” (1987) olmuştur. 1995’te yayımlanan “Zemberekkuşu'nun Güncesi” kitabı ile de ertesi yıl “Yomiuri Edebiyat Ödülü”nü de kazanmıştır. 1999′da aşk, cinsel arzu ve bunların kaybedilmesi temalarını işleyen Sputnik Sweetheart’ı, 2002′de ise Kafka on the Shore’u yazdı. 2006′da Çek Cumhuriyeti tarafından verilen “Franz Kafka Ödülü”ne layık görüldü. 2006 yılında Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülünü aldığında Murakami’de adaylar arasında idi.
Murakami’yi diğer Japon yazarlarından farklı kılan şey onun Amerikan Edebiyatına olan ilgisi ve bunun eserlerindeki yansımalarıdır. Modern Japon Edebiyatı yazarları genel olarak kendilerine Avrupa Edebiyatını örnek olarak seçerken, Murakami kendini çağdaşı olan Amerikalı yazarlara daha yakın hissetmiştir. Murakami’nin kahramanları geleneksel Japon romanlarındaki kahramanlardan farklıdır. Onlar bağımsız, hayal kurmayı seven, zeki ama içine kapanık, popüler kültürle haşır neşir, yaşadıkları toplumdan ayrı durma eğiliminde olan ve aile, sadakat ve güçlü bir çalışma ahlakı gibi geleneksel Japon değerlerini benimsemeyen kişilerdir ve bu anlamda Murakami ile benzerlikler taşımaktadırlar. Kahramanları çoğunlukla Beatles ve caz dinleyen, gitar çalan gençlerdir.
Romanlarında sürekli bir melodiyi aradığını söyleyen Murakami’nin kitaplarının isimlerine bakınca müziğin Murakami için önemi anlaşılır.  “Norwegian Wood” (İmkânsızın Şarkısı) Beatles’in bir şarkısı, 'The Wind-up Bird Chronicle” (Zemberekkuşu'nun Güncesi) Rossini'nin bir opera uvertürü, “Bird as Prophet” Robert Schuman’ın bir eseri, “The Bird-Catcher” Mozart’ın Sihirli Flüt operasındaki bir karakter, “Dance, Dance, Dance” The Dells’in bir şarkısı, “South of the Border, West of the Sun” Nat King Cole’un muhteşem şarkısı “West of the Sun”.
Roman yazmadığı zamanlarda da çeviri yapmakla uğraşır. En sevdiği kitaplar arasında olup romanlarında da sıklıkla bahsi geçen “The Catcher in the Rye” ve “The Great Gatsby”nin de içinde olduğu onlarca kitabı Japoncaya çevirmiştir.
Murakami için hazırlanmış bir internet sitesi mevcuttur. Orada kendisi ile ilgili bilgileri bulabilirsiniz:  http://www.harukimurakami.com/

5 Şubat 2011 Cumartesi

Haftanın Filmleri

Bu hafta üç filme gittim. İlki ,“Tron Efsanesi (Tron Legacy)”. Joseph Kosinski’nin yönettiği Jeff Bridges’ın başrolünü oynadığı film 1982 de vizyona giren bir bilgisayar programına hapsolmuş olan adamın hikâyesini anlatan “Tron” filminin devamı olarak çekilmiş. İlk filmi seyretmemiş olmama rağmen konuya çok güzel giriyor film, bu yüzden kopukluk yaşamadım. Kevin Flynn oğlu 5-6 yaşlarında iken kendi yarattığı bilgisayar oyununa hapsolmuştur. Artık 27 yaşında ve teknoloji meraklısı olan oğlu Sam babasının kayboluşunu araştırınca kendini babasının 20 yıldır yaşadığı Tron’un dijital dünyasında bulur. Baba ile oğlun birbirlerini yeniden keşfetmeleri ve Tron’dan kurtulma çabalarını anlatıyor film.  3 boyutlu olarak izlediğim bu film her gün gelişen teknolojinin bizi nerelere götüreceği konusunda düşündürüyor. Bu tip bilimkurgu filmlerden çıkınca filmi yaratanların hayal gücüne bir kez daha hayran oluyorum, yaratılan yepyeni dünyayı değil, kıyafetleri bile düşünemezdim ben.
İkinci film, “21 Gram” ve “Babil” filmlerini çok severek seyrettiğim Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inarritu’nun yönettiği “Biutiful”. Başrolü oynayan “Javier Bardem” bu rolüyle Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü almıştı, şimdi de Oscar’a aday. Film, isterik karısından ayrı, iki çocuğu ile yaşayan, para kazanabilmek için pis işlere bulaşan, aynı zamanda kanserle mücadele eden Uxbal’ın ve benim hayran olduğum görkemli Barcelona’nın arka sokaklarında yaşayan göçmenlerin sefalet içerisindeki yaşam mücadelelerinin hikâyesi. Filmin adı sizi aldatmasın, film tam bir dram hatta sonunda bu dünya bu kadar mı kötü, arada hiç mi iyi bir şeyler olmaz diye isyan ediyorsunuz.
Üçüncü film ise, yönetmen James Cameron’dan Avatar’dan sonra yine bir üç boyutlu film, “Sanctum”. Güney Pasifik’te Esa-ala mağarasında araştırma yapan grubun tropik fırtına sonrasında yükselen sularla mücadelesi ve mağaradan kaçmaya çalışmaları anlatılıyor.  Karanlık, dar geçitlerdeki ve sualtındaki ölüm kalım mücadelesinin verildiği doğa ile insan arasında geçen bir gerilim filmi.
Avatar’dan aldığım hazzı bu hafta seyrettiğim üç boyutlu iki filmde de bulamadım. Ne kadar iç karartıcı olsa da Javier Bardem’in muhteşem oynadığı, iç acıtan çarpıcı sahnelerin çok olduğu  “Biutiful”u yine de tavsiye ederim.