25 Kasım 2019 Pazartesi

Benim Hikayem






                                               Yazar: Michelle Obama
                                               Özgün Adı: Becoming
                                               Yayınevi: Mundi Kitap
                                               Çeviren: Pınar Kür
                                               Çeviriye temel alınan baskı: Crown Publishinp, 2018 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Nisan 2019


ABD’nin eski first lady’sinin samimi, etkili ve ilham veren hikâyesi…
Michelle Robinson küçük bir kızken, abisi Craig’le aynı odayı paylaştığı evden, kovalamaca oynadığı parktan, ebeveynleri Fraser ve Marian Robinson tarafından sözünü esirgemeyen ve korkusuz biri olarak yetiştirildiği Chicago’nun Güney Yakası’ndan ibaret bir dünyası vardı. Ama çok geçmeden hayat onu ilerilere taşıdı; ortamdaki tek siyah kadın olmanın nasıl bir his olduğunu ilk kez öğrendiği Princeton Üniversitesi’nin koridorlarından, güçlü bir şirket avukatı olarak çalıştığı camdan iş kulesine... Sonra bir yaz sabahı Barack Obama adlı bir hukuk fakültesi öğrencisi karşısına çıktı ve özenle oluşturulmuş bütün planlarını altüst etti.
Michelle Obama bu kitapta, eşinin hızlı siyasi kariyeriyle işi ve ailesi arasındaki dengeyi kurmaya çabaladığı evliliğinin ilk yıllarını anlatıyor. Bizi kocasının başkan adayı olma kararının arkasındaki mahrem tartışmaya ve ardından kampanya sırasında popüler ama çok da eleştirilen bir figür olarak oynadığı role dahil ediyor. Ailesinin uluslararası spotlar altında gerçekleşen ve tarih değiştiren yükselişini, Beyaz Saray’da geçirdikleri sekiz önemli yıl boyunca o ülkesini, ülkesi de onu tanırken, perde arkasında yaşadıkları capcanlı hikâyeyi zarif, esprili ve alışılmadık bir açık yüreklilikle dile getiriyor.
Benim Hikâyem bizi Iowa’nın mütevazı mutfaklarından Buckingham Sarayı’ndaki balo salonlarına, yürek donduran bir yastan, zorluklar karşısındaki müthiş dirence doğru götürüyor; özüne uygun yaşamak için çabalayan, tüm gücünü ve sesini yüksek ideallere öncülük etmek için kullanan bu çığır açıcı, benzersiz, tarihî figürün ruhunun derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Michelle Obama kendi hikâyesini dürüstlük ve cesaretle anlatırken okuruna da şu önemli soruyu sorduruyor: Ben kimim ve kim olmak istiyorum? (Tanıtım Bülteninden)

Yorumlarımız:

Güçlü bir anne, güçlü bir irade, başarı ve yükselen bir mücadele.

Çok yakın bir tarih olduğu için ilgimizi daha fazla çekiyor. Dünya devi bir ülkede başkan eşi olmak, üstelik ilk defa siyahi bir bay ve bayan. Michelle Obamanın ilham veren hikayesi.

İmkanları kısıtlı, bağları kuvvetli bir aileden Princeton Üniversitesinin tek siyahi öğrencisi oldu. Camdan iş kullelerinde  güclü bir şirket avukatı olarak çalıştı. Hırslı ve başarılıydı. Kader onu bir yaz sabahı hukuk stajyeri Barak Obama ile karşılaştırdı ve hayatının akışı değişti.

Hikayesinin ikinci bölümünde; evliliği ve ardından beyaz sarayda geçen zamanı samimi bir dille kaleme alıyor. Tüm güzellikler, fedakarlıkları, yanılmaları ve eşiyle paylaşarak geçen günlerini. Çocuklarını yetistirmede ki özenini, annesinin fedakarlıklarını ve daha birçok çalısmalarını samimice dile getiriyor. Ve sonrasını....

Herkesin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Tercümesi güzel, okunması keyifli bir kitap.   ZELIHA






Michelle Obama



Michelle LaVaughn Robinson Obama 17 Ocak 1964 de Chicago'nun güney kısmında doğdu.
İlköğrenimini üstün zekalılar okulunda tamamladı ve Princeton Üniversitesi'nden ve Harvard Hukuk Okulu'ndan mezun oldu. Eğitiminin ardından Chicago'ya dönerek Amerika'nın bilinen bir hukuk firmasında, Chicago Üniversitesi'nde ve Chicago Üniversitesi Hastanesi'nde çalışmaya başladı. Barack Obama ile Chicago'da hukuk firmasında çalışırken tanışmış ve 1992 senesinde evlenmiştir. 2 kız çocukları vardır.

Alman Subayın Evi



                                   Yazar: Liz Behmoaras     
                                   Yayınevi: Doğan Kitap
                                   Kapak Tasarım: Geray Gencer
                                   Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Kasım 2017



Birde doğdum, ikide büyüdüm, üçte âşık oldum…
Sonra…
Sonrası mutlu bir evlilik olarak da devam edebilirdi… Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarında mutluluk herkese çok uzak bir duyguydu… Yanmış yıkılmış kentlerin, açlığın sefaletin hüküm sürdüğü yıllarda…
O günlerden kalma bir aşk hikâyesi yankısını Alman Subayın Evi olarak bilinen Büyükada'daki metruk bir evde bulacaktı…
Leman, Elsa ve Despina… Aynı okulda okumuş, aynı duyguları paylaşmışlardı; peki onların arkadaşlıkları da, aşkları da diğer pek çok şey gibi savaşın getirdiği yıkıma mı kurban gidecekti?...
Alman Subayın Evi, yarım kalan bir aşkın, ama aynı zamanda bir dostluğun, imkânsız bir paylaşımın, anlaşılamamanın ve yıllarca ödenen bir kefaretin hikâyesi…( Arka Kapak)

10 Kasım 2019 Pazar

Liz Behmoaras





1950 yılında İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nden mezun oldu.

Yazı dünyasına öncelikle gazetecilikle adım attı. 1986-96 yılları arasında Şalom gazetesinin kültür servisinde editör olarak çalıştı. Bu sırada Nokta dergisi, Yeni Yüzyıl ve Cumhuriyet gazetesi ayrıca Liberation, L’Arche ve Tribune Juive adlı Fransız gazetelerinde yazılar yazdı. AFA yayınlarında danışmanlık ve çevirmenlik yaparak pek çok çeviriye imza attı. Ardından Biyografik çalışmalara yöneldi.

Başlıca eserleri arasında, “Türkiye’de Aydınların Gözüyle Yahudiler”“Yüzyıl Sonu Tanıklıkları” röportaj derlemeleri, “Kimsin Jak Samanon?”, “Mazhar Osman Kapalı Kutudaki fırtına”“Suat Derviş Efsane bir kadın ve dönemi”“Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi” biyografileri, “Sevmenin Zamanı”, “Sen Bir Başka Gittin” başlıklı romanları sayabiliriz.
Ayrıca Fransa’da yayınlanan, Une Enfance Juive en Méditerranée musulmane ve Femmes Ottomane et Dames Turques  kollektif eserlere katkıda bulundu. Eserlerinden Suat Derviş biyografisi, Bulgarca ve Arapça ’ya çevrildi. Son romanı “Alman Subay’ın Evi” Suat Derviş biyografisinin yeni ve zenginleştirilmiş baskısıyla birlikte yakın zamanda yayınlandı. Yazarın seçtiği biyografi kahramanları genellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde yaşamış olan ve bu geçiş döneminin çelişkilerini yansıtan kişilerdir. Röportaj derlemeleri ve romanları ise kimlik sorunsallığını sorgulamayı amaçlar.


11 Ekim 2019 Cuma

2018 ve 2019 Nobel Edebiyat Ödülleri



İsveç Akademisinden yapılan açıklamada, geçen yıl Akademi'yi sarsan cinsel taciz skandalının ardından duyurusu ertelenen 2018 Nobel Edebiyat Ödülü'nün Polonyalı yazar Olga Tokarczuk'a, 2019 yılı ödülünün ise Avusturyalı yazar Peter Handke'ye verildiğini duyurdu.
Açıklamada, Polonyalı romancı Tokarczuk'un, "sınırlar arası geçişleri bir yaşam biçimi olarak ansiklopedik bir tutkuyla temsil eden anlatısal hayal gücü" nedeniyle ödüle layık görüldüğü belirtildi.

1962 yılında Polonya'nın Sulechov kentinde doğan Tokarczuk, edebiyat kariyerine başlamadan önce Varşova Üniversitesinde psikoloji okudu ve ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung üzerine çalışmalar yaptı. İlk romanı "Podroz ludzi ksiegi"yi (Kitap İnsanlarının Yolculuğu) 1993 yılında yayımlayan yazar, romanlarında doğa ile kültür, akıl ile delilik, erillik ve dişilik, yurt ve yabancılık gibi karşıtlıklar ile bunlar arasındaki geçişkenlikleri ele aldı.

Tokarczuk, Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan 15. kadın yazar oldu.
Akademi, bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü'nün ise Avusturyalı yazar Peter Handke'ye verildiğini duyurdu. Handke'nin "insan deneyiminin özgünlüğünü ve sınırlarını dilbilimsel ustalıkla araştıran etkili yapıtları" nedeniyle ödüle layık görüldüğü kaydedildi.
1942 yılında Avusturya'nın güneyinde bir köyde dünyaya gelen Handke, ilk romanı "Die Hornissen"i (Yaban Arıları) 1966 yılında yayımladı. 50 yılı aşan edebiyat kariyerinde farklı roman, oyun ve senaryo türünde eserler veren Handke II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatının en önemli figürlerinden biri haline geldi.


1901'den bu yana 112 kez Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Toplam 116 kişiye layık görülen ödüllerden dördü, ikişer yazar arasında paylaştırıldı.

Nobel Edebiyat Ödülü'ne şimdiye kadar 15 kadın yazar layık görüldü.

Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan en genç yazar Rudyard Kipling oldu. İngiliz yazar Kipling, 1907'de ödülü aldığında 42 yaşındaydı.

Nobel Edebiyat Ödülü verilen en yaşlı yazar ise 2007'de 88 yaşındayken ödüle layık görülen Doris Lessing oldu.

Nobel Edebiyat Ödülü şimdiye kadar 29 kez İngilizce, 14 kez Fransızca, 14 kez Almanca ve 11 kez de İspanyol dilinde yazan ustalara verildi. Bu dilleri 7 ödülle İsveççe, altışar ödülle İtalyanca ve Rusça, 5 ödülle Lehçe, üçer ödülle de Norveççe ve Danca izledi. Yunanca, Japonca ve Çince yazan yazarlar ikişer kez ödüle layık görüldü. Arapça, Bengalce, Çekçe, Fince, İbranice, Macarca, İzlandaca, Oksitanca, Portekizce, Sırpça-Hırvatça, Yiddiş ve Türkçe yazan yazarlar ise birer kez ödül kazandı.

2006'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Orhan Pamuk, Nobel alan ilk Türk yazar olmuştu.

25 Haziran 2019 Salı

Moskova'da Bir Beyefendi




                                               Yazar: Amor Towles
                                               Orijinal Adı: A Gentleman in Moscow
                                               Orijinal Dili: İngilizce
                                                İlk Baskı: 2016
                                               Yayınevi: Hep Kitap
                                               Çeviren: Mehmet Gürsel                                              
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2018 – 1. Baskı

1922 yılında Kont Aleksandr İlyiç Rostov Bolşevik mahkemesi tarafından yargılanarak suçlu bulunur ve Moskova’daki lüks bir otelde ömür boyu göz hapsinde tutulmasına karar verilir. Hayatı boyunca hiç çalışmamış, sadece edebiyat ve sanatla ilgilenmiş bir aristokrat olan Rostov şimdi bir otel odasında yaşamak ve Sovyetler Birliği’nin en çalkantılı yıllarını pencereden izlemek zorundadır. Ancak hiç ummadığı bir şekilde bu daracık oda ona çok daha zengin bir dünyanın ve çok daha doyurucu ilişkilerin kapısını açacaktır. 
New York Times’ın çok satanlar listesinden uzun süre inmeyen Moskova’da bir Beyefendi mizahi dili, sağlam karakterleriyle yazın dünyasına yepyeni bir soluk getirecek.

Yorumlarımız:

Moskova’da Bir Beyefendi, Amor Towles tarafından yazılmış ve New York Best Seller olmuş bir kitap ve bence bu sene okuduğumuz kitaplar arasında en etkileyici bulduklarımdan biri. Kitap her ne kadar 550 sayfa olsa da hem konusu hem de yazılış üslubundan dolayı okunması kolay bir kitap. Kitabın konu özetini burada vermek doğru olmayacağı gibi içinde incelikle ele alınmış nüansları kaçırmamak adına şu kadarını söylemekle yetiniyorum; Roman bir Rus asilzadesinin 1922'de Metropol adlı Moskovanın en görkemli oteline göz hapsine mahkum edilişinden bu otelde 1954 yılına kadar geçirilen süreci ve bu süreçte Rusya da yaşanan politik değişimin yansımalarını, her sınıf insanın üstündeki etkilerini, yabancı misyonerlerin bakış açıları ve faaliyetlerini, ideolojik olarak birbirine zıt iki sistemin- batı kapitalizmin ve komünizmin son derece tarafsız tartışılması diyebilirim. Öte yandan yazarın sadece karakterleri üzerinden görüşlerinin ortaya koyuşu ve herhangi bir yargıdan özellikle kaçınması gibi unsurlar, diğer yandan hayatın devam eden akışı içinde kurulan dostluklar, aşklar, ilişkiler kitaba hem akıcılık hem de olaylara tarafsız bir bakış açısı getirmekte. Kitap bu özellikleriyle hem bir roman, hem de döneme ışık tutan bir niteliğe sahip, bizleri hem felsefi, hem tarihsel, hem de psikolojik açıdan düşünmeye teşvik ediyor. Kitabın okunmasının herkese hem keyif vereceği, hem de bilgi dağarcığına katma değer sağlayacağı inancındayım. DEMET  

Amor Towles




1964 yılında Boston’da doğan Amor Towles, Yale Üniversitesinden mezun olduktan sonra Stanford Üniversitesinde yüksek lisans yaptı.
1989 yılında Paris Review Dergisinde, “The Temptations of Pleasure” isimli bir kısa hikayesi yayınlandı. 20 yıl Manhattan’da Finans sektöründe çalıştıktan sonra işini bırakıp tüm zamanını roman yazmaya verdi. İlk romanı “Rules of Civility - Beklediğim Sendin” 2011 yılında yayınlandı. Yazarın 2016 yılında basılan ikinci romanı “ A Gentleman in Moscow - Moskova’da Bir Beyefendi” uzun süre New York Times’ın çok satanlar listesinde kaldı. Towles Manhattan’da eşi ve iki çocuğuyla yaşıyor.



19 Mayıs 2019 Pazar

Beyaz Gemi




                                               Yazar: Cengiz Aytmatov
                                               Yayınevi: Ötüken Neşriyat
                                               Çeviren: Refik Özdek
                                               İlk baskı: 1991 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2018 – 71. Baskı

 Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu meydana çıkarılır. Aytmatov’un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.

Yorumlarımız:

Romanın ana karakteri, anne – babası terk ettikten sonra dedesinin masalları ile büyümüş sekiz yaşında bir çocuk. Romanın geçtiği yer ise Kırgızistan’ın Isık Göl’ünü çevreleyen dağlardaki orman bekçilerinin yaşadığı altı kişilik bir yerleşke. Dedesi, dedesinin ikinci eşi, Bekey halası ve onun eşi Orozkul ve Seydahmet ile karısı Gülcemal.
Dedesi dışında kimseden fazla ilgi görmüyor. Dedesinin ikinci eşi onunla hiç ilgilenmiyor ve devamlı kızıyor. Bekey hala ve Orozkul ise kendi çocukları olmadığı için onu sevmiyorlar. Bazen Gülcemal onunla oynuyor. Seydahmet ise aklı havalarda tembel biri.
Kızının çocuğunu terk etmesine çok üzülen Mümin dede ise çocuk için herşeyi yapmaya çalışıyor. Çok iyi niyetli ama çok pasif bir insan. Herkesi memnun etmeye çalışırken çok eziliyor.
Etrafındaki tüm mutsuz insanlara inat hayal dünyasında yaşayan, doğaya ve hayvanlara aşık mutlu bir çocuk. Tek özlemi babası ve annesi. Onu da kendi hayal dünyasında balık olup onlara kavuşacağı günü yaşayarak çözüyor. Hayalleri, çantası, dürbünü ve dedesinin takmadığı bekçi şapkası onun herşeyi..
Büyüklerin etrafında çevirdiği entrikalara, zorbalıklara, çıkar ilişkilerine yaklaşım tarzı onun çocuksu masumluğu, saflığı ve temizliğini daha çok ortaya çıkarıyor.
İyilik, kötülük, adalet, merhamet, doğa sevgisi, efsaneler, hayaller, gerçekler, mutsuzluklar, şehir özlemi, çocuk özlemi... rahat okunan bu kısacık romanda yazar çocuğun hayallerinden yola çıkarak yetişkinlere yönelik eleştirilerini sıralıyor.
Kitap kulübünde tartıştığımızda arkadaşlarım okurken kişilerin mutsuzluğundan dolayı romanı okurken kendilerini kötü hissetmişler ama ben çocuğun hayallerine, özlemlerine ve o küçücük yerde kendini oyalamasına hayran kaldım.
İnternet'te yorumlara bakınca aslında romanın bir semboller harikası olduğunu öğrendim. Ama ben edebiyatçı olmadığımdan bu yönünü hiç anlamadım. Yine de çoğunluğun aksine romanı sevdim ve bir Kırgız yazar tanıdığım için memnunum. NURİZER

Kırgızistan'ın yüksek dağları ortasında Isık gölü. Elinde dürbünüyle göle bakan 8 yaşında bir çocuk, hayallerini arıyor. Karşıdan geçeceğini umduğu beyaz gemiyi görmeyi, balık olup yüzerek ona ulaşmayı hayal ediyor. Çünkü o annesinden, babasından uzakta ve tek seveni dedesi, yalnız büyümeye mahkum bir çocuk. Gemide çalışan babaya ulaşma heyecanında. 
Dedenin aldığı  bir çanta, çocuğa ışık oluyor, okula gidecek, hayallerini gerçekleştirecek. Ama sorunlar sorunlar!
Evde üvey babaanne sevgisiz, çocuğu olmamış kocası tarafından horlanan hala,  küçük bir yerleşke de yaşıyorlar. Tek umut okul.

Güzel bir tercüme, anlaşılabilir bir dil, yazarın başarılı kurgusu keyifle ama duygusal olarak içimizi burkarak okuduğum bir roman. Dede geçmişi,  torun geleceği simgeliyor. Dedenin anlattığı ala geyik hikayesi çocuğun yetişmesinde, kişiliğinin gelişmesinde  önemli bir rol oynuyor. Tavsiye ederim, okuyun hikayenin tamamı için, birde siz yorumlayın. ZELİHA

26 Nisan 2019 Cuma

Cengiz Aytmatov




12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan'daki Tanrı dağlarının eteklerindeki Talas vadisindeki Şeker köyünde doğdu. Babası Torekul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan'ında seçkin devlet adamı idi, ancak 1937'de tutuklandı ve 1938'de kurşuna dizildi. Tatar kızı olan annesi Nagima Hamziyevna Abdulvaliyeva öğretmendi.

Ailenin dört çocuğundan ilki olan Cengiz Aytmatov’un gençliği sıkıntılı bir döneme denk gelmişti. O dönemde zaten yeni yerleşmeye başlayan siyasî sistemle, bir de savaşla mücadele etmek zorundaydı. Çok genç yaşta çalışmaya başladı; çünkü II. Dünya Savaşı'nın SSCB üzerindeki etkileri gençleri de etkiliyordu, yetişkinler savaşta olduklarından, gençlere büyük iş düşüyordu. On dört yaşında köyündeki sekreterliğe girdi. Burada tarım makinelerinin sayımı, vergi tahsildarlığı gibi işlerde çalıştı. 

Köyünden, Kazakistan'a giderek Cambul Veterinerlik Teknik Okulu'nda okudu. Daha sonra şimdiki Kırgızistan'ın başkenti olan Bişkek'e giderek burada Frunze Tarım Enstitüsü'nde öğrenimine devam etti. Bu dönemde Kırgızca yazdığı kısa öyküleri çeşitli süreli yayınlarda yayımlandı. Ardından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü'ne geçti ve 1956 ile 1958 yılları arasında Moskova'da okudu. 
Yazmaya bu yıllarda Pravda gazetesinde başladı. Yazdığı eserleriyle üne kavuştu ve 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği'ne üye kabul edildi.
1958’de ona uluslararası ün getiren Cemile adlı eseri Rusça’ya çevrildi. Cemile, II. Dünya Savaşı yıllarında geçen bir aşk öyküsüdür.
1963 yılında yazdığı Toprak Ana, savaşın getirdiği sorunları inceleyerek dönemin toplum yaşamına ışık tutmaktadır. Aynı yıl “Lenin Ödülü”nü aldı.
1966'dan sonra eserlerini hep Rusça kaleme almıştır.
Cengiz Aytmatov’un en değerli eserlerinden biri olan Beyaz Gemi ise geçmiş-gelecek sembolleri olarak değerlendirilen bir dede ve torunu arasındaki ilişkiyi okuyuculara sunar.
1980 yılında yayımlanan Gün Olur Asra Bedel kitabı ise toplumsal realizm, bir miktar distopya ve bilim-kurgu türlerinin etkileyici bir biçimde harmanlanmasıyla dikkat çekmektedir.
Büyük Yazar, Sovyet ideolojisine bağlı olmasına rağmen, eserlerinde ülkesinin karanlık yanlarını gün yüzüne çıkarmaktan geri kalmadı. Perestroyka  Dönemi’nde yazdığı, büyük ilgi gören 1988 tarihli Dişi Kurdun Rüyaları romanında bahsettiği uyuşturucu kaçakçılığı ve narkotik suçlar buna bir örnektir. Dişi Kurdun Rüyaları” ve “Elveda Gülsarı” romanlarında, yalnız insanların değil, hayvanların da psikolojisini başarıyla anlatmıştır. Romanlarında kurt ve at gibi hayvanlara da yer vermiş, onlara insani özellikler atfetmiş ve bunda da başarılı olmuş dünyadaki sayılı yazarlardan biridir.
Yazar, çocukluğunda halk geleneklerini ve göçebe bir kavim olmanın ne anlama geldiğini biliyordu. Sözlü edebiyatı çok seviyor ve halk masallarını dinliyordu; fakat Aytmatov’un hayatındaki dönüm noktası annesi sayesinde Rus Edebiyatı ile tanışmasıyla gerçekleşti.
“Büyülü sosyalist-gerçekçi” olarak tanımlanan Aytmatov eserleri, Kırgız geleneklerini, destan ve masallarını Rus realizm tekniğiyle harmanlamıştır.
2007 yılında “Altın Yürek Edebiyat Ödülü”nü almıştır.
1990-1994 yıllarında Sovyetler Birliğini ve Rusya'yı, sonra ise 2008 yılına kadar Kırgızistan Cumhuriyetini büyükelçi olarak temsil etti. Ayrıca Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkelerinin Kırgız delegeliğini üstlenmiştir.
Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için gittiği Rusya'nın Tataristan Cumhuriyeti'nin başkenti Kazan'da 16 Mayıs 2008 rahatsızlandı ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya'ya getirildi. Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord'da tedavi gören Cengiz Aytmatov, komaya girdi.10 Haziran 2008 tarihinde Nürnberg'de hayatını yitirdi.


8 Nisan 2019 Pazartesi

Tutkunun Romanı



                                               Yazar: Zeynep Oral
                                               Yayınevi: Alfa Yayınları
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2019



Sanat konu olunca asıl mesele “insan”dır. Sevmek, düşünmek ve anlamak... “Anlamak” ve “anladığını paylaşmak” ise uzman işidir. Yazılarında olduğu gibi Leyla Gencer’i anlattığı Tutkunun Romanı’nda da “insan”ı asla unutmuyor Zeynep Oral. –Fazıl Say

Bir Diva, kendisine layık bir biçimde, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. -Emre Kongar - 

Zeynep Oral hep güzel işler yaptı, güzel kitaplar yazdı. Tutkunun Romanı bu yapıtları taçlandıran bir çalışma. - Zülfü Livaneli –
Biz Türkler, bu büyük sanatçıyı Zeynep Oral’ın Tutkunun Romanı adlı kitabıyla tanıdık.
- Evin İlyasoğlu - 
Leyla Gencer’in yaşamını, müzik dünyasındaki önemini anlatan Tutkunun Romanı Türkiye’de tanınmasını, hatırlanmasını sağladı... Zeynep Oral hepimiz adına Gencer’e Türkiye’nin borcunu ödedi. - Doğan Hızlan – (Arka Kapak)


Yorumlarımız:

Zeynep Oral’in yazdığı Leyla Gencer’in biyografik romanını zevkle okudum. Kitap yaşamında sadece müzik olan, diğer herşeyi bir kenara koyabilen gerçek tutkusunun peşinde sonuna kadar koşan bir insanla karşılaştım. Her ne kadar Leyla Gencer ismini ve başarıları bir nebze bilsem de bu kitap bana onu çok daha yakından tanıttı. Leyla Gencer’in stüdyoya girmemiş ve plak doldurmamış olması tabii ki bundan önemli bir etken. Ancak La Scala’da Diva mertebesine erişmiş bir opera sanatçısının kendi memleketinde çok uzun süre layık olduğu yerde konumlandırılmaması ve tanıtılmaması bana ülkemizde gerçek değerlerin ne kadar baltalandığı ve kısır döngüler içinde yok edilmeye çalışıldığını  bir kez daha hatırlattı. Ve maalesef popüler kültürün son derece avam ve bir sene sonra bile hatırlanmayacak,  unutulacak gerek müzik gerek diğer sanat kollarında olsun, farklı nedenlerle nasıl ön plana çıkartıldığı konusunda düşünmeme neden oldu. Leyla Gencer hayatını bıçak sırtında yaşamayı tercih etmiş, Maria Callas’la aynı dönemde rekabet etmiş, başa baş bir mücadele sonucu tüm opera dünyasında tanınan ve alkışlanan bir diva olmuş bir sanatçı. Bunun bedeli bir çok insan için sanırım kabul edilmeyecek kadar yüksek; evli ve kocasını sevmekte ancak ayrı hayatlara mahkum, çocuk yapmak gibi bir düşünceye hayatında yer yok çünkü yaşam tarzı buna elverişli değil, özetle her şeyiyle bir adanmışlık söz konusu- işte bu sadece yetenek değil, aynı zamanda azim ve çalışmanın sonucu varılan bir nokta. Adını şimdi hatırlamadığım bir dahiye deha nedir diye sorulduğunda “çok çalışma ve azıcık birşeyler daha” diye cevap vermiş, Leyla Gencer’in hayatını okurken bunu düşünmeden edemedim. DEMET

Bu ay Zeynep Oral’ın ilk baskısı 1992 yılında gerçekleşen Leyla Gencer, Tutkunun Romanı adlı biyografik kitabını okuduk. 20. yüzyılın en önemli ve Türkiye’nin ilk ve tek uluslararası
Opera sanatçısı Leyla Gencer’in yaşamını, özellikle müzik yolculuğunu anlatmak için Zeynep Oral çok emek vermiş. Belli ki gazetecilik mesleğinden gelmiş olması, ayrıca genel olarak sanata özellikle de müziğe merakı bu çalışmada gerek bilgilerin toparlanması, gerek berrak bir şekilde yazıya dökülmesinde yardımcı olmuş. Leyla Gencer gibi müthiş bir sanatçımızın yurt içinde tanınmasında gözardı edilmeyecek  bir katkısı olduğu için Zeynep Oral’a teşekkür  borcumuz var. Ellerine, yüreğine sağlık.
Kitabı okuyunca Leyla Gencer’in müziğe olan inanılmaz tutkusunu, azmini, cesaretini, bitip tükenmeyen enerjisini, çalışkanlığını, zekasını, araştırma yeteneğini görüyoruz. Kader, kısmetle elde edilemeyecek olağanüstü bir başarı hikayesini hayranlıkla soluk soluğa okutuyor kitap bize. 70 in üzerindeki opera icrasında artistik yeteneklerinin ne kadar üstün olduğunu Zeynep Oral bize ‘tüm sesi yüzündeydi’ diye muhteşem bir ifadeyle açıklıyor. Bu operalardan 34 tanesinin neredeyse onlarca yıl hiç icra edilmemesine rağmen büyük bir cesaretle araştırıp, notaları çalışıp gün yüzüne çıkarıp icra etmesi  Leyla Gencer’in tartışmasız en büyük başarısı. Teknik ses yeteneklerinin üstünlüğünü yazmak haddimi aşar. Ancak, yazar bu kitapta, bir ses virtüözü olarak Leyla Gencer başarılara koşarken,  onun insan olarak tüm artı ve eksilerini objektif ve samimi bir biçimde ortaya koyduğu için bence bu kitap daha da değer kazanıyor. Leyla Gencer’i anlatan şu cümleyle yazımı bitiriyorum ve herkese özellikle de gençlere bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum: ‘yeryüzünün tüm mutluluğu o sesteydi…’ İnsanın profesyonel olarak çalıştığı işinde böyle inanılmaz bir mutluluğu bulması ne büyük bir şans. Yalnız unutmayalım: Bu şansı Leyla Gencer tırnakları ile söke söke aldı. Kader ve kısmetle değil…LEYLA


Zeynep Oral



İstanbul’da doğdu. İzmir Amerikan Kız Koleji ve Paris Yüksek Gazetecilik Okulunu bitirdi. Sorbonne Üniversitesinde tiyatro eğitimi aldı. Tiyatro eleştirmeni, gazeteci, köşe yazarı, yazıişleri müdürü olarak çalıştı. 1972’de kurucular arasında bulunduğu Milliyet Sanat dergisini 30 yıl kadar yönetti.
Adsız Oyun isimli eseri 1974’te Şehir Tiyatrolarında sahnelendi.Sanat ve kültür, kadın hakları ve insan hakları konularında yazılarıyla sayısız ödül kazandı. 1985’te yayımlanan, o gün bugün güncellediği Kadın Olmak kitabı, bu ülkede birçok genç insanın, kadın sorunlarına yönelmesine, genç kuşak feministlerin yetişmesine yol açtı. Yayınlanmış Katmandu’dan Meksika’ya, Uzakdoğu’m, Bu Cennet bu Cehennem gibi gezi kitapları, Meslek Yarası isimli anı kitabı, Yaz Düşüm Yaz ve Bir Ses isimli öykü kitapları vardır.
 Türkiye Tiyatro Eleştirmenleri Birliği, Nâzım Hikmet Vakfı, KA-DER, Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği, WINPEACE (Türkiye-Yunanistan Kadın Barış Girişimi) gibi sivil toplum örgütlerinin kurucularındandır.
Halen PEN Yazarlar Derneği Türkiye Başkanıdır ve Cumhuriyet gazetesi yazarıdır.

1 Mart 2019 Cuma

Bir At Bara Girmiş





                                               Yazar: David Grossman
                                               Özgün Adı: Sus Echad Nichnas Le-Bar
                                               Yayınevi: Siren Yayınları
                                               Çeviren: Aylin Ülçer
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2018


Yarım kalan öyküler, söylenmeyen sözler, beklenmedik darbeler... Kitapları otuzu aşkın dilde okunan büyük yazar David Grossman, ustaca kurguladığı bu çarpıcı metinde son sayfasına değin soluk kesen bir öykü anlatıyor ve okurunu, sahnesinde tuhaf bir adamın, Dovaleh G.’nin dikildiği komedi kulübünün kapılarından içeriye sokuyor. Dovaleh G., parlak spotların altında, onu meraklı gözlerle izleyen seyircinin karşısında hayatını temize çekiyor ve adeta bir psikiyatrın koltuğunda uzanmışçasına geçmişin loş dehlizlerine dalıyor. Ters köşelerle dolu bir gösteri bu; sahnedeki adam kendi hikâyesini anlatıyor ve bu hikâyede espriler, seyircinin suratında birer yumruk gibi, birer tokat gibi patlıyor.
Man Booker Uluslararası, Ödülü’ne layık görülen ve samimi, doğrudan anlatımıyla büyük övgü toplayan Bir At Bara Girmiş, herkesin derdinin kendine olduğu, her koyunun kendi bacağından asıldığı dünyada onca yalnızlığa rağmen görülmeye, duyulmaya, anımsanmaya duyulan ihtiyacın ve kahkaha ile gözyaşları arasındaki bir arpa boyu mesafenin romanı.
Soru su: Var olmak, bütün olmak için yeterli mi?


Yorumlarımız:

Amerikalı yazar David Grossman’ın 2017 de  Man Booker Uluslararası edebiyat ödülünü almış ‘Bir At Bara Girmiş’ adlı romanı şöyle biter: Var olmak bütün olmak için yeterli mi? Benim cevabım şu: yetersiz. Ancak insan, hayatında parçalanıp, darmadağan olmasına neden olacak nice çalkantılar geçirse de salt var olması bile umutlu olması için yeterlidir. Var olmak için ise en iyisi anlatmak, yani paylaşmaktır. Bunun bir çok yolu var: sözcükler bunlardan bir tanesi, ancak belki de en kuvvetlisi…

Roman, İsrail’in küçük bir yerleşim yeri olan Netanya’da, 57 yaşındaki bir komedyenin , Dovaleh G.’nin , bir gecelik stand up boyunca, 57 yıllık hayat hikayesini ortaya döktüğü bir performans hakkında. Yazar bu çok yaratıcı fikri başarılı bir kurgu ile kaleme almış. Aslında bildiğimiz gibi stand uplarda eleştiriler sözle karikatürize edilir. Burada yazar, romanın kahramanına gösterisi sırasında hayatını anlattırmış, daha doğrusu itiraf ettirmiş hem de çocukluktan tanıdığı bir arkadaşı yani bir şahit önünde: anne-babasının holokost deneyiminden başlamak üzere bilhassa çocukluktaki sıkıntılı yaşamını, babasından ve çevresinden gördüğü zalimlikleri sahne performansı ile ortaya koydurmuş. Savaşa muhalif bir yazar olarak İsrail’i, kendi ülkesini de eleştirmiş. Ama bunları anlatırken roman kahramanı  hiç  duygu sömürüsü yapmamış; gerçekleri komedyen diliyle , espirilerle süsleyerek, vücut dilini kullanarak anlatmış. Kısacası yazar bu roman vasıtasıyla aslında şunları söylemiş: acılar gerçeklerdir, kaçamazsınız, hayalleri ise kovalarsınız. Geçmişi tanığıyla anlatmak daha gerçekci, ikna edici, doyurucu. Çekilen acılar zalimliği artırmasın, tam tersi vicdanları beslesin . Herşeye rağmen aile önemlidir. Umutsuzluk dipsiz kuyu, kötülükler hep var ancak umut hep ayakta kalsın. Var olmak için anlatın, paylaşın. Sonuna kadar da bunu savunmuş…

Aslında kitabı ilk okuyuşta sevemedim. Çünkü bir ırkın acı dolu yaşamı tüm platformlarda  çok konuşulduğu, bıkkınlık yarattığı için kitap bana cazip gelmedi. Ama yazarın hakkını teslim etmeliyim: fikir ve kurgulama çok başarılı. Tercüme de genel olarak sıkıntısız. Ben okuma listemin en başına koymam, ama kitabı okuduğum için de memnunum. LEYLA


David Grossman adlı yazar tarafından yazılan ‘Bir At Bara Girdi’ adlı kitap 2017 Man Booker Uluslararası Ödülüne layık bulunma nedeniyle okuduğumuz bir kitap.  Özetle bir stand up komedyenin Israel’de bir gece kulübünde insanları güldürmek amacıyla fıkralar anlatmasıyla başlayıp, kendi çocukluğunun travmalarını anlatır hale gelmesiyle sürüyor. Travmanın esas kısmı bir kibutz’a gönderilip ordan apar topar geri getirilmesi ve bu süreçte kendisinin bir cenazeye gitmekte olduğunu bilmesine rağmen kimin cenazesi olduğunun söylenmemesi ve 14 yaşında yaptığı bu yolculukta çocukluk anılarıyla yüzleşirken anne/ baba’nın geçmişlerinin irdelenmesi, çocukla (kendisi)  ilişkilerinin hatırlanması (ruya gibi tekrar canlandırılması) ve sonunda kendisi için en önemli kişinin yani annesinin ölümüyle yüzleşmesi, travması ve bunu belki ilk defa tanıdık/ tanımadık insanlarla paylaşması  anlatılmakta.  Şakalar içinde Yahudi adet veya politikalarına endirekt eleştiriler yerleştirilmiş olması, Yahudi Soykırımına atıfta bulunulması gibi öğeler ve sadece 215 sayfa olmasına rağmen kolay okunmamakta çünkü kişisel acıların ağırlığı okuyucunun ruhunu daraltmakta ve espiriler yavan kaçmakta. Özetle kitabı severek okumadım, bu nedenle tavsiye de etmiyorum. DEMET  

Kitabı okurken bende bardaki seyirciler gibi hissettim; Kitap bitse de kurtulsam.... Seyircilerin büyük çoğınluğu şov bitmeden gitti ama ben Kitap Kulübü için okuduğumdan yarım bırakamadım. 215 sayfalık bir kitabı hiç bu kadar sıkılarak okumamıştım.
Aslında ilginç bir kurgusu var kitabın, bir stand-up gösterisinde komedyen fıkralarını sıralarken, kendi hayat hikayesini anlatmaya başlar. Fakat olay boğucu bir travmaya dönüşür. Her insanın hayatında zor dönemler vardır. Belki bunları birilerine anlatarak, paylaşarak çözmek gerekir ama bunun yeri komedi sahnesi mi? Cumartesi gecesi oraya eğlenmeye gelmiş insanlar, üstelik çoğunun geçmişinde benzer acılar olan insanlar, sıkılıp gösteriyi terk eder. Aynı sıkıntıyı okuyucu da hissediyor. Yazarın yapmak istediği bu ise başarmış sayılır.
Ödüllü bir kitap olmasına rağmen tavsiye etmeyeceğim bir kitap oldu. NURİZER

Bir at bara girmiş, stand up sanatçısı Dovaleh'ın  gece barda yaptığı performansı ile başlayıp son buluyor. Bu her zaman ki performanslarından farklı kendinle hesaplaşma, geçmişe gidip gelmelerle , kendi çocukluğuna, hatta ebeveynlerinin çocukluğuna kadar giderek geçmişle yüzleşme seansına dönüyor. Öyle ki eğlenmeye gelen seyirci salonu terk ediyor, sadece sonunu merak eden bir azınlıkla geceyi bitiriyor.
Eğer kitabı sonuna kadar okumayı başardıysanız, salonu terketmeyen seyircilerden birisiniz , aksi takdirde sizde eğlenmek isterken ağır psikolojik ortamı terkedenlerdensiniz.
Kurgusu , anlatımı ve dili mükemmel olmakla birlikte psikolojik bir roman olması itibariyle bana ağır geldi.
Bu romanı ya çok beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, kitap kulübü olarak çoğunluk beğenmeyenlerdendi. O sebepten okumayı herkese tavsiye etmiyorum, ben beğenmiş olmama rağmen . IŞIL

25 Şubat 2019 Pazartesi

David Grossman


1954 yılında Kudüs’te, Filistin doğumlu bir annenin ve Polonya göçmeni bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Kütüphanecilik yapan babasının teşvikiyle küçük yaşlarda edebiyata ilgi duydu. Henüz 9 yaşındayken Şolem Aleyhem’in eserleri hakkında düzenlenen bir bilgi yarışmasını kazanan David Grossman, çocukluk yıllarından itibaren İsrail’in ulusal radyo istasyonu Kol Yisrael’de oyunculuk yapmıştır. Felsefe öğrenimi gören Grossman’ın radyoculuk hayatı, siyasi nedenlerle sonlandırılmıştır. Yirmili yaşlarının başlarında, tam zamanlı radyoda çalıştığı dönemde iki romanı ve bir öykü kitabı yayımlanmıştır. İlk romanı Chiyuch Ha-Gdi (Kuzunun Gülümseyişi) Batı Şeria’da geçen bir hikâye anlatır. Kitapları otuzu aşkın dilde dünya okuruyla buluşan, ulusal olduğu gibi uluslararası platformlarda da pek çok ödül kazanan ve Fransa’da Chevalier de l’Ordre des Arts et des Lettres nişanı, Almanya’da Buxtehuder Bulle, Nelly Sachs Ödülü ve Alman Barış Ödülü gibi ödüllerle onurlandırılan David Grossman, Bir At Bara Girmiş ile 2017 yılında Man Booker Uluslararası Ödülü’ne layık görülmüştür. Kitapları 30 dan fazla dile çevrilmiştir. Muhalif ve barışçı duruşuyla öne çıkan Grossman, bugün İsrail ve dünya edebiyatının en önemli ve saygın figürleri arasında yer almaktadır. 2006’da savaşta bir oğlunu kaybetmiştir. Amerikalı ünlü romancı Paul Auster ile babaanneleri kardeştir.

14 Şubat 2019 Perşembe

Parfümün Dansı



                                               Yazar: Tom Robbins
                                               Özgün Adı: Jitterburg Perfume
                                               Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
                                               Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak
                                               Çeviriye temel alınan baskı: ABD, 1985 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ekim 2018

“Oyunculluk uçarılık değil, bilgeliktir” diyerek çılgınlık derecesinde “oyuncul” romanlar yazan Tom Robbins, bu romanda insanın doğayla ilişkisinin kopma sürecinin anlatıldığı düşsel/tarihsel bir yolculuğa çağırıyor bizi.
Batı’dan Doğu’ya, oradan da Yeni Dünya’ya uzanan, ölümsüzlüğü kovalayan ve yüzyıllar süren bir yolculuktur bu. Batı, acı çekmeyi seven, mantığa, bireyciliğe ve üretime tapınanların diyarıdır. Doğu, aşka, boş zamana, münzeviliğe, bilinmezliğe hayatında yer veren insanların yaşadığı su ve parfüm diyarıdır. Yeni Dünya’da ise sadece “başarı” ve hırs vardır.
Yolculuğun en ilginç kişisi ise keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı Pan’dır. Pan, insanların duyguları ile düşünceleri arasına duvar çekmeleri; yaşamak yerine, cennete kabul edilmek ve doğayı tahakküm altına almak için çalışmaları; dans, müzik ve aşkla ilgilenmek yerine, doğru ve yanlışla uğraşan Aristo, İsa ve Descartes’a inanmaları ile gücünü yitiren bir tanrıdır.


Yorumlarımız:

Parfümün Dansı bence on yıldır okuduğumuz romanlar içinde en fantastik, en fütüristik, en fantezi dolu, en fabl bir kitaptı. Fantastik’ti çünkü gerçekdışı bir dolu ögeyi barındırıyordu. Bazı roman kahramanları, olayların geçtiği mekanlar, olayların bizati kendisi  hayal ürünüydü. Tanrı Pan gibi.Ve buna rağmen yazar düşlerle gerçekleri çok iyi bağlamayı, kurgulamayı bilmişti. Yaşama dair çoğu şey fantastik bir yaklaşımla anlatılmıştı. Fütüristik’ti çünkü romanda paralel yaşamlar da vardı, gelecek üzerine çeşitlemeler de. Günceli yaşayan da vardı , bin yıl sonrasını da . Hatta bin yıl yaşayıp da ölümsüzlükten tekrar  fani olarak dünyaya dönmek  için çabalayan da. Baş kahramanlardan Alobar gibi. Fantezi dolu idi: bu bazen yazarın sözcüklerinde,  bazen karakterlerin giysilerinde bazen de mekanlarda görülüyordu. Örneğin yazar parfümü tarif ederken ona ‘kutsal pezevenk’ , fermuara ise ‘gündüzleri unutup geceleri iletişim kurduğumuz o hayalet yılan’ diyebiliyordu. Aslında roman baştan sona sözcük fantezileri ile doluydu. En fabl di, çünkü masalımsıydı, hülyalıydı. Hayal gücünüzü hep çalıştırdı ama yormadı.

Bu roman aslında farklı üç mekandaki farklı insan kümelerinin ki bazıları akraba, bazıları arkadaştılar , hayat hikayeleri ile başlar. İlerleyen bölümlerde bu kişilerin hayatlarının nasıl kesiştiğini görürüz. Roman akan okyanuslar gibidir. Kimi zaman dünyanın doğu kıyısında kimi zaman batı kıyısındadır. Romanda zaman bin yıllık süreçlerde bir ileri bir geri giden sarkaç gibidir. Bence en önemli bağlayıcı öğe parfümdür ve  parfümlerin şahı da pancar özüdür! Bu kadar çok bilinmeyenle yarattığı dünyayı kurgulamakta yazar bence son derece başarılıdır. İnsanı sıkmadan, yormadan yaşama dair duygu ve düşüncelerini sözcüklere hayat vererek ortaya koyar: ‘kendi kaderini kendi tayin etmenin fiyatı hiçbir zaman ucuz değildir’ cümlesi onlardan sadece bir tanesidir. Sonuç olarak bu kitaba ‘Parfümün Dansı’ değil ‘Sözcüklerin Dansı’ demeyi yeğlerim. Çok okunulası, zevk alınası bir kitap. Tabi ki katı gerçeklikten uzaklaşıp fantastik bir dünyada dans etmeyi seviyorsanız…. LEYLA

Şahsen severek, düşünerek, irdeleyerek, yargılayarak okudum Parfümün Dansı'nı. Daha da önemlisi çok zevk alarak.

Kurgulaması ve Türkçe’ye çevirisi çok güzeldi. Zaman oldu romanın içinde yaşadım, zaman oldu karşısında düşündüm, sorguladım. İki karakterin uzatmayı başardığı asırlık ömürlerinde doğudan batıya, adeta uçan halıda onlarla yolculuk yaptım.

Romanda yaşamı uzatmak için belirlenen dört kuralın açıklaması ilginçti;1-Hava,  2-Su, 3-Toprak, 4-Ateş. Ayrıca  dikkatimi çeken birkaç cümleyi paylaşmak isterim. '' Tanrı mı insanı, insan mı tanrıyı yarattı?''  “İnsan bu galaksi de ne kadar yaratıcı olabiliyor? Doğumumuzu, ölümümüzü seçebiliyormuyuz? Ölümü gerçekleştirebilsek bile, var olmayı???”  Diğer bir cümle; ''Zaman dışında olma duygusu, zamansız olma duygusu, hem meditasyon, hem ilahi şarkılar söylemenin, hem hipnotizmanın, hem de uyuşturucu kullanmanın bel kemiğini oluşturmaktadır''. Yorumlaması sizden.

Karakterleri, tanrıları, dolaşılan ülkelerde töreleri  ve yaşadıklarını yorumlamayı sizlere bırakıyorum. Felsefi, fantastik ve masalsı bir roman. Zevkle okuyacağınızı umuyorum.  ZELİHA


Tom Robbins tarafından 1985’te yazılan bu kitap okuduğum en ilginç, ilginç olduğu kadar sürükleyici ve düşündürücü,  hatta öğretici olarak tanımlayabileceğim kitaplar arasında yerini aldı ve bunu layığıyla hak ettiğini düşünmekteyim. Kitabın son derece değişik olmasının bir nedeni de tarz olarak konumlandırılmasının güçlüğü- kitap hem mitolojik, hem fantastik, hem felsefi hem de futurist öğeler içermekte ve tüm bunları son derece başarılı bir şekilde harmanlamış; kanımca kurgu mükemmel. Kitapta içinde çizdiğim bana çarpıcı gelen ve üzerinde düşündürten bir çok bölüm olmasına rağmen burada sıralamaktan vazgeçtim çünkü bunların okuyucu tarafından keşfinin daha anlamlı olacağı kanısındayım. Özetle kitabı, okumaktan zevk alan herkese şiddetle tavsiye ediyorum. DEMET

Günümüzün gerçek parfümcüleri ile hayatlarını ölümsüzlüğü bulmaya adamış bin yaşında iki masalsı kahramanın yollarının kesişmesi ve bunun nedeninin mükemmel parfüm olması....
Son zamanlarda okuduğum inanılmaz güzel, sürükleyici, kurgusu, anlatımı, karakterleri ile okuyucuyu içine alan bir roman.
Büyülü bir masal dünyasında gezinirken bile karşınıza çıkan felsefik cümlelere şaşırıp romanı daha bir keyifle okuyorsunuz. Hararetle okumanızı tavsiye ederim. NURİZER


Tom Robbins’in “parfümün dansı “ romanı son zamanlarda keyifle okuduğum sıradışı anlatımı olan ve beni çok etkileyen bir kitap. Hem fantastik hem felsefi, olağandışı olaylar ile gerçeklerin başarı ile harmanlandığı adeta hayalgücünün sınırlarını zorlayan , eğlenceli bir roman. Alobar ve Kudra’ nın ölümsüzlüğü aradığı eserde geçmiş ile günümüz arasında geçişlerin örgüsü, mükemmel  parfüm yapımı için gerçekleştirilen araştırmalar, bu yolculukta roman karakterlerinin birbirleri ile buluşmaları çok etkileyici ve fantastik bir dille anlatılmış. Bu manada kurgusu  çok başarılı. Elinizden bırakmayı  istemeyeceğiniz  zevkle okuyacağınız bir kitap. Herkese tavsiye ederim. BEYZA








27 Ocak 2019 Pazar

Tom Robbins



Thomas Eugene Robbins Kuzey Carolina'nın Blowing Rock adlı kasabasında George Thomas Robbins isimli bir idareci ve Кatherine D'Avalon isimli bir hemşirenin çocuğu olarak 22 Temmuz 1932 yılında doğdu.
Robbins 1954 yılında Virginia'nın Lexington kasabasında bulunan Lee Üniversitesi'nde gazetecilik öğrenimi gördü ancak disiplin sorunları nedeniyle üniversite öğrenci birliğindeki görevinden alınınca okulu terk etti. Okuldan ayrılmasını izleyen yıl zamanını otostop yaρarak geςirdi ve nihayetinde New York'a yerleşerek şiir yazmaya başladı.
1957 yılında askerlik emrini almasını takiben Amerikan Hava Kuvvetleri'ne katıldı. Askerliği boyunca iki yılını Kore'de meteorolojist olarak geςirdi. Terhis olduktan sonra Virginia'nın Richmond kasabasında sivil hayatına geri döndü.
Robbins, 1960 yılında daha sonra adı Virginia Commonwealth Üniversitesi olarak değişen Richmond Enstitüsü'nde sanat bölümüne girdi ve üniversite gazetesinde editörlük yaρtı.
Mezun olmasını takiben, yüksek lisans öğɾenimi göɾmek amacıyla Seattle'da bulunan Washington Üniveɾsitesi'nin Uzak Doğu Çalışmalaɾı bölümüne giɾdi. Seattle eyaletinde geςiɾdiği süɾe zaɾfında, The Seattle Times ve Seattle Post-İntelligenceɾ gazeteleɾinde çalıştı.
Robbins, 1971 yılında ilk ɾomanı olan Another Roadside Attraction (Dur Bir Mola Ver) ile çoğu eleştirmenin övgüsünü kazanmıştır. Even Cowgirls Get the Blues (1976) adlı romanında ise Robbins, Sissy Hankshaw adında, ellerinin başparmakları yirmi üç santim olan, otostop tutkunu, çekici bir kadın kahramanı anlatır. Jitterburg Perfume ( 1984/Parfümün Dansı ) adlı romanında çeşitli karakterler mükemmel parfümün ve ölümsüzlüğün sırrının arayışı içinde, zamanın ve mekânın ötesine geçer.
Half Asleep in Frog Pajamas (1994; Sirius'tan Gelen Kurbağa) ve Fierce Invalids Home From Hot Climates ( Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar,2000 ),  Villa Incognito ( Villa Meçhul, 2003), Wild Ducks Flying Backwaɾds (Geɾiye Uçan Yaban Öɾdekleɾi, 2005), B is foɾ Beeɾ ( B, Biɾa, 2009) yazarın diğer kitaplarıdır.
Robbins, "Oyunculuk, uçarılık değil bilgeliktir" görüşünü ön plana çıkarıp çılgınlık derecesinde oyuncul romanlar yazmaktadır. Romanları, hayatın daha ciddi yanlarını inkar etmez; "her şeye rağmen mutluluk" ilkesinin savunuculuğunu yaρar. Bu ilkenin içerdiği mesajı, romanlarındaki karakterlerin felsefeleri ve aynı zamanda da incelikli yazı biςimiyle iletir. Edepsiz kelime oyunları, alakasız sonuçlar, zıtlık içeren ifadeler, ara sözler, Robbins'in anlatımının belli başlı özellikleridir. Romanları yalnızca edebi uzlaşımları değil, insanoğlunu tatmin etmenin en iyi yolu hakkında toplumda yer alan varsayımları da sorgular. Robbins, panteizm, mistik Doğu dinleri ve Yeni Fizik gibi çeşitli kaynaklardan alternatif düşünceleri bir araya getirir.
Robbins, 35 yıllık edebi kaɾiyeɾi boyunca sekiz adet ɾoman, biɾ yığın şiiɾ ve kısa hikâye yayınladı.
1997 yılında, Bumbeɾshoot Seattle Sanat Festivali kaρsamında veɾilen Altın Şemsiye ödülünü kazandı.
Her koşulda mutluluk ilkesinin savunucusu olarak tanınan Tom Robbins, 1987’den beri, beşinci karısı Alexa D’Avalon ve köpekleri Blini Tomato Titanium ile birlikte La Conner’de yaşıyor. Daha önceki evliliklerinden Rip, Kirk ve Fleetwood isimlerinde üç çocuğu vardır.

9 Ocak 2019 Çarşamba

11. yıla girerken...




Bir yıl daha geride kaldı. 2018 acısı ile tatlısı ile geldi, geçti. Dünyada ve ülkemizde ekonomik sorunlar bitmek bilmedi, tıpkı barışa özlemimizin bitmediği gibi.... Biz 8’lerin de sıkıntıları, üzüntüleri oldu, ancak şükür etmekten hiç geri kalmadık. Sevinçlerimizi hep önde tuttuk. Sanata, kitaplara, sevgiye, seyahatlere, dostluğa, müjdelere sarıldık. Nurizer’in ve Yüksel’in torunları oldu, müjdeler getirdi (Can ve Eren). Zeliha’nın torunu Irmak ilk öğretime, Demet’in kızı Buket İspanya’da mastere başladı.
Kitap kulübümüz kurulalı çok oldu. Yıllar neredeyse rüzgar gibi geçti. Şubat 2019 da 11. yılımıza gireceğiz. Yaz  hariç her ay birimizin evinde hiç aksatmadan toplanmakla, hararetli bir şekilde okuduğumuz kitapları tartışmakla, birbirimizle fikir alışverişi yapmakla, kitaplardan yeni bilgiler, yeni yerler, yeni kültürler ve tabiî ki yeni yazarlar öğrenmekle, ufkumuzu genişletmekle; hepimizin ortak zevki olan güzel sofralar kurmak, güzel yiyecekler sunmakla kendimizle gurur duyduk, duyuyoruz. Belki bunlardan çok daha önemli iki konu var: bu toplantılarımız sayesinde açıklamak istemediğimiz güzel bir iyilik yapıyoruz. Bu bizde saklı kalsın. Açığa vurmaktan gurur duyduğumuz ise her geçen yıl artan sevgi ve dostluğumuzun ne kadar kıymetli olduğu. Bir de internetde hem kitaplar/yorumlar hem de yaptığımız yemekler/pastalar için iki bloğumuz var. Orada her ne kadar istediğimiz sıklıkta yorumlarımızı yazamıyorsak da okuduğumuz tüm kitaplar ve yazar bilgileri var. Sağolsun moderatörümüz Nurizer’e..

Tüm dileğimiz 2019 ve ötesinde bizi birleştiren kitaplarımız hiç eksik olmasın, dostluğumuz daha da artsın, sevinçlerimiz çoğalsın.Tüm insanlık barış ve huzur içinde yaşasın. Sanat hayatları sarmalasın ki insan ruhu kötülüklere gem vursun, iyilik ve güzellik şampiyon olsun…LEYLA

Amsterdam'da Düello



                                               Yazar: Ian McEwan
                                               Özgün Adı: Amsterdam
                                               Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
                                               Çeviren: Ülkem Çorapçı
                                               Çeviriye temel alınan baskı: Londra, 2009 
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2018

İki eski dost, sarsıcı bir kayıp, tuhaf bir anlaşma: Güç, keder, aşk, kuşku ve politikanın keskin uçlarını dolanan, sonunda kaçınılmaz bir şekilde “düello”ya dönüşen hayatlar... Ülkenin en başarılı bestecilerinden Clive ve saygın bir gazetenin genel yayın yönetmenliğini yürüten Yernon, eski âşıkları Molly Lane’in cenaze töreninde bir araya gelir. Molly’nin muhafazakâr eğilimli Dışişleri Bakanı’yla kurduğu ilişkinin sırrı, politik hamlelerin ve kariyer kaygılarının arasında, Clive ve Yernon’un dostluğunu sınayan bir krize dönüşecektir.
lan McEwan, Man Booker Ödüllü “Amsterdam’da Düello”da, hem ilkeleri, erdemleri ve meslek ahlâkını sorguluyor hem de insanın varoluşuna dair çelişkileri incelikle ortaya koyuyor. Dile gelmeyeni söze dökmeden sezdiren usta bir yazardan, insan ruhunun yumuşak karnında dolaşan unutulmayacak bir roman. (Arka Kapak)
Yorumlarımız:

Molly ve dört sevgilisi...Bir besteci, bir gazete yöneticisi, bir dışişleri bakanı ve bir yatırımcı.. Üstelik hepsi birbirini tanıyor ve gazeteci ile besteci okul yıllarından beri arkadaş... Nedense ilişkileri bittikten sonra hiçbiri Molly ile bağlantısını koparmamış.
Ve, roman Molly’nin cenaze töreni ile başlıyor... Devamında çekişmeler yaşanıyor, dostluklar sınanıyor, etik değerler sorgulanıyor... Kısa bir roman olmasına rağmen okurken zorlandım, olayların içine giremedim. Ama karakterler çok güzel analiz edilmiş. Tüm karakterlerin bağlantı noktası olan Molly’i bile hayal edebiliyorsunuz.

Neden yazarın bu kitap ile “Man Booker Ödülü”nü  aldığını anlayamadım. Yine de yazarı tanımak için bir romanını okumak istiyorsanız daha önce okuduğumuz “Cumartesi”yi tavsiye ederim. NURİZER