25 Aralık 2012 Salı




Hayallerinizin romanlardaki gibi mutlu sonlanacağı keyifli bir yıl dileriz….

12 Aralık 2012 Çarşamba

Deniz Feneri

 

                                                      Yazar: VirginiaWoolf
                                                      Yayınevi: İletişim Yayınları
                                                      Orijinal Adı: To The Lighthouse
                                                      Orijinal Dili: İngilizce
                                                      Çeviren: Naciye Akseki Öncül
                                                      Kapak Tasarım: Fatoş Gençosman
                                                      Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mayıs 2011 - 11. Baskı
 

Deniz Feneri kaybedilen bir mutluluğun anılarda yeniden canlandırıldığı olağanüstü bir romandır. Ramsay ailesi her yıl yaz tatillerini İskoçya da ki yazlıklarında geçirirler bu tatillerin sonsuza dek süreceği duygusu hepsini sarmıştır. Çocuklar için cennetten farksız olan bu yaz evinde yetişkinler sık sık sonsuzluğu anımsatan zaman parçalarıyla karşılaştıkları hissine kapılırlar..(Arka Kapak)

Yorumlarımız:

İngiliz yazar Virginia Woolf’un bir romanını nihayet okuduğum için çok memnunum. Amacım fırsat bulduğum ilk anda bir romanını daha okuyup, bu romancıyı daha iyi tanımak. VW’un Deniz Feneri romanı ilk  kez 1927 yılında basılmış. Roman, bay ve bayan Ramsay, onların sekiz çocuğu ve dostları ( bunlardan en öne çıkanı bana göre ressam Lily) ile birlikte İskoçya’daki yazlıklarında geçirdikleri tatili anlatıyor. Bay Ramsay bir bilim adamı, aynı zamanda katı bir baba, hatta zorba. Anne Ramsay güzel bir kadın, evi çekip çevirmek ve çocuklarını yetiştirmek için gayret sarf ediyor ve aynı zamanda dışarıdaki güçsüzlere yardım ediyor.
Roman baştan sona tasvirlerle dolu: tabiatın, dağların, denizlerin  ve insanların tasvirleri ile. Aslında ben çok tasvir sevmem romanı okurken: olaylar olsun, beni sürüklesin isterim. Ancak bu romanda çok değişik bir yapı var: Çok az olay var, fakat romancı bir olayı anlatırken veya birisini veya bir şeyi tanımlarken o anda aklından geçen bağlantılı diğer olayları, düşünceleri ve hatta duyguları da işin içine katarak uzun cümleler kuruyor. ‘Bilinç akışı’ denen bu anlatım ya da yazım tarzı roman sanatında farklı  bir akım olarak ortaya çıkıyor.. Bence bu son derece gerçekçi bir durum ve bir o kadar da zor  bu şekilde yazabilmek, bunu yaparken okuyucuyu sarıp sarmalayabilmek. İnsan bir yazıyı okurken ya da bir konuyu düşünürken veya söylerken kafasından bin türlü başka düşünce ve duygu geçmiyor mu, veya başka ilintili konuları hatırlamıyor mu? Bu, gündelik hayatta çoğu zaman bilinçaltı yaptığımız bir şey değil mi? Ve daha da önemlisi bu düşünceler bence bizim ne tür duygular içinde olduğumuzu, karakterimizi, zafiyetlerimizi ele vermiyor mu? İşte bu açıdan bence roman önemli bir olguyu / gerçeği yazıya dökmüş cesaretle ve ilk defa. Sanırım bu üslup 1927 li yıllarda VW ın önemli bir yazar olarak ortaya çıkmasında  rol oynamış. Kaldı ki ailesinde birçok edebiyatçı ve sanatçının bulunduğu VW o kadar yoğun duygular yaşayan bir yazar ki sonunda onların altında ezilmiş ve intihar etmiş maalesef….Yazımı romandan bir alıntıyla bitirmeden önce bence mükemmel tercümesi ile Kıvanç Güney’e teşekkür etmeliyim:
‘‘Ama ben daha hırçın bir denizde
Ondan daha derin girdaplarda boğuldum’’    LEYLA
 

2002 yılında Nicole Kidman’ın Oscar kazandığı “The Hours” adlı filmi seyrettikten sonra hep bir Virginia Woolf romanı okumak istemiştim. Film Woolf’un “Mrs. Dalloway” adlı romanını okuyan üç nesil kadının hayatlarının nasıl etkilendiğini anlatıyordu. Leyla “Deniz Feneri”ni okumamızı önerdiğinde Virginia Wooolf’un otobiyografisine en çok yaklaşan romanı diyince hepimiz ilgilendik.
Romanı bitirdikten sonra bunun bir otobiyografi olmadığını düşündüm, çünkü roman sekiz çocuklu bir ailenin ve onların bazı dostlarının bir yazlık evde on yıl arayla birer gününü anlatıyor. Ancak yazarın hayat hikâyesini okuduktan sonra benzerlikleri anladım. Annesinin ölümüyle birlikte ilk bunalımını yaşayan ve sonrasında kaybettiği abisinin ölümüyle de başa çıkamayan Virginia, kitaptaki bazı karakterlerin ölümlerini birdenbire parantez içinde yazarak okuyucunun da tıpkı kendisi gibi sarsılmasını istiyor.
Zamanının yenilikçi yazarı olan Woolf’un çok başarılı bir şekilde uyguladığı “Bilinç akışı “ tekniği bana anlaşılması zor geldi, eminim yazması daha da zordur. Karakterlerin genelde iç sesleri ile düşünürken, yaptıkları da aynı zamanda anlatıldığından bol virgüllü uzun cümlelerin yer aldığı romanda kopuk kopuk anlatılan olayları bağlama işi okuyucuya bırakılmış. Beklediğim kadar bunalımlı olmayan ama fazla olay örgüsü olmayan alışılmadık bir roman.
Edebiyat dünyasında bu kadar önemli bir yere sahip bir yazardan ileride bir roman daha okuyarak daha iyi anlamak isterim, sadece bu romanı ile değerlendirmem gerekirse yazarın yazım tekniğinin çok bana hitap etmediğini söyleyebilirim. NURİZER
 
Virginia Woolf'un okuduğumuz kitabı için söylemek istediğim, edebiyat adına yeni bir metodun 19.yy başlarında denenmesi açısından ve içinde feminist öğeler taşıdığından- yani kadının da özgür bir birey olduğunu, evlilik haricinde bir yaşam düşleyebileceğini, eğitim ve yaşamla ilgili konularda eşit haklara sahip olması gerektiğini, kısaca o güne kadar ona biçilmiş "kadın" rolünun dışında bir varlık olduğunu göstermesi açısından önemli bir eser olduğu kanısındayım. Ancak "bilinç akışı" tekniği ile yazdığı bu eser bana çok haz verdi diyemem- kahramanların kafalarında geçeni yansıtma adına devamlı konudan konuya (düşünceden düşünceye) atlaması ve bunu tüm karakter için uygulaması hikâyeyi takipte insanı oldukça zorluyor. Bunun yanısıra uzun tasvirler ve simgeler de okumayı büsbütün zorlaştırıyor ve sıkıcı kılıyor kanımca. Sonuçta okurken zevk aldığımı söyleyemem. Bu nedenle "Sanat için sanat" i benimseyen okuyuculara tavsiye edebilirim ancak. DEMET
 

2 Aralık 2012 Pazar

Virginia Woolf


25 Şubat1882’de Londra İngiltere’de dünyaya geldi. Hiç okula gitmedi, evde eğitim gördü. Woolf’un aile üyeleri, İngiltere'nin seçkin entelektüellerindendi. Babası Sir Leslie Stephen editör, eleştirmen ve biyografi yazarı olarak ün yapmıştı. Görkemli kütüphanesi sayesinde kızı kendi kendini yetiştirme fırsatı bulmuştu. Özel öğretmenlerden Latince ve Klasik Yunanca dersleri alan Woolf, henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile evde “Hyde Park Gate News” adı altında haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştı.
Annesinin grip nedeniyle 1895’te ani ölümü sırasında küçük Virginia 13 yaşındaydı. Bu ölüm onu derinden etkilemişti ve 2 yıl sonra sinir bozukluğuyla kendini gösteren krizlere yol açmaya başlamıştı. Yaşadığı travma ve ağır depresyon zaman zaman kendini gösteren hayali yaratıklarla konuşma ve olmayan sesleri işitme gibi halüsinasyonlara dönüşse de tüm bunlar hayatının tamamına yayılmamıştı. 1904’te babasının kaybından sonra yeni bir krizin eşiğine gelen Woolf’un gerçek yaşama dönmesi uzun zaman aldı.
Profesyonel olarak yazma işine 1905’te başlayan Woolf, Times Literary Supplement’e edebi eleştiri yazıları yazıyordu. 1906’da Thoby’nin kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı tifodan ölmesi Woolf için yeni ve başa çıkılamaz bir şok oldu. Thoby’nin ölümünden iki gün sonra ablası Vanessa’nın evlenmesiyle birlikte Virginia’ nın yaşamında birtakım değişiklikler gerçekleşti. Kardeşi Adrian’la birlikte, yine Bloomsbury yakınlarında bir eve taşınan Woolf, burada aydın çevrelerin yanı sıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar düzenlemeye başladı. Bu toplantılarda açık sözlülüğü ve sivri diliyle öne çıkan Virginia Woolf, yine bu dönemde, Times Literary Supplement’in yanı sıra, aylık olarak yayınlanan “Cornhill” dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başladı.
1912’de ağabeyi Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’den sol kanat siyaset kuramcısı Leonard Woolf’ la tanışması Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktası olacaktı. Zira Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak evlenmeden önce kendisine "Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç" diye yazacaktı Virginia. Evliliklerinin ilk yıllarında, 1913’ten 1915’e kadar yaşamının en ağır çöküntülerinden birini geçiren Woolf, intihar girişiminde de bulunacaktı.
Endişeyle yayınladığı ilk romanı “Voyage Out” yayınlandığında otuz üç yaşında olan Virginia Woolf’un kitabı eleştirmenler tarafından övüldü; stiliyse zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulundu.
1917 yılında, adını yaşadıkları evden alan Hogarth Press’i kurdular. T.S.Eliot, Katherine Mansfield, E.M.Forster gibi günün öncü yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir yer edinen yayınevi Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler sağlıyordu.
1919 ‘da ikinci kitabı “Night and Day”i yayınlayan Woolf, bu romanında alışılagelmiş kalıpları izledi.
1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişti. Bin bir izlenimden oluşan hayatı ve bu bin bir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini benimseyen Woolf, 1922 yılında yayınladığı “Jacob's Room”da bu tekniği kullanmaya başladı. Aynı yıl Vita Sackville-West’le tanışan ve bir ilişki yaşamaya başlayan Woolf, kadınlara ilgisini daha önce de fark etmişti ve romanlarında bundan bahsediyordu. Bu yüzden bir klasik olan “Orlando isimli romanını bir aşk mektubuyla beraber sevgilisi Vita Sackville-West'e adadı.
1925’te okuyucuyla buluşacak olan “Mrs. Dalloway”, yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneği olacaktı.
1927’de “Deniz Feneri”ni yazar. 1929 tarihli "Kendine Ait Bir Oda" feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir.
 "Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı “Dalgaları yazarken ise, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü Dalgalar, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu.
“Perde Arası” romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir.

16 Kasım 2012 Cuma

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


                                             

                                                       Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
                                                       Yayınevi: Dergâh Yayınları
                                                       Kapak Tasarım: Işıl Döneray
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Nisan 2012 - 17. Baskı
 

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiiri sembolist bir ifade üzerine kurulmuştur. Aynı anlatım tarzı romanlarına da zaman zaman sirayet eder. "Saatleri Ayarlama Ensitüsü" toplumumuzun bu değişme süreci içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma varan bir teknikle anlatıyor.(Arka Kapak)

 

Yorumlarımız:

 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü 50 yıl önce yazılmış klasik bir roman, ancak bir o kadar da yeni. Romanı birçok yönüyle bugüne, bugünkü toplumumuza hatta geleceğe uyarlamak mümkün. Çünkü ülkemiz halen romanda da dendiği gibi iki âlem arasında yani doğu ile batı arasında bir düğüm; toplumumuz halen gelenek ile modern arasında sıkışmış kalmış; kurumlarımız halen bürokrasi ile uğraşıp duruyor; insanoğlu halen menfaat peşinde koşup duruyor. Bu roman bir çok Osmanlıca  kelime içermesine rağmen  okunması kolay ve merak uyandıran, kurgusu kuvvetli, fantastik/absürt yapısı ile de çok eğlenceli ..
Romanın konusu ilk bakışta sanki romanın başkahramanı Hayri İrdal’ın yaşam öyküsü gibi. Kendisi fakir ve cahil bir aileden geliyor. Sonra şansı yaver gidip bazı iş adamları ile tanışıyor ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde iyi bir görev ve parayla çalışıyor, servet sahibi oluyor. Diğer taraftan Enstitü’nün kurucusu Halit Ayarcı hayallerini hayata geçirmeyi iyi bilen, bürokrasi ile sıkı fıkı, hayatı tiye alan, biraz da üçkâğıtçı biri. Dr. Ramiz batıda eğitim almış, psikanaliz  yapan bir hekim. Daha birçok gerçek veya hayali kahraman var romanda. Özellikle kadın karakterler  (eşler, sevgililer, çocuklar)  geleneksel ve modern aile yapısındaki konumları ile ortaya çıkıyorlar. Para, statü, ahlak, değerler, moda hepsi kadın-erkek, kişi-kurum, devlet-kurum ilişkilerinde farklı boyutları ile ortaya çıkıyor. Zaman zaman bu kavramlar imgelerle de anlatılıyor.
Sonuç olarak bu kitabı okurken çok zevk aldım: Çünkü yıllar önce bu şekilde ‘absürd/soyut’bir romanı yazabilmenin hem cesaret hem müthiş bir hayal gücünü gerektirdiğine inanıyorum. Bu bakımdan Ahmet Hamdi Tanpınar’a hayran kaldım. İkincisi roman için Tanzimat-Cumhuriyet dönemi geçişindeki sancıları yansıtıyor dense de  bence bu roman ‘zamansız’. Değişim değişimdir ve her zaman sancıları olur ve olacaktır. Tıpkı bugün bizim toplumumuzda olduğu gibi, tıpkı tüm dünyada olduğu gibi. Önemli olan ailede/toplumda/kurumda/devlette kimlik arayışları sürerken gelenek ile yeniliği birleştirmesini bilmektir, yüzeysel kalmamaktır…LEYLA

 
Saatleri Ayarlama Enstitüsü çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yaşayan Hayri İrdal'ın anıları şeklinde kurgulanmıştır. Hayri beyin hayatına küçüklüğünden beri çok enteresan tipler girip çıkıyor. Bunların yarısından çoğu şahsına münhasır tipler. Yazar özellikle böyle tuhaf ama kişilikleri çok ayrı karakterleri bir araya getirmiş sanırım. Böylece hayatımıza giren insanların bizi ne kadar etkilediğini ve bizi biz yapmadaki rollerini belirtiyor.
Aslında roman yalnız Hayri İrdal’ın değil, bu kalabalık karakter grubunun da farklı dönemlerini, değişim süreçlerini inceler. Roman boyunca ortaya çıkan gelişmeler sürekli aynı kişilerin etrafında şekillenir ve bu kişileri şekillendirir. Tanzimat ile birlikte başlayan batılılaşma sürecinde bocalayan toplumun kimlik arayışı, ahlaki değerlerin çökmesi, bürokraside yozlaşma ve aile yapısındaki değişmelerle gösterilmektedir.
Aslında romanda okuduklarımızın çoğunun yaşadığımız dönemde de geçerli olduğuna inanıyorum. Kişilerin çalıştıkları kuruma inanmadan kendini kandırma oyunu oynadıklarını, bir şeyler yapmak yerine bir şeyler yapıyormuş görünerek “iş” ürettikleri, hayatlarındaki değerlerin değişime uğradığı, para ve statünün çok önemli olduğu, hayatlarını “mış” gibi yaparak yaşadıkları gerçeği zamanımızda da geçerli değil mi?
Tanpınar’ın bu “zamansız” romanı kişiler arasındaki ilişkileri ve zaman olgusunu tekrar düşünmenizi sağlayacak. Zaman geçirmeden okumanızı tavsiye ederim.  NURİZER 

Kitap kulübü toplantısında tartışılan konulardan biri Halit Ayarcı'nın müteşebbis veya üçkâğıtçı olduğu idi. Bence her iki özelliğinde aynı bünyede toplanması mümkün ve Halit Ayarcı tam böyle bir karakter. Müteşebbis çünkü yoktan bir kurumu yarattı, etrafında olan işsizlere iş imkânı yaratarak onların yaşam seviyelerini yükseltti. Üçkâğıtçı çünkü yaşamamış bir insan olan Ahmet Zamani için bir yaşam hikâyesi yazdı, hata onun için mezar hazırladı. Bu gün hâlâ varolan kurumların ne kadarının hizmet amacı ile ne kadarının iktidar yandaşlarına iş imkânı sağlamak için var oldukları tartışılır.
Roman absürt komedi olmakla birlikte aradan geçen elli yıla rağmen güncelliğini koruyarak aynı zamanda çağdaş ve gerçekçi. Anlatıcının geniş hayal gücünü kurguda, gelişen olaylarda ve karakterlerde görüyoruz. Varolan karakterler ilk bölümlerde geleneksel, doğulu bir yaşam sürerken ilerleyen bölümlerde refaha çıktıkta batılı modern yaşama geçtiklerini görüyoruz.
Ben okurken çok eğlendim. Şiddetle okunmasını tavsiye ediyorum. IŞIL

Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanında hayat hikâyelerinden taşarak Türkiye meselelerini kendine özgü yorumlamıştır. O yıllarda doğudan batıya kayma, medeniyet değişimi sırasında insanların girdiği çıkmazları araştırmış, tahlillerde bulunmuştur.. Burada izlediği yol; şahıslardan yola çıkarak toplumun, değişim süresi içinde yapısını anlatmaktır. Eski zamandan yeni zamana geçerken saat ve zaman romanın odağı olmuştur. Bu geçiş döneminde hayatı ince bir mizah ve şaşırtıcı bir üslupla sorgulamıştır. 
Romanda Nuri Efendi saat ustası, Mübarek eski ayaklı bir İngiliz duvar saati, Halit Ayarcı saat- zaman- insan ilişkileriyle yer almaktadır. Çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde de yaşayan Hayri İrdal ise başkahraman olup roman onun anılarıyla kurgulanmıştır. 
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde insanların popülerliğe ve paraya verdiği önem, zamana göre nasıl yüz değiştirebileceği başarılı ve absürt bir dille anlatılmıştır. Türk Edebiyatında önemli bir yeri olduğu bir defa daha kanıtlanmış Ahmet Hamdi'nin bu romanını herkese tavsiye ediyorum. ZELİHA

 “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1960larda yazdığı Türk Edebiyatının çok önemli bir romanı olmasına rağmen başta onu okumamakta ısrarcıydım çünkü hem kitabın çok zor olduğuna dair duyumlar beni onun eski dönem bir bunalım kitabı olduğunu varsaymaya itti hem de ismini oldukça manasız buldum ve karşı çıktım. Ancak itiraf etmeliyim ki iyi ki okuduk ve ben büyük keyif alarak kitabı bitirdim. Her şeyden önce kitap dönem kitabı olmaktan çok uzak- yani her devir için geçerli “zamansızlık” özelliği taşıyor.  İkincisi bunalımdan da uzak- mizah yönü kuvvetli ancak aynı zamanda felsefi bir kitap. Üçüncüsü ise ismine uygun olarak kitapta anlatılanlar manasızlıkların mana, mananın da manasızlık olabileceğinin gösterilmesi. Yani bir takım görüşleri, duruşu hatta inançları insan doğasında var olan beceriler/ zaaflar ile kökünden sarsıyor. “Bakış açısı”nın önemi gözlerimiz önüne bütün gerçekliği ile seriliyor.
Diğer taraftan kitapta “batı“ ile yapılan mukayeselerde batının üstünlüğü endirekt olarak anlatılmakta kanımca. Örneğin sayfa 231 de müzik konusunda batı müziğinin öğrenilmesi için yılların verilmesi gerektiği, ancak zamanın musiki anlayışıyla, kalabalıklara hitap edip meşhur olmanın kolaylığı kitaptaki baş karakterden biri olan Halit Ayarcı tarafından belirtiliyor. Sayfa 238 de ise Ahmet Zamani adlı hayali kişinin yaratılmasını ve onun Graham’dan evvel Rabia hesaplarını bulmuş olduğu iddiasının benimsenmesini, sayfa314te bunun toplumun bir ihtiyaca cevap vermesi (yani o gün itibarıyla böyle bir ecdadın varlığının insanları mutlu etmesi) olarak açıklıyor. Böylece batının pozitif bilimde üstünlüğüne karşı bir isim ortaya atılmış oluyor.  Bir diğer örnek ise sayfa 367 de Saatleri Ayarlama Enstitüsünün ağırlıklı olarak Güney Amerika ve birkaç daha az gelişmiş ülke tarafından kabul gördüğü oysa sanayisi gelişmiş “batı ülkelerinden” böyle bir enstitüye ihtiyaç olmamasının belirtilmesi yazarın “gelişmişlik” ve “gelişmemişlik” arasındaki farkı ortaya koyması olduğunu düşünüyorum. DEMET




7 Kasım 2012 Çarşamba

Ahmet Hamdi Tanpınar





23 Haziran 1901'de İstanbul'da doğdu.1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atandı. 1942-1946 yılları arasında Maraş Milletvekili olarak görev yaptı. Bir süre Milli Eğitim müfettişliği yaptı. Sonra 1949 yılında Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki görevine döndü. Gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'in talebesi ve dostu olmuş, Batı edebiyatından Paul Valéry ile Marcel Proust'u kendisine üstad olarak seçmiştir.

Tanpınar şiiri hayatının en büyük ihtirası haline getirmiş, hece vezniyle yazdığı ilk şiirleri, imge zenginliklileri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çekmiştir. Bu şiirlerde öteki hececilerden ayrı bir estetik peşinde olmuş, kendine özgü bir sözcük ve kavram dünyası yaratmaya çalışmıştır. Şiirlerinde zaman kavramı üzerinde sıkça durmuştur. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik göstermez, çok katlı ve karmaşıktır. "Bursa'da Zaman" şiiri bu olgunun güzel bir örneğidir. Altmış kadar şiirinden ancak otuz yedisi ile tek şiir kitabını ölümüne yakın çıkardı: Şiirler (1961).

Romanlarında, zengin hayatların hikâyesinden çok, Türkiye meselelerine kendine has yorumlar getirir. Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu çıkmazları araştırırken yaptığı tahliller, insanımız ve toplum yapımız açısından dikkate değer hükümler taşır.

İlk romanı Mahur Beste'de dönemlerinin özellikleri, iş ve ev yaşamları, sarayla ilişkileri, alışkanlıkları, merakları, tutkuları, felsefeleriyle imparatorluğun son yıllarında yaşayan insanlar sergilenir.
Huzur'da Cumhuriyet'in ilk yıllarında kişiliğini kabul ettirmek isteyen okumuş genç kadın ve erkeğin sorunları, yeni toplumsal koşullarla ilişkileri, eski ile yeni arasındaki uyum arayışları işlenmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumumuzun bu değişme süresi içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma varan teknikle anlatıyor. Sahnenin Dışındakiler, II. Abdülhamit döneminin artıkları ile II. Meşrutiyette ortaya çıkan XIX. yüzyıl kuşağının okumuş kesiminin romanıdır. Ölümünden sonra plan ve notlarına dayanılarak bir araya getirilen ve 1987'de yayımlanan "Aydaki Kadın"da da aynı irdeleme vardır.
Tanpınar, 24 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp krizi ile hayata veda etti. Cenazesi Rumeli Hisarı Kabristanı'nda, hocası ve dostu Yahya Kemal'in yanı başına defnedildi. Mezartaşı üzerinde çok bilinen şiirinin iki mısrası bulunmaktadır:


"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında".           

Ahmet Hamdi Tanpınar adına yapılan “İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali”, bu yıl Ekim ayının ilk haftasında Avrupa Birliği Kültür Programı ve Literature Accross Frontiers'ın stratejik partnerliğinde düzenlendi. 21 farklı ülkeden 79 yazarın katılımıyla gerçekleşen festival tematik yazar okumaları ve söyleşiler, interaktif edebiyat projeleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinliklerini kapsıyor.


29 Ekim 2012 Pazartesi

Elbet Sabah Olacaktır


                                                       Yazar: Hıfzı Topuz
                                                       Yayınevi: Remzi Kitabevi
                                                       Kapak Tasarım: Ömer Erduran
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Nisan 2012 - 3. Baskı

 
Özgürlük şairi Tevfik Fikret'in romanı...

Tevfik Fikret aklın ve bilimin egemenliğine, aydınlanmaya ve aydınlık günlerin geleceğine
inanan bir şairdir ve kendinden sonra gelen kuşaklar için dürüstlük, özveri ve sessiz direnişin
simgesi olmuştur.
Dağılma sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu'nun can çekiştiği bir dönemde yaşayan şair,
önce Abdülhamit'in baskıcı yönetiminin, sonra da özgürlük vaadiyle gelip aynı baskıyı
devam ettiren İttihatçıların yarattığı korkunun içinde yükselen gür bir ses olur.
Aşiyan'a inzivaya çekildiği yıllarda ve hastalıktan günden güne eridiği sön dönemlerinde bile
hiçbir güç onu susturamaz; her fırsatta gençliğe özgürlüğü haykırır. Onun gür sesi, gelecek
kuşakların yarınlara daha umutla bakmasını ve karanlığı dağıtmak için savaşması gerektiğini anlatmıştır: Ufukları yine yoğun bir sis kaplamış olsa da, elbet sabah olacaktır! (Arka Kapak)


Yorumlarımız:
 

“Elbet Sabah Olacaktır” da,  Hıfzı Topuz, Tevfik Fikret’in hikâyesine doğumunun çok öncesinden, anneanne ve dedesinin geçmişinden başlıyor. Sakız Adası’ndan getirilen iki yetim olan anneanne ve dedesinin, hayata nasıl tutunduklarından başlayıp Tevfik Fikret’in doğumuna kadar olan süreçte neler yaşadığını anlatıyor. Hikâye ilerledikçe okul yılları, evliliği, Mehmet Tevfik’ten Tevfik Fikret’e dönüşmesinin hikâyesini, Servet-i Fünûn yıllarını, oğlu Halûk’la ilişkisini, Aşiyan zamanlarını, kısaca Tevfik Fikret’e dair her şeyi anlatıyor.
Tevfik Fikret’in çocukluğuyla ilgili anılarda kişiliğinin izlerini buluyoruz. Sevdiği bir kediyi ve kanaryayı hiç unutamayıp, onların yerine yeni evcil hayvanlar beslememesi, onlara şiir yazması onun duygusallığını açığa çıkarıyor. Hac yolunda kaybettiği kardeşinden sonra şiddetle savunduğu kadın hakları, Edebiyatın yanı sıra resme olan yeteneği ve tutkusu onun duygusallığını ortaya çıkarsa da prensipleri konusunda çok katı ve tutarlıdır. Müdürlük yaptığı Galatasaray Lisesindeki yılları şairin eğitime ve gençliğe olan inancını ortaya çıkarıyor.
Roman, zamanın yazarları hakkında da detaylı bilgi vermeye başladığında kitap ders kitabı havasına bürünse de ilerledikçe Tevfik’in hayatına tamamen odaklanıyor. Onun ne denli özgürlüğe, adalete, barışa, eşitliğe âşık olduğunu görebiliyoruz.
Kitabı okuduktan sonra Tevfik Fikret’i daha iyi anlayabilmek için ömrünün son dönemini geçirdiği şu anda müzeye dönüştürülmüş olan Aşiyan’daki evini ziyaret etmemiz gerektiğini düşünüyorum. NURİZER


“Elbet Sabah Olacaktır” Hıfzı Topuz’un biyografi formatında kaleme aldığı Tevfik Fikret’in hayatını anlatmakta. Hepimiz en azından lise çağlarında Tevfik Fikret’le tanışmış olmamıza ve İstibdat devrine karşı özgürlükçü, modern görüşlü, zamanının çok ilerisinde bir şair olduğunu bilmemize rağmen kitabı okurken birçok yeni bilgi edinmek bir şekilde beni etkiledi. Örneğin büyükanne ve babasının Sakız adasından getirilmiş ve İzmirli bir aile tarafından evlat edinilmiş yetimler olduğunu bilmiyordum!
Ayrıca kitapta tanıtılan Tevfik Fikret son derece onurlu ve sefaleti göze almak pahasına ilkelerinden vazgeçmeyen son derece dürüst bir kişi. Günümüzde bu duruşa sahip pek kimse kalmadığı görüşündeyim çünkü tüm dünyayı ele geçirmiş olan maddiyatçılık bu tip insan davranışlarına tanık olmamızı engelliyor.
Kitapta şiirlere de yer verilmesi ve onların hangi şartlarda neye karşı yazıldıklarını görmek/ hatırlamakta benim için önemliydi. Tek üzücü bulduğum şey, büyük umutlar bağladığı ve “gelecek” olarak gördüğü oğlunun rahipliği seçip ABD’ye yerleşmesiydi. Bunun Tevfik Fikret için duygusal olarak çok ağır bir darbe olduğunu sanıyorum. DEMET
 
Kâinat var oldukça umutlar hiç bitmeyecek. ELBET YİNE SABAH OLACAK.....
Hıfzı Topuz Tevfik Fikret'in yaşamını romanlaştırırken bize bilmediğiz yönlerini anlatıyor. Hem hayat hikâyesiyle, hem de düşünceleriyle gerçekten takdir ettiğim şairimiz bugünün gerçekleri içinde de çok örnek alınacak değerli bir şair ve şahsiyet olduğu düşüncesindeyim. 
Hıfzı Topuz'un yalın anlaşılabilir bir dili var. Roman olarak düşünürsek çok sürükleyici bir kurgu değil. Fakat anlattığı kişi, bilmediklerimizi öğrenme duygusu kitabı cazip hale getirmiş. Yakın geçmiş tarihimiz ve edebiyatçılarımızı okumak bizi besliyor, olgunlaştırıyor. Bunun için iyi ki okuduk diyorum.
Aile büyükleri adalardan geliş biçimleri, yaşam mücadeleleri gerçekten çok zor ama ayrıcalıklı ve başarılı. Tevfik Fikret'in beklentileri düşünce yapısı, düşündüklerinin arkasında durabilmesi, umutları  karamsarlıkları çok içten duygularla gündeme getirilmiş. Yazar bize bu duyguyu hissettirebiliyor. Gerçek bir hayat hikâyesini,  değerli bir şahsiyeti ve dik duruşunu ayni heyecanla bize yansıttığı için romanı başarılı buluyorum. ZELİHA




Hıfzı Topuz




Hıfzı Topuz, 1923 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni (1942), IÜ. Hukuk Fakültesi’ni (1948) bitirdi. Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans (1957-59) ve yine Strasbourg Hukuk Fakültesi’nde gazetecilik doktorası yaptı (1960). 1947-58 yılları arasında Akşam gazetesinde önce istihbarat şefi, sonra yazı işleri müdürü oldu. İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında yer aldı. Paris’te Unesco Genel Merkezi’nde Özgür Haber Dolaşımı şefi olarak çalıştı (1959-1983). Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleksel işbirliği, basın ahlâkı, gazetecilik eğitimi ve gazetecilerin korunması projelerini yönetti. 1962 yılında Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nin, o zamanki adıyla Basın-Yayın Yüksek Okulu’nun kuruluşu için, Paris’te Unesco’nun merkezinde ilk projeleri hazırladı. TRT’de Radyolardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı’nda bulundu (1974-75). 1986’da halen başkanlığını sürdürdüğü iletişim Araştırmaları Derneği’ni (ILAD) kurdu. Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet gazeteleriyle çeşitli dergilerde diziler ve inceleme yazıları yazdı.

Başlıca yapıtları: ınceleme: Information Internationale dans la Presse Turque (Strasbourg, 1961), Kara Afrika (1970), Caricature et Société (Paris, 1974), Uluslararası iletişim (1985), iletişimde Karikatür ve Toplum (1985), Lumumba (1987), Kara Afrika’da iletişim (1987), Status, Rights and Responsibilities of Journalists (Prag, 1989), Basında Tekelleşmeler (1989), Yarının Radyo-TV Düzeni (1990), Siyasal Reklamcılık (1991), II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi (2003), Dünya Karikatür Tarihi (1997), Dünyada ve Türkiye’de Kültür Politikaları (1998). Roman: Meyyale (1998), Taif’te Ölüm (1999), Paris’te Son Osmanlılar (1999), Hatice Sultan (2000), Gazi ve Fikriye (2001), Çamlıca’nın Üç Gülü (2002), Devrim Yılları (2004). Anı: Paris’li Yıllar (1994), Eski Dostlar (2000).

19 Ekim 2012 Cuma

Monet'nin Bahçesi




10. yılını kutlayan S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) düzenlediği “Monet’nin Bahçesi” sergisi 9 Ekimde ziyarete açıldı. 6 Ocak 2013 tarihine kadar açık kalacak çiçek ve doğa temalı tabloların yer aldığı sergi; “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum.” sözlerinin sahibi Monet’nin olgunluk dönemindeki sanatsal üretiminin ana temasını oluşturan Giverny Bahçesi’ne yoğunlaşıyor.

Claude Monet’nin oğlu Michel Monet, ressamın Giverny’deki evinde bulunan tüm tablolarını 1966 yılında, Paris’in 16. bölgesinde müstakil bir ev olan Marmottan Monet Müzesi’ne bağışlamış. Bu müzeden getirilen 39 eserden oluşan sergide, izlenimcilik akımına ismini veren Claude Monet’nin Giverny Bahçesi’ndeki evi, geç dönem bahçe manzaraları, nilüferler ve ünlü Japon köprüsü tablolarının yanı sıra, yakın arkadaşı ressam Auguste Renoir imzalı Monet ve eşi Camille’in portreleri, kişisel eşyaları ve fotoğrafları da yer alıyor.

86 yaşına kadar yaşayan ve ömrünün sonuna kadar resim yapmayı sürdüren Monet’nin son dönemlerinde gözündeki katarakt hastalığına rağmen yaptığı resimler onun algıladığını tuvale nasıl yansıttığının en güzel örnekleri. Normalde çok da kullanmadığığkırmızı, kahverengi ve sarı çok ön plana çıkıyor, fazla çizim yok sadece izler ve lekeler. Monet, ameliyat olup iyileştikten sonra da renklerin birbirinin içine geçtiği bu tabloların otantik yönlerini önemseyip elinde tutar. Beğenmediği eserlerini yakmasıyla ünlü ressam için beklenmedik bu davranış, katarakt dönemi eserlerinin 20’nci yüzyılın ikinci yarısında tekrar keşfedilmesine ve dönemin avangart sanatçılarına ilham vermesine vesile olur.

En kısa zamanda bir fırsat yaratıp sergiyi gezin, bu büyük sanatçıyı bir kez daha görme fırsatını kaçırmayın.

14 Ekim 2012 Pazar

Özgürlük

 

                                                       Yazar: Jonathan Franzen
                                                       Yayınevi: Sel Yayınları
                                                       Orijinal Adı: Freedom
                                                       Orijinal Dili: İngilizce
                                                       Çeviren: Sevin Okyay
                                                       Kapak Tasarım: Savaş Çekiç
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mayıs 2012 - 1. Baskı 


Bu roman özgür birey olma çabalarını, bir aşkın başlangıcını ve bitişini, gençlikte yaşanan doyumsuz tutkuları, yetişkinliğin getirdiği sürprizleri, neden hiç durmadan arkadaşlarımızla yarıştığımızı, en yakınımızdakilere nasıl ihanet ettiğimizi ve hiçbir şeyin neden "olması gerektiği gibi" olmadığını anlatıyor.
Duygularımızın sözünü dinleyerek kendimize ve çevremizdekilere yaşattığımız acı ve sevinçlerin insan olmanın doğal bir sonucu olduğunu gösteriyor.
Modern dünyanın çelişkili ve bir o kadar da gerçek insanlarını konu alan sürükleyici bir başyapıt...
Franzen yarattığı karakterlerin hayatlarını kendinizinkinden daha gerçekçi kılmayı olağanüstü yazarlık yeteneğiyle başarıyor. (Arka Kapak)


Yorumlarımız:

Anne babamız ve doğuştan sahip olduğumuz ailemizle; yaşamın içinde seçerek, bilerek ya da tesadüflerle edindiğimiz arkadaşlıklar, dostluklarla öne çıkan kişiliğimiz gerçekten de çok farklı olabiliyor...

Aile bireyleri ile olan öngörülmüş,beklenti oluşturulmuş ilişki karakteri çoğu zaman hepimiz için bir "tabu" olmaktan çıkamıyor ve "karakter özgürleşmesi", "özgünleşmesi" ancak başka ilişki ortamlarında gerçekleşebiliyor....yıllar alıyor...kişilikler, hırsların, duyguların yoğurmasıyla müthiş bir ivmeyle dönüşüyor ..taa ki o hızlı çekim gücü etkisinde savrulmaktan kurtulup kendi yörüngesine girene kadar..
Insanı "özgür" olmaktan alıkoyan aslında ne başkaları, ne kurallar, ne yasalar.... Franzen’in ortaya koyduğu, benim de gönülden inandığım bakış açısıyla "özgürlük kısıtları" içimizde, beynimizde, duygu ve duyularımızda... Onların bizi hoyratça ele geçirişinde saklı...
Ve ; bu kısıtlardan kurtulabildiğimiz zaman gerçekten özgürleşebiliyoruz....buna belki de daha hayatin içinden bir tanımlamayla "olgunlaşma" diyoruz kimimiz...Ama her olgunluk özgürlüğü getirmeyebiliyor...
Kişileri, olayları hep madalyonun çok yönüyle sunuyor kitapta Franzen; böylece de hem çok gerçekçi hem de çok "hümanist" bir bakış açısı sunuyor okuyucuya...çok sevdim kitabını, doyurucu, düşündürücü, benim ruhumda kaldı…. UFUK
‘’Bence Özgürlük romanı Bir Amerikan ailesi olan Berglund’ların dramatik hayat hikâyesini anlatıyor. Kimi arkadaşlarım söz konusu ailedeki  bireylerin  veya en azından bazılarının özgürleşmesini bize anlattığını söylüyor. Hikâyeye böyle de bakılabilir, ancak ben böyle göremiyorum. Kurgu daha çok Walter ile Patty’nin hayatı, onların kendi kardeş ve ebeveynleri, daha sonra da kendi çocukları Joey ve Jessica’nın çevresinde dönüyor. Bu arada romanın önemli bir kısmında Walter’ın sevgilisi Lalitha ve Patty’nin sevgilisi Richard ile olan ilişkileri de uzun uzun ya kendi ağızlarından ya da üçüncü şahıs olarak roman yazarının ağzından anlatılıyor. Bu aile ilişkileri anlatılırken o kadar detaya giriliyor ki tasvirlerle birlikte roman çok uzuyor. Bir okuyucu olarak beni özellikle bu uzun tasvir ve aile ilişkileri boğdu, sıktı. Romanın bazı bölümlerine ise güncel olaylar, çevre politikası, Amerika’daki demokrat ve cumhuriyetçi politikalar adeta serpiştirilmiş. Richard’ın hayatı anlatılırken sanatçı dramı, Jessica anlatılırken sporcu dramını kıyısından köşesinden vurgulanmış.
Kısacası kitap kulübünde seçmeseydik bu romanı bitiremeyebilirdim: çünkü konusu pek cazip değildi; uzun, devrik, karmaşık cümleleri ve sayfalar dolusu tasvirleri  beni yordu, üstelik bütünüyle tadsız, tuzsuzdu…. LEYLA


John Franzen'in “Özgürlük” adlı kitabi içinde bulunduğumuz döneme çağdaş bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Yaşanan olaylar bire bir bizim toplumumuzla örtüşmese de, olayların benzerliğinden çok yaşanan gelgitler, kuşak çatışmaları, kadın-erkek ilişkileri çok farklılıklar göstermiyor kanısındayım. Aile, ebeveyn, çocuk, arkadaş ilişkilerinin karmaşıklığı, bunun sonucu kişilerin yasadıkları çelişkiler, yaşam tecrübeleri ve duyguların son derece başarılı bir şekilde hikâyelendirildiğini düşünüyorum. Kitap her ne kadar Amerikan toplumundan bir kesit verse de bunun ufak tefek değişikliklerle her yerde aşağı yukarı yaşanabilecek olaylar olduğu görüşündeyim çünkü aslolan insan. Kitapta vurgulanmak istenen kişilerin yaşadıklarıyla veya özgürce yaptıkları eylemlerle değil, kendi iç hesaplaşmalarıyla yüzleşmeleri ve kendi kendilerine karşı dürüst olabildikleri ölçüde özgürleşebilmeleri.  Yani eyleme geçebilmek kişiye özgürlük getirmek için yeterli değil, bunun yanı sıra iç çelişkilerini yenebilmek ve kendi kendilerine karşı yaptıkları muhasebe onları özgürleştirebiliyor.

Kitapta bence üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise planlı, programlı yaşamların veya aile/ toplum tarafından geçerli ve doğru bulunan seçimlerin her zaman iyi neticeler vermediğinin anlatılması olarak görüyorum. Bu her iki kuşağı kapsayan aile bireylerinin hayatlarının anlatılması ile verilmiş-  başlanan noktayla varılan yasam biçimleri arasında çok büyük tezatlar var. Öte yandan bastan onaylanmayan bir ilişki ise sonunda mutlu, dingin hayatlar olarak karşımıza çıkmakta.

Kitap insan duygularının ve hayatın ne kadar kompleks olduğunu, cesaretle adım atabilme yetisiyle birlikte tesadüf ve tecrübelerin (ki bunlar olumlu veya olumsuz olabilir) kişi tarafından yaşanmışlık yani olgunlaşma sekilinde değerlendirilmesinin önemini ve bunun kişinin özgürleşmesi açısından ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından başarılı. Okuması kullanılan dil açısından çok kolay olmamakla birlikte tavsiye edeceğim bir kitap.  DEMET

 

12 Ekim 2012 Cuma

Yaz Bitti.....


Yaz bitti… Unutulmaz geziler… Sahilde geçen tembel dakikalar…Masmavi denizde serinlemek için attığımız kulaçlar... Dolunayın altında yenilen keyifli yemekler…

Her mevsimin tadı başka.. Sonbahar geldi… Havalar serinledi… Güneş ışınları sararan yapraklara artık daha yatay geliyor.. Deniz yine masmavi ama plajlar boş…

Sonbaharın en güzel tarafı ise 8ekiz’ler yine toplanmaya başladı. 8 Ekim’de Zeliha’da toplanıp iki yaz kitabımızı “Özgürlük” ve “Elbet Sabah Olacaktır”ı tartıştık. Sonrasında da bizi ziyaret eden Zeliha’nın torunu Irmak bebeği sevdik.

Güzelliklerin yaşanacağı, seveceğimiz kitaplar okuyup, doyurucu tartışmalar yapacağımız yeni bir döneme keyifle başladık…………

17 Haziran 2012 Pazar

Masumiyet Müzesi




2009 yılında Orhan Pamuk’un yeni kitabı “Masumiyet Müzesi”ni okuyup, okurken bizi boğan takıntılı aşkı uzun uzun tartışmıştık. Kitabın arkasında müzeye giriş bileti de vardı. Nasıl bir müze olabileceğini tartışıp açılışına birlikte gitmeye karar vermiştik. Müze 28 Nisan 2012’de açıldı, bizde grup olarak geçen hafta gittik.
Roman 1974 ile 2000’lerin başı arasında geçen aşk romanı, biri zengin diğeri orta halli iki aile üzerinden geçmişe dönüşler ve hatıralarla birlikte 1950-2000 arası İstanbul hayatını anlatıyor. Müzede ise romanda anlatılan kahramanların kullandığı, giydiği, işittiği, gördüğü, biriktirdiği, hayal ettiği şeyler dikkatle düzenlenmiş kutu ve vitrinlerde sergilenmiş. Kitabın her bölümü için ayrı bir kutu var.
Pamuk 1990’lardan itibaren romanı ve müzeyi baştan beri birlikte düşünmüş. “Müzeden zevk almak için romanı okumaya gerek yok, tıpkı romandan zevk almak için müzeyi gezmeye gerek olmadığı gibi” diyor Orhan Pamuk ama ben aynı görüşte değilim. Romanı okuyun ve müzeyi kitap elinizde gezin. Biz kitabı iki yıl önce okuduğumuzdan bazı detayları unutmuşuz. Bölüme ait kutunun önüne gelince bölümden birkaç cümle okuyunca orada sergilenenler bize daha anlamlı geldi. Gezerken şunu anladık ki yazar romanı yazarken müzeyi zaten planlamış ve her detay, sergilenecek objeler gözünün önünde imiş.
Eğer kitabı okuduysanız müzeyi de gezmenizi öneririm, kitabı beraberinizde götürdüğünüzde giriş ücreti alınmıyor.

10 Haziran 2012 Pazar

Rembrant'ı Kaçırmayın



Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM)’nin düzenlediği “Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın Çağı” sergisi bir hafta daha uzatıldı, henüz gezmediyseniz acele edin.
'Işığı besteleyen ressam' olarak tabir edilen Rembrant tarihte bir ilke imza atıp, hayatının belli dönemlerinde kendi kendini resmederek arkasında farklı ve paha biçilmez bir biyografi bırakmıştır. Rembrandt'a ait 10 eserin bulunduğu sergide ayrıca dönemin en büyük isimleri arasında gösterilen “ İnci Küpeli Kız” adlı tablosu ile tanıdığımız Johannes Vermeer'in “Aşk Mektubu” adlı eseri,  Frans Hals, Jan Steen ve Jacob van Ruisdael gibi pek çok ismin toplamda 110 eseri var.
Hollanda resim sanatının Avrupa resim sanatına getirdiği yeniliği, ışığı kullanımdaki ustalığını, dönemin atmosferini ve sanata yansımasını en iyi şekilde anlatan eserler genelde Hollanda toplumunun kent ve kırsal kesimdeki yaşamanı konu ediyor. 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin getirdiği refahla, bilim ve sanat dallarında Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen Hollanda o dönem sanatta da Altın Çağını yaşamış.
Sergiyi gezdikten sonra da çağdaş bir tasarım ve sergileme anlayışıyla yenilenen Atlı Köşk’teki “Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu”na da bir göz atmanızı öneririm. İslam sanatının 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan dönemine ait, ünlü hattatların ve kitap sanatçılarının elinden çıkmış 200’den fazla eserin yer aldığı sergide ziyaretçilere verilen iPad’ler aracılığıyla sunulan interaktif uygulamalar, geleneksel sanatları teknolojiyle buluşturarak, izleyenlere farklı bir deneyim yaşatıyor.

8 Haziran 2012 Cuma

Su



                                                       Yazar: Buket Uzuner
                                                       Yayınevi: Everest Yayınları
                                                       Orijinal Dili: Türkçe                                               
                                                       Kapak Tasarım: Utku Lomlu
                                                       Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mart 2012 - 1. Baskı


Buket Uzuner'in, bugün Anadolu'da yaşayan her kültürü derinden etkilemiş kadim Kamanlık (Şamanizm) geleneğinin dört unsuru olan SU, TOPRAK, HAVA, ATEŞ'ten ilham alarak yazdığı yeni romanı UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI dörtlemesinin ilk kitabı 'SU' çıktı!

Gazeteci Defne Kaman bir yaz akşamı bindiği vapurda arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolur. Onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit ile arkadaşı Sahaf Semahat kendilerini aniden tuhaf olaylar ve esrarengiz semboller arasında bulurlar. Bir yandan kendi hayatlarını sakatlayan yasak ve tabulara rağmen ayakta kalmaya çalışırken, kayıp gazeteci Defne Kaman'ın peşinde nefes nefese bir maceraya sürüklenirler.

Buket Uzuner, SU romanında bütün canlı varlıkları eşit değerde kabul ederek doğayı ve yaşamı kutsayan kadim Türk geleneği Kamanlık'a (Şamanlık) selam ederken, okurları hem eko-feminist bir okumaya, hem de 1000 yıl önce Uygur harfleriyle ön-Türkçe yazılmış olduğu düşünülen (Mutluluk Bilgisi) KUTADGU BİLİG ŞİFRESİ ile zihin oyunlarına davet ediyor. (Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:

Mayıs ayında  Buket Uzuner'in “Su” adli kitabını okuduk. Açıkçası diğer okuduğumuz kitapların yanında oldukça hafif kaçtı ancak bu hafiflik bana iyi geldi. Şöyle ki çok çabuk ve sıkılmadan bitirdim. İçerik olarak enteresan olan Anadolu topraklarındaki çok çeşitli kültürlerin anlatılması, Türklerin gelenek ve göreneklerinin Orta Asya'ya dayandığının gözler önüne serilmesi, bunu yaparken doğal olarak Şamanizm (Kaman) inancı ile Kutadgu Bilig yazıtlarından bahsedilmesi hoşuma gitti. Zira günümüzde Türklerin (bu topraklarda yaşayan tüm insanların) sadece Müslüman kimliği varmış gibi bir hava yaratılmakta ve ayrıca bu Sünni inancın dayatılması şeklinde ortaya çıkmakta. Aslında Anadolu insani için Müslümanlık bile tek tip değil, belki de Alevilik köklerimize daha yakın veya en az Sünni mezhebi kadar geçerli olmasına rağmen gittikçe hoşgörü ve çok kültürlülükten uzaklaşılmakta olunduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Kitapta bu konu Müslümanlar arasındaki mezhep farklılığının kan davasına dönüşmesi olarak işlenmiş. Bence bu önemli bir konu ve genelde ağır edebi eserler yerine popüler kitaplar okumayı tercih eden bir toplumda bu tip kitapların bir işlevi olduğuna, bunun da kitleleri en azından birazcık düşünmeye sevk etmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. DEMET



Buket Uzuner’in yol hikâyelerini sevdiğim için hangi kitabı okuyacağımızı tartışırken “Su” teklif edilince heyecanla ben de istedim. Ama bitirince çok fazla sevdiğimi söyleyemem. Şamanlık ve Alevilik hakkında yeni şeyler öğreneceğimi düşünürken bildiklerimden başka bir şey bulamadım. Buket Uzuner’in dili ve anlatımı çok akıcı olduğundan çok rahat okunan bir kitap ama bana biraz yüzeysel geldi. Yaşadığımız bu çağda bazı insanların Alevi-Sünni diye birbirlerine hoşgörü göstermeyip naif bir aşka izin vermemeleri gerçekten anlaşılır gibi değil. Belki böyle romanlar okunmaya devam ettikçe bu yanlış inanışlar umarım değişir. NURİZER