27 Aralık 2011 Salı

Körlük


                                                Yazar: José Saramago
                                                Yayınevi: Can Yayınları
                                                Orijinal Dili: Portekizce
                                                Çeviren: Aykut Derman
                                                Orijinal Adı: Ensaio sobre a cegueira
                                                Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem Design
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011-20.Baskı


Körlük, 1998 yılı Nobel Edebiyat Ödülü' sahibi Portekizli yazar Jose Saramago'nun son yıllarda yazdığı en etkileyici kitap. Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşir. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlaki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler, ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramango, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmıştır. Çağdaş dünya edebiyatının bu ünlü adının öteki yapıtlarını da yakında Can Yayınları arasında bulacaksınız.( Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:
Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun  Körlük romanı bence çok farklı.  Şöyle ki göz doktorunun karısı hariç herkesin birdenbire kör olduğu, körlüğün bulaşıcı bulunduğu bir toplumun ve onun içindeki küçük bir gurubun çektiği sıkıntıları okurken o denli gerçekçi bir anlatım var ki onların sıkıntısı benim sıkıntım, açlıkları benim açlığım, eziyetleri benim eziyetim oldu. Adeta bunaldım. Diğer taraftan yazım sitili olarak roman su gibi akıp gitti; zaman zaman meraklandırdı, zaman zaman da fanteziyle gerçeği karıştırmamıza neden oldu (kilisede heykellerin gözleri acaba neden kapatıldı, ya da tabloların gözleri neden boyandı?). Romanda kahramanların isimleri yok, tarifleri var. Anlatım üçüncü şahsın ağzından yapılıyor. Bunların hiçbiri romanın son derece güçlü akışını değiştirmiyor. Bence tek bir gerçek hiç değişmiyor: insanlar rahat da yaşasalar, çok büyük sıkıntılar da çekseler  ( körlük olgusu burada sadece bir metafor, başka bir şey de olabilirdi: savaşlar, bulaşıcı başka hastalıklar, tabi afetler gibi) ilk önce yiyecek sonra barınma ve sonra cinsellik ihtiyaçları hep var. Düzenin olmadığı, kötülüklerin iyiliklerin önüne geçtiği ortamlarda bu ihtiyaçlar karşılanırken müthiş bir hayat mücadelesi veriliyor. Bu mücadelede birbirine tutunan insanlar zaferle çıkabiliyor. Burada adalet kavramları içerik değiştiriyor. Öldürmek bile o mücadelenin bir parçası olduğu zaman insanca bir davranış gibi algılanabiliyor ( cinsel tacize uğrayan kadının bunu yapan erkeği öldürdükten sonra duyduğumuz rahatlamada olduğu gibi). Kitabın son sayfaları yani  körlükten görmeye geçişleri anlatan bölüm bence  biraz havada kalmış gibi, bana yavan geldi. Onun için ben hep baştaki şu satırları hatırlamaya karar verdim:
Bakabiliyorsan, gör
Görebiliyorsan, gözle.
LEYLA
Hayattaki en büyük korkularımdan biridir, kör olmak. Kitaba çok çekinerek başladım. Anlatımı çok akıcı olduğundan rahat okudum. Bitirdikten sonrada Fernando Meirelles’in yönettiği Mark Ruffalo ve Julianne Moore’un başrolünü oynadığı filmini seyrettim. Kitap o kadar güzel anlatmış ki filmdeki sahneler bana yumuşatılmış geldi. Görme duyusunu yitirenlerin beraberinde insanlıklarını da yitirmelerini çok güzel sorguluyor, roman. Karakterlerin içine düştükleri duruma rağmen kendi huylarından vazgeçemediklerini görüyoruz. Cinayet, tecavüz, fırsatçılık, nefret bir yanda yükselirken diğer yanda da dayanışma, koruyup kollama, paylaşma, sevgi var. Bu ikilem de romanın ana temelini oluşturuyor. Tecavüzcüler, sıradan insanlardır, ama kurulan düzenin cazibesiyle anında suça ortak olurlar. Kitle psikolojisi herkesi körleştirir. Toplu suç, suçluluk duygusunu köreltir. Yaptıklarının vahametini düşünmeden talana katılma yarışına girerler. Hem zalimi, hem mağduru körleştiren bir talan sofrasıdır yaşananlar.
Aslında, salgın olmasa da düzenin böyle olduğunu yazar çok güzel vurguluyor. Bizlerin “gören körler mi, yoksa gördüğü halde görmeyen körler” olarak mı yaşamak istediğimize karar vermemiz gerektiği ile bitiriyor. NURİZER

İç açıcı bir konu değildi. Ama yazar çok akıcı bir dille romanını yazmış, okurken bizleri sürükleyebilmişti. Çevirisinin de güzel olması, kitabı rahat okunabilir kılmıştı. 
Nobel edebiyat ödüllü bir yazarı daha tanıdık, tartıştık. Genç nesil yazarlarından olmamasına rağmen, bana bu farkı yaşatmadı. Güncelliği hiç bitmeyecek bir konu ve anlatım vardı.
 Roman; bir salgın, devletin tecrit politikası, haksızlıklar, insani duyguları yitirme, vicdan vb her konuda düşündürüyordu. Yanlış ve acımasız bir tedbirin işe yaramayacağını kanıtlıyordu. Herkesin gözü kör oldukça kararacağına beyazlıyordu. Zaten tıbben böyle bir salgın olamaz. Burada bir mecaz vardı. İnsanların zorda kaldığında kaybettikleri duygular, acımasızlık, gaddarlık anlatılıyordu. Mesela doktorun karısının yaptığı fedakârlığa karşı, yaşadığı cinsellik, acıttı içimizi. Yine ekmek uğruna kadınlar pazarlanırken, karısı için doktorun sesi çıkmadı. Doğuştan kör olan adam neden o kadar acımasızdı. Onu öyle kılan, diğer insanlara göre  daha şanssız olmasının isyanımıydı? Küçük çocuğu, annesi  nasıl yalnız bırakabilmişti?
 Kitabı okurken hep aklıma eskiden cüzamlı insanlara yapılan tecrit geldi. Bilinçsiz olarak onlardan uzaklaşmak ve onları hücreye tıkmak.  Okuduğumuz roman insanlık için bir ibret olmalı. Devlet her koşuldaki insanına çare arayacağı yerde, hapsetmeyi çözüm sanmamalı... ZELİHA

Jose Saramago'nun Körlük romanını okuduktan sonra, filmini de seyrettim. Her ikisinde de konu itibariyle bana sıkıntı ve rahatsızlık hissettirdi. Jose Saramago'nun tam istedigi de bu sanırım. Dünya da yaşanacak bir felakette insanların hayatta kalmayı başarmak için neler yapabileceklerini çok gerçekçi anlatmış. Romanın finali benim için de biraz havada kalmış hissi uyandırdı. IŞIL

Bu kitabın konusu isminden de anlaşılacağı gibi depresif ve başlarken nasıl okuyacağıma dair ciddi tereddütlerim vardı ancak Jose Saramago bu kadar zor bir konuyu ustalıkla, akıcı bir dille ve zaman zaman istemeyerek olsa bile okutan bir yazar. Kullandığı teknik açısından da enteresan çünkü isim, zaman belirtilmediği gibi paragraflarda birbirinden ayrılmayıp, okuyucuya bir akış, süreklilik hissi uyandırmakta. İsim ve mekân belirtilmemesi olayların dünde, bugünde, yarında gerçekleşebileceğini, ayrıca herhangi bir coğrafyaya, her hangi bir topluma da bağlı olmadığını düşündürtüyor. Okurken aklımdan Nazi kampları ve 2. Dünya savaşında yaşanan olaylar geçti. Yazar insanın ne kadar acımasızlaşabileceğini göstermenin yanı sıra geçek bir felaket karşısında sadece temel içgüdülerin (yemek, barınmak ve üreme/seks) insan davranışlarına yön verdiğini, diğer şeylerin hepsinin anlamsızlaştığını ve önemini yitirdiğini çok net bir şekilde ortaya koymakta. Bunu yaparken elimizde olan fakat tam anlamıyla kullanmadığımız yani bakmak ancak görmemek konusunu işleyerek, insanları “körlük salgınına” yakalatarak anlatmakta.  Kitapta tek kör olmayan doktorun karısının, herkesin iyileştiği noktada aslında herkesin gördüğü kadar görmesine rağmen kör olduğunu zannetmesi de bence “toplumsal körlüğün, duyarsızlığın” dünya yüzünde devam ettiğini ortaya koymakta.
Bence zor ve sıkıntılı konuya rağmen okunması gereken önemli bir kitap. DEMET

20 Aralık 2011 Salı

José Saramago


Portekiz'in en tanınmış yazarlarından olan José Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde Lizbon’un kuzeyinde küçük bir köy olan Azinhaga’da doğdu. Yoksul bir köylü ailenin oğlu olarak büyüdü. Ailesiyle birlikte taşındığı Lizbon’da öğrenim gördü. Öğrenimi sırasında kırsal kesimde çalıştı. Ekonomik sorunları nedeniyle okulu bıraktı. Makinistlik eğitimi aldı. Teknik ressamlıktan redaktörlüğe, editörlüğe ve çevirmenliğe kadar birçok işte çalıştı.
 Yoksulluk, iyi bir eğitimden yoksun kalmasına neden olmuş José Saramago’nun; küçük yaşta çalışmak zorunda kalmış bu yüzden. Gençlik yıllarında giderek artan okuma tutkusu sonucu yirmi üç yaşında ilk romanını (Günah Ülkesi) yazmış, fakat roman hiç ilgi görmeyince bundan vazgeçmiş ve otuz yıl gibi uzun bir sure bir daha roman yazmaya girişmemiş. On iki yıl boyunca bir yayınevinde yayın yönetmenliği ve Yeni Seara dergisinde edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1972-1973 yıllarında Lizbon'da siyasi makaleler yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği'nin yönetim kurulunda görev aldı.
Geç başlayan yazarlık serüveninde çok üretken oldu. Saramago'nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan “Memorial do Convento”dur. Fernando Pessoa'nın takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis'in Lizbon'a dönüp yaratıcısıyla karşılaşmasını konu alan “O Ana da Morte de Ricardo Reis”, 1984 yılında yayınlandı. Saramago'nun en ironik yapıtı sayılan “Historia de Cerco de Lisboa” da (1988) tarih üzerine kurulu bir denemedir. 1995 yılına ait “Körlük” insan varoluşunun özü, tanrı ve şeytan hakkında bir romandır. 1997 yılında ise, sıradan bir memur olan Senhor José'nin çevresinde dönen bir roman olan “Todos os nomes” yayınlandı.

1991 yılında “İncil’deki İkinci İsa” adlı romanının AB’nin bir roman ödülüne Portekiz adına aday gösterilmesine “kitap Portekizli Katoliklerin hislerini incitebilir” gerekçesi ile izin verilmedi. Uzun bir diktatörlük döneminden sonra 1974 yılında demokrasiye geçmiş olan ülkesinde böyle bir yasaklamayla karşılaşınca Kanarya Adalarına göç etti. 1993’te Pilar del Rio ile evlendi.

Saramago'nun yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında özellikle romanlarıyla birçok ödüller almış olan Saramago'nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü'dür. Yapıtlarındaki hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle, anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlayarak çağımızın en önemli edebiyatçıları arasında yerini alan Saramago, 2010 yılının Haziran ayında yaşamakta olduğu Kanarya Adaları'nda yaşamını yitirdi.