27 Aralık 2011 Salı

Körlük


                                                Yazar: José Saramago
                                                Yayınevi: Can Yayınları
                                                Orijinal Dili: Portekizce
                                                Çeviren: Aykut Derman
                                                Orijinal Adı: Ensaio sobre a cegueira
                                                Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem Design
                                                Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011-20.Baskı


Körlük, 1998 yılı Nobel Edebiyat Ödülü' sahibi Portekizli yazar Jose Saramago'nun son yıllarda yazdığı en etkileyici kitap. Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşir. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlaki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler, ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramango, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmıştır. Çağdaş dünya edebiyatının bu ünlü adının öteki yapıtlarını da yakında Can Yayınları arasında bulacaksınız.( Arka Kapaktan)

Yorumlarımız:
Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun  Körlük romanı bence çok farklı.  Şöyle ki göz doktorunun karısı hariç herkesin birdenbire kör olduğu, körlüğün bulaşıcı bulunduğu bir toplumun ve onun içindeki küçük bir gurubun çektiği sıkıntıları okurken o denli gerçekçi bir anlatım var ki onların sıkıntısı benim sıkıntım, açlıkları benim açlığım, eziyetleri benim eziyetim oldu. Adeta bunaldım. Diğer taraftan yazım sitili olarak roman su gibi akıp gitti; zaman zaman meraklandırdı, zaman zaman da fanteziyle gerçeği karıştırmamıza neden oldu (kilisede heykellerin gözleri acaba neden kapatıldı, ya da tabloların gözleri neden boyandı?). Romanda kahramanların isimleri yok, tarifleri var. Anlatım üçüncü şahsın ağzından yapılıyor. Bunların hiçbiri romanın son derece güçlü akışını değiştirmiyor. Bence tek bir gerçek hiç değişmiyor: insanlar rahat da yaşasalar, çok büyük sıkıntılar da çekseler  ( körlük olgusu burada sadece bir metafor, başka bir şey de olabilirdi: savaşlar, bulaşıcı başka hastalıklar, tabi afetler gibi) ilk önce yiyecek sonra barınma ve sonra cinsellik ihtiyaçları hep var. Düzenin olmadığı, kötülüklerin iyiliklerin önüne geçtiği ortamlarda bu ihtiyaçlar karşılanırken müthiş bir hayat mücadelesi veriliyor. Bu mücadelede birbirine tutunan insanlar zaferle çıkabiliyor. Burada adalet kavramları içerik değiştiriyor. Öldürmek bile o mücadelenin bir parçası olduğu zaman insanca bir davranış gibi algılanabiliyor ( cinsel tacize uğrayan kadının bunu yapan erkeği öldürdükten sonra duyduğumuz rahatlamada olduğu gibi). Kitabın son sayfaları yani  körlükten görmeye geçişleri anlatan bölüm bence  biraz havada kalmış gibi, bana yavan geldi. Onun için ben hep baştaki şu satırları hatırlamaya karar verdim:
Bakabiliyorsan, gör
Görebiliyorsan, gözle.
LEYLA
Hayattaki en büyük korkularımdan biridir, kör olmak. Kitaba çok çekinerek başladım. Anlatımı çok akıcı olduğundan rahat okudum. Bitirdikten sonrada Fernando Meirelles’in yönettiği Mark Ruffalo ve Julianne Moore’un başrolünü oynadığı filmini seyrettim. Kitap o kadar güzel anlatmış ki filmdeki sahneler bana yumuşatılmış geldi. Görme duyusunu yitirenlerin beraberinde insanlıklarını da yitirmelerini çok güzel sorguluyor, roman. Karakterlerin içine düştükleri duruma rağmen kendi huylarından vazgeçemediklerini görüyoruz. Cinayet, tecavüz, fırsatçılık, nefret bir yanda yükselirken diğer yanda da dayanışma, koruyup kollama, paylaşma, sevgi var. Bu ikilem de romanın ana temelini oluşturuyor. Tecavüzcüler, sıradan insanlardır, ama kurulan düzenin cazibesiyle anında suça ortak olurlar. Kitle psikolojisi herkesi körleştirir. Toplu suç, suçluluk duygusunu köreltir. Yaptıklarının vahametini düşünmeden talana katılma yarışına girerler. Hem zalimi, hem mağduru körleştiren bir talan sofrasıdır yaşananlar.
Aslında, salgın olmasa da düzenin böyle olduğunu yazar çok güzel vurguluyor. Bizlerin “gören körler mi, yoksa gördüğü halde görmeyen körler” olarak mı yaşamak istediğimize karar vermemiz gerektiği ile bitiriyor. NURİZER

İç açıcı bir konu değildi. Ama yazar çok akıcı bir dille romanını yazmış, okurken bizleri sürükleyebilmişti. Çevirisinin de güzel olması, kitabı rahat okunabilir kılmıştı. 
Nobel edebiyat ödüllü bir yazarı daha tanıdık, tartıştık. Genç nesil yazarlarından olmamasına rağmen, bana bu farkı yaşatmadı. Güncelliği hiç bitmeyecek bir konu ve anlatım vardı.
 Roman; bir salgın, devletin tecrit politikası, haksızlıklar, insani duyguları yitirme, vicdan vb her konuda düşündürüyordu. Yanlış ve acımasız bir tedbirin işe yaramayacağını kanıtlıyordu. Herkesin gözü kör oldukça kararacağına beyazlıyordu. Zaten tıbben böyle bir salgın olamaz. Burada bir mecaz vardı. İnsanların zorda kaldığında kaybettikleri duygular, acımasızlık, gaddarlık anlatılıyordu. Mesela doktorun karısının yaptığı fedakârlığa karşı, yaşadığı cinsellik, acıttı içimizi. Yine ekmek uğruna kadınlar pazarlanırken, karısı için doktorun sesi çıkmadı. Doğuştan kör olan adam neden o kadar acımasızdı. Onu öyle kılan, diğer insanlara göre  daha şanssız olmasının isyanımıydı? Küçük çocuğu, annesi  nasıl yalnız bırakabilmişti?
 Kitabı okurken hep aklıma eskiden cüzamlı insanlara yapılan tecrit geldi. Bilinçsiz olarak onlardan uzaklaşmak ve onları hücreye tıkmak.  Okuduğumuz roman insanlık için bir ibret olmalı. Devlet her koşuldaki insanına çare arayacağı yerde, hapsetmeyi çözüm sanmamalı... ZELİHA

Jose Saramago'nun Körlük romanını okuduktan sonra, filmini de seyrettim. Her ikisinde de konu itibariyle bana sıkıntı ve rahatsızlık hissettirdi. Jose Saramago'nun tam istedigi de bu sanırım. Dünya da yaşanacak bir felakette insanların hayatta kalmayı başarmak için neler yapabileceklerini çok gerçekçi anlatmış. Romanın finali benim için de biraz havada kalmış hissi uyandırdı. IŞIL

Bu kitabın konusu isminden de anlaşılacağı gibi depresif ve başlarken nasıl okuyacağıma dair ciddi tereddütlerim vardı ancak Jose Saramago bu kadar zor bir konuyu ustalıkla, akıcı bir dille ve zaman zaman istemeyerek olsa bile okutan bir yazar. Kullandığı teknik açısından da enteresan çünkü isim, zaman belirtilmediği gibi paragraflarda birbirinden ayrılmayıp, okuyucuya bir akış, süreklilik hissi uyandırmakta. İsim ve mekân belirtilmemesi olayların dünde, bugünde, yarında gerçekleşebileceğini, ayrıca herhangi bir coğrafyaya, her hangi bir topluma da bağlı olmadığını düşündürtüyor. Okurken aklımdan Nazi kampları ve 2. Dünya savaşında yaşanan olaylar geçti. Yazar insanın ne kadar acımasızlaşabileceğini göstermenin yanı sıra geçek bir felaket karşısında sadece temel içgüdülerin (yemek, barınmak ve üreme/seks) insan davranışlarına yön verdiğini, diğer şeylerin hepsinin anlamsızlaştığını ve önemini yitirdiğini çok net bir şekilde ortaya koymakta. Bunu yaparken elimizde olan fakat tam anlamıyla kullanmadığımız yani bakmak ancak görmemek konusunu işleyerek, insanları “körlük salgınına” yakalatarak anlatmakta.  Kitapta tek kör olmayan doktorun karısının, herkesin iyileştiği noktada aslında herkesin gördüğü kadar görmesine rağmen kör olduğunu zannetmesi de bence “toplumsal körlüğün, duyarsızlığın” dünya yüzünde devam ettiğini ortaya koymakta.
Bence zor ve sıkıntılı konuya rağmen okunması gereken önemli bir kitap. DEMET

20 Aralık 2011 Salı

José Saramago


Portekiz'in en tanınmış yazarlarından olan José Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde Lizbon’un kuzeyinde küçük bir köy olan Azinhaga’da doğdu. Yoksul bir köylü ailenin oğlu olarak büyüdü. Ailesiyle birlikte taşındığı Lizbon’da öğrenim gördü. Öğrenimi sırasında kırsal kesimde çalıştı. Ekonomik sorunları nedeniyle okulu bıraktı. Makinistlik eğitimi aldı. Teknik ressamlıktan redaktörlüğe, editörlüğe ve çevirmenliğe kadar birçok işte çalıştı.
 Yoksulluk, iyi bir eğitimden yoksun kalmasına neden olmuş José Saramago’nun; küçük yaşta çalışmak zorunda kalmış bu yüzden. Gençlik yıllarında giderek artan okuma tutkusu sonucu yirmi üç yaşında ilk romanını (Günah Ülkesi) yazmış, fakat roman hiç ilgi görmeyince bundan vazgeçmiş ve otuz yıl gibi uzun bir sure bir daha roman yazmaya girişmemiş. On iki yıl boyunca bir yayınevinde yayın yönetmenliği ve Yeni Seara dergisinde edebiyat eleştirmenliği yaptı. 1972-1973 yıllarında Lizbon'da siyasi makaleler yazdı. Portekiz Yazarlar Birliği'nin yönetim kurulunda görev aldı.
Geç başlayan yazarlık serüveninde çok üretken oldu. Saramago'nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan “Memorial do Convento”dur. Fernando Pessoa'nın takma isimlerinden biri olan Ricardo Reis'in Lizbon'a dönüp yaratıcısıyla karşılaşmasını konu alan “O Ana da Morte de Ricardo Reis”, 1984 yılında yayınlandı. Saramago'nun en ironik yapıtı sayılan “Historia de Cerco de Lisboa” da (1988) tarih üzerine kurulu bir denemedir. 1995 yılına ait “Körlük” insan varoluşunun özü, tanrı ve şeytan hakkında bir romandır. 1997 yılında ise, sıradan bir memur olan Senhor José'nin çevresinde dönen bir roman olan “Todos os nomes” yayınlandı.

1991 yılında “İncil’deki İkinci İsa” adlı romanının AB’nin bir roman ödülüne Portekiz adına aday gösterilmesine “kitap Portekizli Katoliklerin hislerini incitebilir” gerekçesi ile izin verilmedi. Uzun bir diktatörlük döneminden sonra 1974 yılında demokrasiye geçmiş olan ülkesinde böyle bir yasaklamayla karşılaşınca Kanarya Adalarına göç etti. 1993’te Pilar del Rio ile evlendi.

Saramago'nun yapıtlarının arasında iki şiir kitabı, birçok deneme, oyun ve roman vardır. Bunların arasında özellikle romanlarıyla birçok ödüller almış olan Saramago'nun edebiyat yaşamının asıl meyvesi, 1998 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü'dür. Yapıtlarındaki hayal gücü, sevecenlik ve ironiyle, anlaşılması zor gerçeklerin kavranmasını sağlayarak çağımızın en önemli edebiyatçıları arasında yerini alan Saramago, 2010 yılının Haziran ayında yaşamakta olduğu Kanarya Adaları'nda yaşamını yitirdi.

25 Kasım 2011 Cuma

Görünmez Kentler


                                                                 Yazar: Italo Calvino
                                                                 Yayınevi:Yapı Kredi Yayınları
                                                                 Çeviren: Işıl SAATÇIOĞLU
                                                                 Kapak Tasarımı: Nahide DİKEL
                                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2011-11.Baskı



16 Kasım’da Ufuk’un evinde yaptığımız toplantıda Italo Calvino’nun Görünmez Kentler” isimli denemesini tartıştık. Kitabın arkasındaki tanıtım yazısı şöyle:

Modern dünyanın masal anlatıcısı Italo Calvino'nun Türkçede uzun süredir görünmeyen kitabı Görünmez Kentler, tekrar elimizin altında... Kubilay Han'ın atlasında yolculuk eden Marco Polo... Batının doğuyu gören gözünün kurduğu hayaller bir yanda, modern kentin içinden çıkılmazlığı ve geleceği öte yanda...
"Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı."
Okur, kitabı eline aldığında, yazarın kentleri arasında dolanacağından, önüne altın harflerle sunulan olasılıkları yutacağından, sonunda okuduklarını kendi zihnindeki ideal kentlere ekleyeceğinden emin olmalı. Okur, kitabı, mümkünse, büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek, okumalı; göz önünde gerçekle, göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için...
"Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya."
(Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Orhan Pamuk’un bir röportajında Harvard Üniversitesindeki Norton derslerini kendisinden önce verenler arasında Italo Calvino’nun adını görünce daha önce İtalyan bir yazar okumadığımız için onu okumaya karar verdik. Biraz araştırdıktan sonra ve Ufuk’un da Mimarlık Fakültelerinde okutulan ve anlatılan şehirlerin maketlerinin ödev olarak verildiğini söylemesinden sonra “Görünmez Kentler”i okumaya karar verdik.

Italo Calvino “Le città invisibili / Görünmez Kentler” kitabında, Marco Polo, Kubilay Han’ın hükümdarı olduğu imparatorluğun 55 kentini tasvir eder. İmparatorla kâşifin, satranç oyunları esnasında yaptıkları sohbetler üzerinden bu şehirlerin sırları, güzelliği ve korkunçluğu anlatılır. Kubilay Han’ın sahibi olup da, “görmediklerini”, kendi dünyasından, şehrinden uzak bir sürgün olan Marco Polo, son derece görsel biçimde, tüm duyularınıza hitap eden şekilde, kentlerin içine gizlediği hikâyelerle anlatır, dediğine göre her şehre kendi şehri Venedik’ten de bir şeyler katar.

Bu kitabı okumak bana gerçekten zor geldi. Betimlemeler, kurgu ve üslup içinde kayboluveriyor insan. Görünmez Kentler’i okumak büyük bir konsantrasyon gerektiriyor. Aslında kitabın her cümlesine uzun uzun vakit vermek gerek yorumlayabilmek için. Beni etkileyen bazı cümleleri aşağıda yazdım, ama bunun gibi daha çok cümle var. Belki çok içine giremedim kitabın o yüzden çok anlamadım.

“.. Yaşanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları.”

“ Doğru yolu bulmak için kaybolmak gerekir… Labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Ama labirent, aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır. Onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.”

“İki yolu var acı çekmenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”

Kitapta anlatılan bazı kentlerin resmedilmiş hallerini bu internet sitesinde bulabilirsiniz: http://www.cittainvisibili.com/tuttelecitta-en.htm. Aslında kentler çok az kelime ile o kadar güzel anlatılıyor ki, hayalinizde canlandırmak zor olmuyor. NURİZER

Başlangıçta bitirmeliyim diye okudum kitabı. Hızlı okuyunca pek felsefesine ulaşamıyorsunuz. Birlikte tartıştıkça duygu ve düşünceler girdi, düşler girdi, önemi artı her kentin... Bütün kent isimleri acaba neden kadın adıydı?

 Italo Calvino yaşanan kentlerin bilinmeyen gerçeğini masal gibi anlatmış bizlere. Venedikli gezgin batıdan doğuya yıllarca dolaşır. Tatar İmparatoru Kubilay Han'a satranç tahtası başında gezdiği gizemli şehirleri anlatır. Belki de ona her kare bir şehri hatırlatır. Kentlerin gördüğü gizemli yüzünü. Kentlerle, anı, arzu, gökyüzü, gösterge, gözler, ölüler, ölçülerle, ... özdeşleştirir. Her şey artar çoğalır, çoğalır ve gizlenir. Kentler deyince hangimizin akılına bunlar gelebilirdi? Görüyoruz ki İtalio Calvino'nun çok güçlü bir yaratıcılığı var. Gökyüzüne tırmanan köprüler, kat kat asılmış veya yeraltında aynısı kopyalamış şehirler...

 Düşündüm; Acaba sürekli büyüyen, çoğalan günümüzün modern kentlerindeki ilk bakışta göremediğimiz veya görmek istemediğimiz sorunlar yumağımı yazarın böyle bir konu işlemesine neden oldu?

 Şu anda iyi ki okumuşuz diyorum. Bir İtalyan yazarını ve onun büyülü hayal dünyasını tanıdık. Ayrıca çok eski tarihlere dönerek doğu medeniyetini hatırlamış olduk. ZELİHA


 Modern masalların anlatıcısı Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabını okurken zorlanmadım dersem yalan olur. Kitabın ilk elli sayfası yazarın Amerika’daki konferanslarından iki kısa alıntı ile çevirmenin, Calvino’nun yaşamı, hayata bakışı ve felsefesini diğer edebiyatçılarla karşılaştırmalı bir şekilde analiz ettiği  bölümden oluşmakta. Daha sonra  Marco Polo yolculuklarında gördüğü elli beş kenti Tatar imparatoru Kubilay hana anlatmaktadır. Aslında ‘kent’ sadece bir simgedir. Yazar kendisinin de söylediği gibi rasyonellik ile gerçek yaşamın tüm unsurları arasındaki gerilimi, çelişkiyi, karmaşayı ortaya koymaktadır. Onun hayal gücünün sınırı yoktur ve bunları dile getirip yazmakta büyük ustalık ve cesaret göstermektedir. Her bir kent  sonsuzluğun, zamansızlığın ve görünmezliğin sembolleri gibidir. Kentlerin arasında görünen bir ilişki de yoktur. Bence her bir kent bir bireyi yansıtmaktadır. Onun için bu kentlerden milyon tane düşünmek mümkündür. Yazar neden sadece elli beş tane kent yazmış, neden daha az veya daha çok yazmamış bilmiyorum. Benim için bireyler bu kentler gibi sonsuz farklılıklar, çelişkiler ve  özellikler gösterir. Tam anladığımızı zannettiğimiz anda bu çelişkilerin ne kadar karışık ve çözümsüz olduğunu görüp, şaşarız; bazen üzülür, bazen kızar ve bazen heyecanlanırız. Tüm evrende kim bilir daha nice bireyler vardır ya da yoktur. Fazlası ile meşgul olduğumuz kendi küçük dünyamızla bile baş edemezken Italo’nun düşünce ve düşlerini inanılmaz bir özgürlüğe bırakıp yazdığı bu kitabı okumak,  anlamak, özümsemek ve bununla başa çıkmak gerçekten  çok zor. Tek söyleyebileceğim şey Italo’nun dediği gibi biz  cehennemin ortasında bile kalsak  güzellikleri veya iyi olanı arayalım, bulalım, onu yaşatmaya çalışalım. Kentlerin bir yerinde asılı duran bir UMUT olduğunu hiç ama hiç unutmayalım. LEYLA















13 Kasım 2011 Pazar

İki Fuar Birarada


12-20 Kasım 2011 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi- Büyükçekmece’de düzenlenecek olan 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, 200 etkinlik ve yüzlerce imza ile kapılarını kitapseverlere açtı. Açılışını Mısır ve Türkiye’nin kültür bakanlarının yaptığı İstanbul Kitap Fuarı’na yurt dışından 35 ülkeden yayınevleri, telif ajansları ve konuk yazarlar katılıyor.
TÜYAP'ın ilk gününün en ilgi çekici etkinliği, onur yazarı Ferit Edgü'nün aynı zamanda fuarın teması olan "Umut: Düş mü? Gerçek mi?" başlıklı söyleşisiydi. Edgü, "Umuda her zamankinden daha çok ihtiyacımız var." diyerek başladığı söyleşide, felsefe ve edebiyattan yola çıkarak umudun insanlık tarihinde izlediği yolu kendi bakış açısıyla yorumladı. Umuttan çok umutsuzluğa dikkat çeken Edgü, bunun sebebini de "Umut, umutsuzluktan doğar" önermesiyle açıkladı. Edgü, bir saati biraz geçen söyleşisini, Sartre'ın umuda olan inancını dile getirdiği düşüncesine itiraz ederek noktaladı. Hakkâri'de Bir Mevsim'in yazarı, 'özlemle andığı eski dostu' Melih Cevdet Anday'ın bir dizesini değiştirerek umudun yerine 'aşk'ı koydu: "Aşk bir ağaçtır / Gökleri sarar".
TÜYAP Beylikdüzü, Kitap Fuarı’yla eşzamanlı olarak 20 Kasım’a kadar 21. Istanbul Sanat Fuarı/ Artist 2011’e de ev sahipliği yapıyor. Bu yılki sanatçı onur ödülüne değer görülen grafik sanatçısı Yurdaer Altıntaş 60 yıllık çalışmalarıyla, koleksiyoner onur ödülünün sahibi Prof. Münir Ekonomi koleksiyonundan ‘Arkeolojide Sanat’ başlıklı bir seçkiyle, sanatsever kurum ödülüne değer görülen Suna ve İnan Kıraç Vakfı ise ‘ıstanbul Fotoğrafları Koleksiyonu’yla fuarda. Fuar,Italya’dan da iki önemli sergiyi ağırlayacak. 100 sanatçının katıldığı ‘Image of Italy’ ve Bergamo Sanat Fuarı’ndan gelen 10 önemli sanatçının eserleri de ‘Young Italian Artist For Istanbul’ isimli bir seçkiyle fuarda yer alacak.

SuretinSireti

“Suretin Sireti”, bir sergi başlığı. 3 Ekim 1931 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın Sanat Koleksiyonuna ait 61 eser 2 Kasım – 31 Aralık arasında Pera Müze’sinde sergilenmekte. Hepimizin tanıdığı Türk sanatçılarının yapıtları kadar serginin adı, tanıtımı için basılan broşür ve sergi salonunun duvarlarında sergi konsepti ile ilgili farklı yazarlardan seçilen alıntılar çok etkileyici. Sergi broşüründen yaptığım alıntı size serginin kapsamı ve anlamı hakkında daha çok bilgi verecek:

“Suret, siretin aynasıdır.
Bunun ne derece doğru olduğu bilinemez.
Yalnız bilinen bir şey varsa ahlâktan çok sanatın buna inanmış olmasıdır.”

Malik Aksel, Hisar, 1957

Sergi, sanat tarihi yazımı, varolan bilginin doğası, kaynağı ile ilişkili olarak Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu’ndan seçilerek sergilenen yapıtlarla sınırlı bir arkeoloji yapma, yeniden ziyaret etme ya da suretin sirete uygunluğuna ilişkin bir deneme olarak algılanabilir. Bu başlıkla amaçlanan Türkiye’deki modern/çağdaş sanat tartışmalarını, modern sanat müzeleri ile sanat tarihi yazımını belirleyen ana görüşleri bir koleksiyon sergisi üzerinden yeniden düşünmek, belli dönemleri önemsemek ya da eleştirmekten çok süreçleri şeffaflaştırılma isteğidir.

“Görünüş, biçim, resim, resim kopyası, nüsha, fotoğraf, yol, tarz” gibi anlamları olan “suret” sözcüğü, İslam felsefesinde, varlığın görünen, beş duyu ile algılanan yönüne karşılık geliyor. “Siret” ise bir kişinin görülmeyen, duyularla sezilebilen, soyut, tinsel durumunu, hal ve davranışlarını, doğasını, ahlakını, duygularını, karakterini, suretten öte olanı tanımlıyor. Bu açıdan bakıldığında, sergi dolayısıyla bir koleksiyonu yeniden ziyaret isteğinin, Merkez Bankası’nın birikimini 1994’te kamuyla paylaştığı “1950-2000” sergisinin “modern ve ötesi” eksenindeki görünümüyle ilişkili olduğu düşünülebilir. Bu ilişkinin temel değişkenleri, köşe taşları ise sergi metninin ana sorunsalıdır. Bu nedenle metni kuran ana fikir, Merkez Bankası Koleksiyonu’nun, kayıt altına alındığı ve oluşturulduğu tarih itibariyle anlamını, önerdiği tartışmaları ve sanat tarihi içinde nasıl bir yere konumlandığını, bugünden geçmişe yapılan bir ziyaret aracılığıyla sorgulamak ve sanat tarihi yapmaktan çok yazılı ve yazısız tarihin nasıl inşa edildiği üzerinde durmakla ilişkilidir.

Suretin Sireti sergisi, yapıtların kendi tarihlerini ne ölçüde aşacaklarını, sanat yapıtlarını ve tarihini değişik zamanlarda yorumsa-ya/n-cak kişiler açısından ne anlam ifade ettiğini/edeceğini düşünmek, bizi dünyaya açılmaya zorlayan yanlılıklar olarak işleyen önyargılarımıza karşı yeni önyargılar ve sorular üretmek için bir fırsat olarak görüldü. Bir bakıma, koleksiyonu oluşturan yapıtları, düşünceleri tarihselleştirerek ya da -meyerek bugünün değer yargılarıyla, yargı ya da önyargının değişmezliğine ilişkin bir diğer görüş üretme olasılığı her zaman vardır.


Müzenin üçüncü katındaki “Osman Hamdi Bey ve Amerikalılar” sergiside bizim çok ilgimizi çekti. 15 Ekim tarihinde ziyarete açılacak sergi, ressam, arkeolog ve müzeci Osman Hamdi Bey ile Amerikalı arkeolog ve fotoğrafçı John Henry Haynes ile Prof. Hermann Vollrath Hilprecht'in Osmanlı topraklarında kesişen yaşamlarından yola çıkarak, Amerikalı arkeologların Osmanlı topraklarındaki ilk kazılarını -Assos ve Nippur- ve iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri konu alıyor. 19. yüzyıla ait arkeolojik fotoğraf ve çizimler, mektuplar, seyahat günlükleri ve Osman Hamdi Bey’e ait yağlıboya tablolar yer alıyor sergide.

Sene sonuna kadar eğer yolunuz Beyoğlu’na düşerse Pera Müzesi’nede uğrayın, pişman olmayacaksınız sergilerin ikisine de gitmeye değer.


12 Kasım 2011 Cumartesi

Italo Calvino




15 Ekim 1923'te Küba'nın Santiago de Las Vegas kentinde doğar. Botanikçi olan anne ve babası burada araştırmalar yapmakta ve üniversitede ders vermektedirler. Ebeveynleri çocuklarına “Italo” adını verirler, çünkü onun köklerini unutmasını istemezler. Ama oğulları iki yaşında iken İtalya’ya dönüp San Remo’ya yerleşirler. Calvino’nun kitaplarla ilk tanışması 12 yaşında Kipling ile olur. Bu, onun egzotik dünyalara, fantastik serüvenlere olan tutkusunun başlangıcıdır. 16 yaşından itibaren kısa öyküler, tiyatrolar, şiirler yazmaya başlar. Sanremo’da Cassinis Lisesi’nde “Repubblica” Gazetesinin gelecekte müdürü olacak Eugenio Scalfari ile sıra arkadaşı olarak öğrenim gördü. 1941 yılında liseyi bitirince Torino Üniversitesi Tarım Fakültesine yazılır.

1943 yılında askere çağrılır, fakat Calvino gitmez ve bu yüzden bir sure saklanmak zorunda kalır. Bir çatışmada genç bir komünistin öldürülmesi üzerine 1944 yılında İtalyan Komünist Partisine kaydolur. Yirmi ay boyunca Deniz Alplerinde partizan olarak çalışır. Bu arada ailesi Almanlar tarafından tutuklanır.

Savaş bitince Tarım fakültesinden ayrılıp Edebiyat Fakültesine kaydolur ve 1947 yılında mezun olur. Aynı yıl Torino’daki Einaudi yayınevinde çalışmaya başlar. İlk kitabı “Örümceklerin Yuvalandığı Patika” ile Riccione ödülünü kazanır. 1949’da yayınlanan “Karga Sona Kaldı” kitabında direniş ve savaş sonrası İtalya’yı anlatır.
İtalyan Komünist Parti üyeliği yapan Calvino, Macaristan olayları sonrasında partiden ayrılır ve parti içi durumlara tepki olarak yazdığı acımasız anlatısı "La Grande Bonaccia delle Antille", 1957 yılında "Città aperta"da (Açık Şehir) yayınlar

1950'lerin sonlarında fantezi ve alegoriye yöneldi. Yazdığı üç anlatı ününü pekiştirdi: İkiye Bölünen Vikont, Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye. 1960 yılında Calvino’ya Salento ödülünü kazandıran bu son derece fantastik romanlar o zamanki toplumu konu almasa da alegorik olarak o günkü sosyal ve politik meselelere dair endişelerini dile getirir.
Calvino,  Arjantinli yazar Jorge Louis Borges, modern dilbiliminin kurucusu İsviçreli Ferdinand de Saussure, eleştirmen Roland Barthes ve Vladimir Propp göstergebilim ve yapısalcılığın etkisi altında bir kez daha biçemini değiştirir ve"Kozmokozmik Öyküler" ve "Sıfır Zaman"ı yazar.

Calvino,  1964’te Paris’e yerleşir ama Einaudi’deki işinden ayrılmaz. Arjantin asıllı Esther Singer ile evlenir ve bir yıl sonra kızları Abigail doğar. Calvino İtalya’dan uzakta yaşamaktan mutludur.  “Benim için en ideal yer bir yabancı olarak yaşamanın en doğal olduğu yerdir” diye yazar. Burada “Potensiyel edebiyat Atölyesi” çalışmalarına katılır. Grubun amacı yazı yazmakla ilgili tüm olasalıkları keşfetmek ve yazıya matematiksel yapıları uygulamaktır. Bunun sonucu Calvino “Kesişen Yazgılar Şatosu”nu yayınlar. 1974’den sonra beş yıl boyunca "Corriere della Sera" gazetesinde hikâyeler, seyahat günceleri, ülkenin siyasi ve sosyal gerçekleri üzerine yazılar yazdı.
1972 yılında Marco Polo-Kubilay Han ilişkisi çerçevesinde arzu, bellek, yaşam, ölüm gibi temaları büyük bir incelik ve şiirsellikle işlediği “Görünmez Kentler”i yayınlar. Anlatıda bir gövde gösterisi olarak değerlendirilebilecek, Borges’in özyinelemeli labirentlerindeki gibi göndegesel bir edebi oyun olan “Bir Kış Gecesi Eğer Bir yolcu” kitabını 1979’da yayınlar.

1980 yılında Calvino ailesi İtalya’ya döner ve Roma’ya yerleşir. 1979 yılında yazmaya başladığı Repubblica Gazetesi’ndeki köşesine yaşamının sonuna kadar devam etti. "Una Pietra Sopra"da (1980), dönemin edebi tartışmaları üzerine çok sayıda bildiriyi, “Collezione di Sabbia”da ise (Kum Koleksiyonu) (1984) özel vesileler için düşünülmüş dağınık nesirleri biraraya getirdi.

19 Eylül 1985’te geçirdiği beyin kanaması sonucu Siena’da yaşamını yitirir. Tam da bu sıralarda Charles Eliot Norton Lectures’ı sunmak için Harvard Üniversitesine gitmeye hazırlanıyordu. Altı dersten oluşması gereken bu proje ne yazık ki tamamlanamaz, ama beşi bir kitapta yayınlanır; “Amerika Dersleri”.

18 Ekim 2011 Salı

Benim Adım Kırmızı




                                                            Yayınevi: İletişim Yayınları
                                                            Türü: Roman
                                                            Baskı Tarihi: Şubat 2011, 34.Baskı


Yaz bitti ve sonbaharla birlikte Kitap Kulübümüzün 4. Yılına başlıyoruz. 12 Ekimde Zeliha’nın evinde yaptığımız bu dönemin ilk toplantısında Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” adlı romanını tartıştık.
Roman, 16. yy sonu İstanbul’u ve günümüzde unutulmuş bir mekân olan Nakkaşhane üzerine kurulu, minyatür sanatı, nakkaşlar arası çekişmeler, geleneksel-modern resim çelişkisi, saray çevresi korkusu, padişahın gücü, aşk, evlilik, annelik, kurnazlık, kıskançlık, hüzün, mutsuzluk, temaları çerçevesinde renkli insan manzaraları ile süslenmiş bir cinayet romanı.  Katil, metin içinden bizlere kendisini anlatıyor, okuyucunun düşünce tarzını alaya alıyor, nakış sanatı üzerine düşünceleri ile işlediği cinayetler arasında bağlantılar kuruyor. Ama kitabın sonuna kadar kendini açıklamıyor.

Orhan Pamuk’un “en renkli ve en iyimser romanım” diye nitelendirdiği hepimizin çok beğendiğimiz romana ait yorumlarımız:

Benim Adım Kırmızı 16.yy. Osmanlı İmparatorluğunda İstanbul’da geçen tarihi polisiye türü bir roman. Padişah’ın emriyle hazırlatılan gizli bir kitap için çalışan nakkaşlardan birinin ölümü ile roman başlıyor ve sonuna kadar katilin kim olduğu merakı hiç düşmeyen bir tempoyla sürüyor.
Romanın her bölümünde farklı bir kahraman kendi hikâyesini anlatıyor. Bu kahraman bazen renk, bazen ölüm, bazen insan, bazen şeytan v.s. olabiliyor. Kahraman arada okuyucuya seslenerek onunda romanın parçası olmasının sağlıyor.    
Ayrıca 16.yy. nakkaşhaneleri, nakkaşlar, meddahlar, doğu batı sanatı, dini alet eden bağnaz hocalar, Osmanlının günlük hayatı ayrıntılı anlatılıyor.
Orhan Pamuk ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ kitabında ‘Benim Adım Kırmızı’ romanı için; “Topkapı Sarayı Hazinesi’nde 16.yy. sonunda bulunan kitapların ve murakkaların içindeki resimleri ayrıntıları ile tasvir ederek, bu minyatürlerin kahramanları, eşyaları hatta şeytanları ile özdeşleşerek bir âlemi canlandırmaya giriştim. ‘Gördüğünü kelimelere geçirmek ve kelimelerin anlattığını aklımızda resimleme’ ben hep okurun görsel hayal gücüne seslenen bir yazar oldum ve roman sanatının görsellikle çalıştığına inandım.” diyor.
Gerçektende roman 16.yy. minyatür tasvirleri ile bir görsel şölen sunuyor. Mutlak okunacak kitaplar listesinin ilk sıralarında yer alacak bir roman. Romanda eleştirilecek tek nokta bazen tekrarların olması okuyucuya fazlalık hissi uyandırıyor. IŞIL


“Benim adım Kırmızı” hiç bilmediğim bir dünyayı, nakkaşların dünyasını ve minyatürlerin arkasındaki felsefeyi çok güzel bir kurgu ile anlatıyor. Ana konudaki nakkaşlar hikâyesi ile yanında yaşanan aşk hikâyesindeki sevgi, cinsellik, kıskançlık, mutsuzluk, güç, tutuculuk romanda sık sık kesişiyor.
Kitaptaki her karakter, insan olmayanlar bile çok güzel anlatıyor kendini. Beni en çok etkileyenler ise “Ölüm” ve “Kırmızı” oldu. Kitabın 31. bölümünde “Kırmızı olmaktan ne de mutluyum! İçim yanıyor; kuvvetliyim; fark edildiğimi biliyorum; bana karşı koyamadığınızı da.” diyerek canlanan Kırmızı ancak bu kadar güzel anlatılabilir bence. “Renk gözün dokunuşu, sağırların müziği, karanlıkta bir kelimedir.” diyen Pamuk, roman boyunca kılıç olduğunda ölümü, kiraz dudaklar olduğunda güzelliği anlatan kırmızıyı, son bölümde de “İstanbul’da bir yüz yıl açan nakış ve resim heyecanının kırmızı gülü de işte böyle soldu” sözleriyle de dönemini kapatan resmin ve sanatın kendisi haline getirir.
Ölüm ise “Benden korktuğunuzu gözlerinizden okuyorum” diye 24. Bölümde canlanır. Ama diğer bölümlerde gerek Enişte, gerek Hasan, gerekse Katil ölürken yaşadıklarını ve ölümü çok detaylı anlatırlar. Ölümde Kırmızı gibi sadece bir kez dillenir, fakat kitabın tümünde zaten vardır, bölümler arası bir bağ gibidir
Çok keyifli, sürükleyici, her ayrıntısı incelikle tasarlanmış bir roman “Benim Adım Kırmızı”, ben kitabı severek okudum ve herkese tavsiye ederim. NURİZER


Kitap kulübünde okuduğumuz ikinci Orhan Pamuk kitabı olan "Benim Adım Kırmızı" için söyleyecek tek kelime var bence; mükemmel bir roman. Daha önce okumuş olduğumuz “Masumiyet Müzesi”nde saf/naif okuyucu olarak birçok kişi gibi bende romanın bir kurmaca mı yoksa yaşanılan olaylardan etkilenerek yazılmış bir roman mı olduğu konusunda şüpheye düşmüştüm. Romanın geçtiği dönemin yazarın kendi gençliğiyle aynı döneme rastlaması böyle bir şüpheyi de kolaylaştırıyordu. Ancak “Benim Adım Kırmızı” adlı romanda her ne kadar 16. yüzyıl Osmanlı dönemini bugün gibi yaşatabiliyorsa da bunun tamamen yazarın başarılı araştırmalarının ve kaleminin gücünden kaynaklandığını biliyoruz. Kitabın her sayfasını büyük keyif alarak, yarattığı esrarengiz havayla elimden düşüremeden çok kısa bir sürede okudum. Bunun yanı sıra dönemle ilgili birçok bilgiye de sahip olma fırsatı yarattı bu roman. Teşekkürler Orhan Pamuk! DEMET

''Benim Adım Kırmızı'' romanı, 16 y.y.Osmanlı İmparatorluğu resim sanatının büyük bir incelikle bir cinayetin merkez alınarak anlatıldığı, Orhan Pamuk' un en güzel eserlerinden biri. Roman tekniği alışılmışın dışında. Karakterlerin yanı sıra kitap, para, at, ağaç gibi objelerin de kendi ağzından konuştuğu romanda bir hayli tekrar var. Orhan Pamuk'un bu tekrarları bilerek yaptığını düşünüyorum. Yazar tekrarlarla okuyucuyu ana temadan uzaklaştırmayıp, konunun merkezinde tutuyor. Nakkaşlığın incelikleri, tezhip, hat sanatı ve nakkaşların birbirleriyle ölümüne rekabetlerini karakterler kendi ağızlarından anlatırken bir hayli tekrara düşüyorlar. Ama bu romanı sıkıcı yapmıyor. Bilhassa bilmediğimiz bir dünyayı tüm detayıyla öğrenme şansını yakalıyoruz.

Yazar 'Saf ve düşünceli Adam ' adlı son kitabında ''Roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimleri canlandırmaktır '' diyor. Bu unsur "Benim Adım Kırmızı"da zirveye çıkıyor denebilir. Nakkaşların resmettiği sayfaları adeta gözümüzün önünde sanki resmi görmüş gibi canlandırabiliyoruz.
Okumaktan  büyük keyif aldığım bu romanı herkese tavsiye  ederim.Yazarın Nobel  ödülünü gerçekten hak ettiğini düşünüyorum....  BEYZA
Orhan Pamuk’un "Benim Adım Kırmızı" romanı bence yüzyılımızda üretilmiş edebiyat klasiklerinden biridir.

Zamansızdır, mekânsızdır. 
Irk, dil, din, kültür farkı gözetmeksizin insan ruhuna, duygularına hitap etmektedir. 
İnsanın doğası gereği yüzleştiği, hep karşı karşıya kaldığı zaafları yanı sıra insan ilişkilerindeki temel unsurlar ve "hayatı anlamlı kılan algılamalar" çeşitli "semboller" etrafında büyük bir ustalıkla islenmiştir tüm roman boyunca.

Müthiş bir incelik ve zekâyla örülmüş ilişkiler ve olaylar ağı okuyanı içine öylesine çekiyor, öylesine olaylar ve kişilerle bütünleştiriyor ki zaman zaman detaylar arasında kaybolacakmış hissine kapılıyor, yazarın hayal ve kurgulama gücüne şaşırıp kalıyorsunuz. Ama kitaptan ve olaylar zincirinden uzaklaştığınızda en büyük somut gerçek olan "olum" için bile birçok farklı bakış açısı yakalayabileceğinizi ve hiç bir "gerçek" için siyah/beyaz kıstasların var olmadığını fark ediyorsunuz... Çünkü tüm değerler aslında sonsuz bir "gri" skalasında ileri geri oynamaktadır yaşam boyunca...

Hiç bir olay ya da gerçeklikte tek bir yön, tek bir algılama yoktur. Ve tüm bu çok yönlü durum ve gerçeklikler birbirine tezat oluşturarak yan yana var olmaktadırlar gündelik yaşamda. Ama; insan "ego"su, beğenilme, farkedilme içgüdüsü bütün temel içgüdülerin ötesindedir  "Benim Adım Kırmızı karakterlerinde"......

Alışılagelmiş algılarımızı sürekli sarsarak bir okuma deneyimi yaşatıyor Orhan Pamuk bu romanında.....Bu nedenle de bence "interaktif" bir okuma yapıyor kişi....Yazarın verdiği mesajlar okuyucunun zihninde bambaşka köşelere seyahat edebiliyor ve kitaba başka biçimlerle geri dönerek bir anlamda romanı yeniden yapılandırıyor.....çoğaltıyor....zenginleştiriyor....belki birkaç sene sonra bir daha okuduğunuzda "klasikler”de olduğu gibi sizi bir öncesindekinden çok farklı yerlere götürmek üzere... UFUK


Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanı hem romanın konusu hem de anlatım tarzı ile çok farklı. Bu fark beni cezp etti, okurken merakımı artırdı, sürükledi götürdü. Roman ‘Benim Adım…’ diye başlayan bir dolu kahramanların konuştuğu bölümlerden oluşuyor. Ama bu kahramanlar bir insan da olabiliyor, bir obje de. Benim Adım Kırmızı adlı kısacık bölüm gerçekten çok etkileyici. Bunu ancak kelime cambazı, sınırsız hayal gücü olan bir kişi derleyip, toparlayıp yazabilir. Esasen 16. yüzyıl sonundaki bir aşk hikâyesi çevresinde başlayan roman, daha sonra,  işlenen bir cinayetin çözümü ve katilin kimliği üzerindeki tahminlere yoğunlaşıyor. Bunu yaparken yazar, bize batıda ve Osmanlı sanatında resmi ( tabii ki Osmanlıda nakkaş, minyatür ve hattat), bunların çatışmalarını,  düşünce yapılarını, halk/toplum ile padişah ve onun etrafındaki sınıfların farklılıklarını, sosyal yapı ve düşüncelerini, aşkı ve nefreti, dini ve din sömürüsünü bazen doğrudan bazen dolambaçlı bir şekilde  anlatıyor. Hatta bazen kendinizi kaptırıp, katil hangi roman kahramanı acaba diye sık sık düşündüğünüzü, tahmin etmeye çalıştığınızı fark ediyorsunuz. Bu haliyle roman eğlenceli bile denebilir. Öte yandan içinde eskiye, geleneklere, göreneklere dair o kadar bilgi var ki  insan yazarın çalışkanlığına, araştırma, bulma dürtü ve azmine hayran kalmadan edemiyor. Kısacası bence bu roman Orhan Pamuk’un yazdığı romanlar içinde en başı çekenlerden biri, belki de birincisi. Göreceksiniz ki yerler, zamanlar, kahramanlar değişse de insanoğlu pek değişmiyor; kötüler, kurnazlar, bağnazlar gene aynı, gene acımasız. İyiler mi? Sizce nasıllar? LEYLA



9 Ekim 2011 Pazar

Orhan Pamuk

Orhan Pamuk 1952'de İstanbul'da doğdu. “Cevdet Bey ve Oğulları” ve “Kara Kitap” adlı romanlarında anlattığına benzer kalabalık bir ailede Nişantaşı'nda büyüdü.
Otobiyografik kitabı “İstanbul”da anlattığı gibi Pamuk, çocukluğundan yirmi iki yaşına kadar yoğun bir şekilde resim yaparak ve ileride ressam olacağını düşleyerek yaşadı. Liseyi İstanbul'daki Robert College'de okudu.
İstanbul Teknik Üniversitesi'nde üç yıl mimarlık okuduktan sonra, mimar ve ressam olmayacağına karar verip bıraktı. İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilik okudu, ama bu işi de hiç yapmadı. Pamuk, yirmi üç yaşından sonra romancı olmaya karar vererek başka her şeyi bıraktı ve kendini evine kapatıp yazmaya başladı.
İlk romanı “Cevdet Bey ve Oğulları” yedi yıl sonra 1982'de yayımlandı. Nişantaşı'nda yaşayan bir ailenin üç kuşaklık hikâyesi olan bu roman, Orhan Kemal ve Milliyet Roman Ödüllerini aldı. Pamuk ertesi yıl “Sessiz Ev” adlı romanını yayımladı ve bu kitabın Fransızca çevirisiyle 1991 Prix de la Découverte Européene'i kazandı.
Venedikli bir köle ile bir Osmanlı âlimi arasındaki gerilimi ve dostluğu anlatan romanı “Beyaz Kale” (1985), 1990'dan sonra da başta İngilizce olmak üzeri pek çok dilde yayımlanarak Pamuk'a uluslararası ilk ününü sağladı. 1985-88 arasında New York'ta Columbia Üniversitesi'nde bulundu. Büyük bir çoğunluğunu burada yazdığı ve İstanbul'un sokaklarını, geçmişini, kimyasını ve dokusunu, kayıp karısını arayan bir avukat aracılığıyla anlatan “Kara Kitap” adlı romanı 1990'da Türkiye'de yayımladı. Fransızca çevirisiyle Prix France Culture’ı kazanan bu roman hem popüler hem de deneysel olabilen, geçmişten ve bugünden aynı heyecanla söz edebilen bir yazar olarak Pamuk'un ününü hem Türkiye'de, hem de yurt dışında genişletti.
1991'de Kara Kitap'taki bir sayfalık bir hikâyeden senaryolaştırdığı Gizli Yüz filme çekildi. 1994'te Türkiye'de yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği “Yeni Hayat” adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplarından biridir. Pamuk'un Osmanlı ve İran nakkaşlarını ve Batı dışındaki dünyanın görme ve resmetme biçimlerini bir aşk ve aile romanının entrikasıyla hikâye ettiği “Benim Adım Kırmızı” adlı romanı 1998'de yayımladı. Bu kitapla Fransa'da Prix Du Meilleur Livre Etranger, İtalya'da Grinzane Cavour (2002) ve International Impac-Dublin ödülünü (2003) kazandı.
Orhan Pamuk, 1990'ların ortasından itibaren insan hakları, düşünce özgürlüğü konularında yazdığı makalelerle Türk devletine karşı eleştirel bir tutum aldı, ama siyaset ile fazla ilgilenmedi. "İlk ve son siyasi romanım" dediği “Kar” adlı kitabını 2002'de yayımladı. Doğu Anadolu’daki Kars şehrinde, siyasal İslamcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikâye eden bu kitap ile yeni tarz bir "siyasal roman" yazmayı denedi. Uluslararası ve Türk gazete ve dergilerine yazdığı edebi ve kültürel makalelerle, kendi özel not defterlerinden yaptığı geniş bir seçmeyi 1999 yılında “Öteki Renkler” adıyla yayımladı.
Yazarın hem yirmi iki yaşına kadar olan hatıralarından, hem de İstanbul şehri üzerine bir deneme olan “İstanbul” 2003 yılında, hastalıklı aşkı anlattığı “Masumiyet Müzesi” 2008 yılında, çeşitli yazı ve denemelerinden derlediği “Manzaradan Parçalar” ise 2010 yılında yayınlandı. Orhan Pamuk'un yazarlık serüveni ve bir romancı olmanın esaslarını anlattığı “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabı ise Eylül ayında piyasaya çıktı.
İsveç Akademisinin  2006 Nobel Edebiyat Ödülü 'Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulan' Orhan Pamuk'a verilmiştir.” şeklindeki basın bildirisiyle Nobel Edebiyat Ödülü'nün Orhan Pamuk'a verildiği 12 Ekim 2006 tarihinde resmen açıklandı.  Orhan Pamuk ödülünü 10 Aralık 2006 günü Stockholm Konser Salonu'nda düzenlenen ödül töreninde İsveç kralı XVI. Carl Gustaf'ın elinden aldıktan sonra “Babamın Bavulu” başlığı altında hazırladığı konuşmasını yaptı.

11 Eylül 2011 Pazar

Orhan Pamuk ile bir Röportaj

12 Ekim’de “Benim Adım Kırmızı” adlı romanını tartışacağımız Orhan Pamuk ile İhsan Yılmaz’ın yaptığı röportaj 8 Eylül 2011 günü Hürriyet gazetesinde yayınlandı. Geçen sene “Masumiyet Müzesi” adlı romanını okuyup heyecanla tartıştığımız yazarın başka bir eserini daha okumaya karar verince”Benim Adım Kırmızı”yı seçtik. ‘Saf ve Düşünceli Romancı' adını verdiği yeni kitabını anlattığı röportajda okuyacağımız romanının da klasikler arasına girdiğini söylemiş.
*Yalnızlığı seven bir iş yazarlık, size Harvard Üniversitesi'nden Norton derslerini vermeniz için teklif geldiğinde hissettiğiniz şey ne oldu?
-İlk teklif geldiğinde Türkiye'de başım henüz siyasi olarak derde girmemişti. Zaten önce ders olarak bakmadım gelen teklife, ‘Ne güzel bir sömestr ders verir, gider New York'ta yaşarım' diye düşündüm. İlk derslere titreyerek gittim. Yapacağım konuşmayı önceden yazdım, ders çalıştım. Bu sene Columbia Üniversitesi'nden profesörlük aldım ama akademik dünyaya 52 yaşında girdim. Böyle asistan, doçent düzeyinde bir ders verme durumum hiç olmadı. Anlatacağım şey vardı. Yazarlık yalnız insanların, utangaçların işidir. Ben de mesela bir kitabım çıktığında konuşma yapmaya tir tir çıkardım. Ama röportaj yapa yapa, televizyona çıka çıka, konferans vere vere, düşe düşe, utana utana kalabalık karşısında konuşmayı öğrendim.
*Sizden önce dünya edebiyatının önemli isimleri vermiş aynı dersi, bunun ayrı bir baskısı oldu mu?
-Norton konuşmaları çok itibarlı ve önemli konuşmalar. Benden önce Umberto Eco, T.S. Eliot, Borges gibi isimler vermiş. İtibarı yüzünden yazara bir de gerginlik verir. İtalo Calvino'nun eşi mesela Harvard Üniversitesi'ni kocasını öldürmekle suçlamış. 80'lerin sonunda sanırım Norton derslerini vermesi teklifi yapılmış Calvino'ya. İtalya'da altı konuşmanın beş tanesini hazırlamış. Altıncıyı yazamadan ilk dersi vermeye Harvard'a gelirken kalp krizinden ölmüş ve karısı bunun konuşmanın gerginliğinden kocasınının öldüğünü öne sürmüş. Anlıyorum bu duyguyu. Siz yazarsınız, akademik dünyadan uzaksınız. Ama orada o dünyanın zirvesinde bir bilgiçlik yapacaksınız, alimlere sesleneceksiniz. Gerginliğim tabii ki oluyordu bütün diğer yazarlar gibi. Konuşma yapmadan önce bir kadeh şarap içerek atlatıyordum onu da.
*Size dünya yazarlarının süper liginde olduğunuzu hissettirdi mi bu?
-Başta hissettirdi. Evde tek başıma kitap yazarken, ne yazacağız, nasıl bir şey söyleyeceğim diye endişeleniyorsunuz. Bu konuşmalar daha sonra kitap olarak değerli oluyor ve kalıyor. O zaman bunu kitap olarak da düşüneyim dedim. Bir kitap yazsam roman sanatı üzerine neden bahsederim diye düşündüm. Dersin zor tarafı 45 dakika olması. Roman yazarken konu uzarsa, ne yapalım iki bölüm olsun dersiniz. Ama bir dersi düşünürken yeni fikirler gelse de uzatamıyorsun, 45 dakikayla sınırlaman lazım.
*Dil engeli çıkmadı mı karşınıza? Akademik bir İngilizce konuşmak gerekmedi mi?
-İngilizcem iyi tabii ki ama kazma gibi bir aksanım vardır. Bundan utanmam, hatta bazen abartırım. Özellikle de böyle konuşmayı isterim, Oxford İngilizcesi değil istediğim. Öyle konuşmak kötü kaçar. Ama önemli olan kelimeleri bilmek ve akıcı konuşmaktır, benim de o konuda bir derdim yok.
*Yazma konusunda kendinizi en rahat hissettiğiniz yer neresi?
-Siyasi baskılar yüzünden değil ama müze yüzünden son iki yıldır burada rahat yazamıyordum. O kadar çok bürokratik iş çıkıyor o kadar üzülüyordum ki işlerin yavaş gitmesine, burada kaçayım romanımı yazayım diyordum. Her yerde yazarım ama ben. yirmi yıl evvel Kara Kitap'ın yarısını New York'ta yazmıştım. Uçakta, bekleme alanında yazarım ve bundan da gurur duyarım.
*Kitaplarınızın çevrildiği dil 60'ı buldu. Böyle bir ilgi şaşırttı mı sizi?
Altmış dile varmamıza şaşırdım. Bu yüksek bir rakam. Gençliğimde bir yazarın 25- 30 dile çevrilmesi çok büyük rakamdı. Bunun iki üç misline çıktım. 31 yaşımdayken Fransızcaya Arapçaya çevrilince şaşırıyordum ama artık halka halka genişledi bu. Sayının yüksekliğine şaşırıyorum sadece o kadar. Kitap yayınlanan dil zaten almış küsur falandır. Bir on tane daha anca çıkar o kadar.
Şu ana kadar dünyada kaç sattı Orhan Pamuk kitapları?
-11 milyona yaklaştı.
*Romanlarına hep vurucu bir cümleyle başlayan Orhan Pamuk ders notlarında da aynı şeyi yapıyor ve “Romanlar ikinci hayatlardır” diyor. Bu özellikle dikkat ettiğiniz bir durum mu?
-Bir kitabın ilk cümlesi benim için önemlidir. Çok düşünürüm. İlk cümle kitabın bütün ruhunu, gideceği yolu, okura vereceği ruh hallerini sezdirmelidir. Kitabın adını, ilk cümlesini, son cümlesinin ne olacağını yıllarca not tutar düşünürüm.
*Yeni roman?
-Yeni roman işini kaybeden bir boza satıcısının hayat hikayesine temelli. Öteki İstanbul'un, satıcıların, Gültepe, Kuştepe, Tarlabaşı gibi semtlerde yaşayanların ve Anadolu'dan göçenlerin, İstanbul'un o dokusunun romanı olacak. Böyle bir romandan bahsedince, hemen sosyal gerçekçilerin bahsettiği konular akla geliyor doğal olarak. Evet o konular ama ben tuhaf bir roman yazıyorum. Kitabın adı ‘Kafamda Bir Tuhaflık'. Ama üzerinde daha çalışıyorum, zamanı var.

İKİ KİTABIM KLASİKLER ARASINA GİRDİ
Klasiklerin arasına girmek önemli. Düşünsenize koca bir yüzyılda yazılmış bütün romanlar birden 10-15 taneye iniveriyor. Benim Adım Kırmızı ve Kar, Amerika'da klasikler serisinde basıldı. Yani iki kitabım klasik olarak tescillenmiş oldu şimdilik.