28 Nisan 2020 Salı

Adem'den Önce




                                                    Yazar: Jack London
                                                    Orijinal Adı: Before Adam
                                                    Orijinal Dili: İngilizce
                                                    Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
                                                   Çeviren: Levent Cinemre
                                                   Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2020, 4. Baskı


Âdem'den önce rüyalarında tarihöncesi bir çağda yaşayan alter ego'su kocadiş'in başından geçenleri gören modern bir amerikalı çocuğun öyküsüdür. O çağda üç ayrı tür insansı bulunmaktadır: Henüz ağaçtan inmemiş vahşi maymunlara daha yakın ağaç insanları; kocadiş'in "halk" olarak adlandırdığı ve kendisinin de ait olduğu hem ağaçlarda hem de mağaralarda yaşayan tür; bir de bu insansıların en gelişmişi olan ateş yakıp ok ve yay kullanan ateş insanları.   eser 20. Yüzyıl başlarında evrim meselesini kamuoyunun gündemine taşımasıyla dikkat çeker. London modern anlatıcısının binlerce asırlık bir mesafeden baktığı ilkel insanın düşünce yapısını düş gücüyle zenginleştirerek aktarır. Uzak atalarımıza ve içinde yaşadıkları dur durak bilmeyen bir çatışma ve hayatta kalma mücadelesinin süregeldiği gaddar dünyaya ilişkin karanlık bir tablo çizer.


Yorumlarımız:


Ülkemizde ve tüm dünyada yaşanan korona pandemisi dolaysıyla mart ayından beri evlerimizde adeta karantina altındayız. Çok sıkıntılı bir dönem. Bütün ümidimiz bu günlerin biran önce bitmesi. Ancak, bizler,  8ekiz Kitap Kulübü üyeleri olarak bu zorlu süreçte bile kitap okumalarımıza hiç ara vermedik. Dijital ortamda toplantılarımıza da devam ediyoruz. Nisan ayında  Amerikalı yazar Jack London’un Adem’den Önce kitabını okuduk. Çevirmeni Pınar Kür . Hep ‘kitap’ diyorum çünkü bence bu  kitap bir romandan çok uzun bir öykü ya da hikaye gibi. Bazı eleştirmenler bilim-kurgu demiş. Ben ise ‘geri-kurgu’ diyorum , çünkü kitabın konusu bir çocuğun Orta Pleyistosen çağı insanının yaşamındaki düşleriyle ilgili. (Jeologların Orta Pleyistosen dediği çağa arkeologlar Paleolitik çağ diyorlar ve millatdan önce 2,5 milyon ile 14.000 inci yıl arasındaki buzul dönemi kapsıyor. Ancak, kitapta pek buzul devrinden bahsedilmediği gibi ilk defa buzu gören ahalinin  şaşkınlıkları uzun uzun anlatılıyor).
Bence kitabın ana teması hangi tarihsel dönemde olursa olsun insanların güdüsü hayatta kalmak ve bunun için mücadele etmek.. Bu temayı işlerken yazar enteresan bir yol bulmuş: hikayeyi bir çocuğun ağzından anlattırmış. Ki bu çocuk modern dünyada yaşıyor, ancak rüyasında ya da düşlerinde tarihin çok derinliklerindeki dönemde yarı hayvan-yarı insan toplulukların hayatlarını adeta yaşıyor.  Genlerle bu duruma düştüğünü söylüyor yazar, yani çocuk atavistik. Yaşadığı dönemde mağara adamları, ağaç adamları ve ateş adamları var. Aynı zaman dilimi içinde bu toplulukların yaşamından kesitler görüyoruz. Henüz konuşamıyorlar, ses çıkararak anlaşıyorlar. Tabiatta ne buluyorlarsa ot yada et onu yiyorlar. Yırtıcı hayvanlardan korunmak için  savaşıyorlar. Bu topluluklar aynı modern zaman insanı gibi temel ihtiyaçları olan  barınma, beslenme, korunma, üreme için devamlı mücadele veriyorlar. Davranış biçimleri de temel olarak aynı: aşık oluyorlar, savaşıyorlar, araştırıyorlar, arkadaş oluyorlar, eğleniyorlar. Hatta kadına ve çocuğa şiddet uyguluyorlar. Amaçları modern insandan kavramsal olarak hiç farklı değil, ancak araçlar farklı ve evrimin çok başındalar.
İlginç bir kitap, güzel bir çeviri. Darwin teorilerine meraklı olanlara özellikle tavsiye ederim. Anlatımda tekrarlar var, gene de insanın ilgisi dağılmıyor, okumak istiyor. Sonuçta modern çağın bütün zorluklarına karşın bu çağda doğduğum için şanslı olduğumu hissettim…LEYLA


Jack London, Adem’den Önce’de rüyalarında insan-maymun arası atalarından birinin hayatını yaşayan bir modern bir insanın ağzından insanoğlunun çok uzak geçmişini anlatıyor.
Kurmaca metinde, dönemin ilkel insanları Ağaç İnsanları, Ateş İnsanları ve Halk diye üç bölüme ayrılıyor. Sadece basit aletleri kullanmayı bilen, iletişim güçlüğü çeken, ağaçlarda yaşayan Ağaç İnsanları; mağaralarda yaşayan, su kabaklarını sürahi olarak kullanan, vahşi hayvanlara yem olmamak için dar girişli mağaraları kullanmayı düşünebilen Halk; daha gelişmiş bir evrenin temsilcisi olan ve ateş yakmayı, ateşi kullanmayı öğrenmiş, ok atmayı ve düşmanlarını bu şekilde yok etmeyi bilen Ateş İnsanları... Genç Dünya’da uçsuz bucaksız ormanın değişik bölgelerinde yaşayan üç topluluk. ( Romanda aynı dönemde yaşadığı varsayılan bu toplulukların aynı zamanlarda değil binlerce yıl ara ile yaşadığı günümüzde yapılan bilimsel çalışmalarla gösterilmiştir.)
Koca Diş, roman anlatıcısı modern insanın rüyalarındaki ikinci benliği. Ağaç insanı olarak doğuyor ama üvey babasının kovalamacası sonrası ağaçtan düşünce uzun bir zaman yürüdükten sonra Sarkık Kulak’la arkadaş olarak bir mağaraya yerleşiyor ve mağara insanları ile yaşamına devam ediyor. Koca Diş’in, yaşantısını, hayat tecrübesini, arkadaşlarını, maceralarını, aşık olmasını okurken aslında ilkellerinde modern insanlardan çok da farklı olmadığını görüyoruz.
Eski insanlar ne kadar saf olsalar da, içlerinde kötüleri de vardı. Ağaç insanı kızdığı hemcinsini ağacın en ince dalına kadar kovalayıp sonra dalı sallayarak onu aşağı düşürüp yaralayabiliyordu. Mağarada yaşayanlar ise kızınca taş fırlatarak birbirlerini yaralıyorlardı. Ok ve yay kullanmayı bilen Ateş İnsanları ise yaşam alanlarını genişletmek için istila ettikleri yerlerdeki insanları öldürüyorlardı. Belki hepsinin temelinde modern insanda da olduğu gibi kendini koruma içgüdüsü yatmakta. Yazarında dediği gibi “Her içgüdü ırksal bir hatıradır.”
Darwin’in Evrim Kuramını bilim dünyasına yeni yeni tanıttığı bir dönemde Jack London’ın bu konuya ilgi duyarak araştırıp o günün bilgilerini kendi hayalgücü ile harmanlayarak yazdığı bu romanı severek okudum. Keyifle okunan tavsiye edebileceğim bir roman. NURİZER


Şayet insanoğlunu merak ediyorsanız romandaki bilgiler, sizin için çok önemli. Başlangıçta rüya diye düşünsenizde, yazar  hayal gücünü kullanırken  birçok kaynakları  incelemiş.  O zamana göre  gerçeği, gelecekle örtüşebilen kurgularıyla aktarabilmiş.
Yazar Jack London çok ilgi çekici bir başlangıç yapmış, romanı için. Daha sonrası tekdüze olsa da muhteşem yazım diliyle okuyucularına rüyalarını adeta yaşatmış.  Tasvirler mükemmel. İnce bir kitap, fazla dikkat dağılmadan, merakla çabuk okunabiliyor. Hele  insanlık tarihine ilginiz varsa tavsiye ederim. 
Romanda da görüyoruz, insanoğlu hayatta kalabilmek için, şuur altında hep kendini korumak ve beslenme içgüdüsü ile yaşıyor. Evrilsek bile ana tema aynı.  Evrilmek, insanları geliştirdiği kadar acımasız da yapıyor maalesef. ZELİHA

24 Nisan 2020 Cuma

Jack London






Asıl adı John Griffith Chaney olan Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğdu. Jack London'ın annesi Flora Wellman, spiritüalist bir müzik öğretmeniydi. Babası olduğu düşünülen William Chaney ise astrologdu. Babası daha o doğmadan annesini terk etti. Doğumdan sonra bebeğin bakımı eski bir köle olan Virginia Prentiss'e verilir. Buna bağlı olarak Prentiss, London'ın hayatındaki başlıca anne imgesi olarak kalacaktır. Aynı yılın sonlarına doğru Flora Wellman, Amerikan İç Savaşı gazisi John London ile evlenince -sonradan Jack olarak anılacak- bebek John da onlarla birlikte yaşamaya başladı.

Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Beş yaşındayken kendi kendine okuma yazmayı öğrendi. Sekiz yaşındayken, bir çiftlikte işçi olarak çalıştı. Boş zamanlarında Oakland Yerel Kütüphanesi’nde kitap okuyarak kendi kendisini eğitti.
Henüz on yedi yaşındayken bir balıkçı teknesiyle Japonya'ya gider. Ama bu, oldukça uzun bir yolculuktur ve sonradan o seyahatle ilgili şu manidar cümleyi kurar: 'Bir daha o uzunlukta bir yolculuğa katlanamadım; çok sıkıcı ya da uzun olduğu için değil, yaşam çok kısa olduğu için'

Hayatının büyük bölümünü çalışmak ve para kazanmak için çabalamakla geçiren London, işçi sınıfının içine doğmuştur. Toplumsal konum olarak en alttadır ve tek çare olarak yukarı çıkmayı görür.
Serserilik ve denizcilik deneyimlerinden sonra Oakland'a döner ve Oakland Lisesi'ne kaydolur. Okurken aynı zamanda gazete satıcılığı, balıkçılık, tayfalık, çamaşırcılık gibi çeşitli işlerde çalıştı. Mançurya’da savaş muhabirliği yaptı. 1893 yılında Japonya yakınlarındaki bir tayfunu anlatan haberiyle gazetecilik ödülü kazandı.
Jack London umutsuzca Berkeley Üniversitesi'ne katılmayı istedi ve 1896 yılında yoğun bir yaz dönemi ders çalışmasından sonra başardı; fakat maddi zorluklar yüzünden 1897 yılında ayrılmak zorunda kaldı ve bu yüzden hiçbir zaman diploması olmadı.

25 Temmuz 1897'de London, kayınbiraderi James Shepard ile Klondayk Altın Avı'na (Klondike Gold Rush) katılmak üzere denizlere açıldı. İlk başarılı öykülerini de burada yazacak olan London için Klondayk dönemi sağlığı açısından pek de iyi gitmedi. Klondayk'taki diğer birçok kişi gibi o da gıda eksikliğinden iskorbüt hastalığına yakalandı. London, Klondayk'ın tüm güçlüklerine karşın hayatta kalmayı başardı. Bu çabası onun en iyi eserlerinden sayılan Ateş Yakmak adlı kitabını yazmasına esin kaynağı olmuştur. İlk kitabı Kurt Kanı (1900) geniş bir okur kitlesine ulaştı. Ona kalıcı bir ün sağlayan yapıtı ise Vahşetin Çağrısı (1903) oldu. Diğer önemli yapıtları arasında Beyaz Diş (1906), Demir Ökçe (1907), Martin Eden (1909) ve Yanan Günışığı (1910) sayılabilir. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş Amerikalı yazarlardan biri olan London, 22 Kasım 1916’da ardında çok sayıda eser bırakarak hayata gözlerini yumdu.

London için insanın en büyük başarısı, henüz gerçekleşmemiş olsa da, ölümsüzlüğü hayal etmesidir. Bir başka deyişle bu, var oluş içinde umudu canlı tutmaktır. Buna Göre Hayatının Anlamı'nın nirengi noktası da ortaya çıkmış olur: Umudu tüketmemek. London'ın kısa ömrüne sığdırdığı da budur zaten. Üretimi, söyledikleri ve ortaya koydukları hep buna işaret eder.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Kış Ortasında





                                               Yazar: Isabel Allende
                                                Orijinal Adı: Mas alla del invierno
                                               Orijinal Dili: İspanyolca
                                               Yayınevi: Can Sanat Yayınları
                                               Çeviren: İnci Kut
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2020, 1. Baskı



Ölüm aşılması gereken bir eşiktir.
Tıpkı doğum gibi...
Gizleyecek ya da rol yapacak hiçbir şeyi olmadan kabul edilmeyi istiyordu; karşısındakini ruhunun derinliklerine kadar tanımak ve onu aynı şekilde kabul etmek istiyordu. Pazar sabahını yatakta birlikte gazeteleri okuyarak geçireceği, sinemada elini tutacağı, aptalca şeylere birlikte güleceği ve farklı fikirler üzerine tartışabileceği birini istiyordu. Kaçamak maceralara duyduğu hevesi geride bırakmıştı.
New York’ta şiddetli bir kar fırtınasının ortasında, görünüşte önemsiz bir araba kazası sonucunda yaşamları değişen üç insan; Guatemala, Şili ve Brezilya’da trajedilerle yoğrulmuş geçmişler, göç etmek, hayatta kalmak ve kendini yuvada hissetmek…
Isabel Allende bu romanında, kış ortasında içlerindeki yenilmez yazı keşfedenlerin beklenmedik ve dokunaklı aşkını anlatıyor.

Yorumlarımız:
Isabel Allende’nin Kış Ortasında romanının sonu Albert Camus’nun bir cümlesiyle bitiyor. “Kışın ortasında sonunda anladım ki içimde yenilmez bir yaz varmış.” Bu cümle romanda anlatılmak istenenin kısa bir özeti gibi.
Orta yaşın sonlarında iki insan Richard(60) ve Lucia(62)  geçmişlerinde derin acılar yaşasalarda, geçen yıllar vücutlarında fiziksel değişimlerin sebebi olsa da, kalplerinin hala aynı heyecanla attığını anlatan naif bir aşk romanı .
Bu aşkı anlatırken Allende Latin Amerika kıtasında ve Guatemala’da yaşanan trajedileri; darbe, göç,kanlı çatışmalar, çete savaşlarını siyasal bir yaklaşım ve gerçekçi bir dille anlatıyor.
Kış Ortasında bir trafik kazası sonucunda bir araya gelmiş üç kişinin hayatlarını ve gelişen olaylar zincirini akıcı anlatım, yalın ve mizahi dil, başarılı bir  kurgu ile anlatıyor.
Şilili Lucia, Guatemalalı Evelyn, Amerikalı Richard romanın başkahramanları; herbirinin göç ve göçmenlik ile ilgili yaşanmışlıkları ortak özelikleri.Bu özellik birbirlerini anlamalarına, birbirlerine yardımcı olmalarına sebep olur ve birlikte bir maceraya doğru yola çıkarlar.
Evelyn Guatemalalı genç bir kızdır.Onun yaşadığı yerde çocukların pek azı okulu bitirir. Diğerleri ya uyuşturucuya bulaşır yada çetelere katılırlar. Abisinin üyesi olduğu çeteye ihanet etmesi sonucu öldürülmesi sonrası ; Evelyn tecavüze uğrar, diğer abisi öldürülür.
Evelyn hayatta kalmak için köyünü terketmek zorunda kalır.Önce Meksika’ya ardından Amerika’ya zorlu bir yolculuğa çıkar. Evelyn zayıf,çelimsiz olmasına rağmen zor şartlara dayanarak , içindeki umutla yaşama tutunur.
Burada halkın acılarını, Amerika’ya kaçak olarak göç etmek zorunda kalanların dramını, göçmenlerin sınırı aşma çabalarını ve Meksika’dan ABD’ye uzanan insan ticaretini  Allende ustalıkla anlatır.
Şili’li Lucia, Allende’nin kendi yaşanmışlıklarından zenginleştirdiği bir karakterdir. Lucia’nin abisi Enrique Salvator Allende’yi destekleyen sol görüşlü bir millitan olmakla, Lucia’da sempatizan olmakla suçlanır. Enrique ortadan kaybolurken, Lucia Venezuela’ya sığınmacı olurak iltica eder. Sonrasında Kanada’da yaşasa da tekrar ülkesi Şili’ye döner. Uzun yıllar sürecek evliliğini yapar, ta ki kanser olduğu için kocası terkedene kadar. Kongrelerden tanıştığı NY üniversitesinden Prof.Richard’ın Lucia’yi üniversitede geçici okutman olması için davet etmesiyle NY gider. Richard’ın alt komşusu ve kiracısı olur.
Lucia’nin kendiyle barışık , hayatı seven, kendi kusurlarıyla dalga geçebilen, aynı zamanda karşılaştığı zorluklarla başa çıkmayı beceren güçlü bir karakter olması, Allende’nin  kişisel özellikleriyle ve kadın gücünü savunan bir feminist olmasıyla örtüşür.
Richard’ın babası Alman Yahudisi olduğun için Nazi döneminde Filistin’e göç ederler, Richard’da eğitim için Fransa’ya gider. Sonrasında Portekiz’e yerleşen Richard akademik bir iş için Brezilya’ya gider. Orada hayatının aşkı Anita ile evlenir. İki çocuğunun ölümü Anita’yı depresyona sokar ve evlilikleri dayanılmaz bir hal aldığında NY üniversitesinden aldığı teklif ile NY’da yaşamaya başlarlar. Depresyondan çıkamayan Anıta intihar eder.
Richard yirmi beş yıllık pişmanlıklarla dolu yaşantısını sürdürürken karşısına çıkan Lucia ona unuttuğu heyecanları hatırlatır.
Romanda işlenen bir cinayet, kurtulmaya çalışılan bir ceset ve katil ile yaşanan polisiye olaylar ikinci planda kalıyor. Çizilen güçlü karakter tahlilleri, karakterlerin yaşadıkları olaylar, mekanların tasvirlerinin gücü cinayeti kimin nasıl niçin işlediğini önemsizleştiriyor.
Allende’nin anlatım tarzı ve olaylara mizahi yaklaşımı yaşanan tüm trajedilere rağmen romanı okurken okuyucunun sıkılmadan, keyifle okunmasını sağlıyor. IŞIL

Isabel Allende Kış Ortasında kitabında (sayfa 317 ve 318) şuna benzer betimlemeler yapmış:
‘Geçmiş’ birbirine dolanmış olayların oluşturduğu bir hikayedir: her an değişen, karmakarışık, kusurlarla dolu . ‘Bugün’ ise hayallerle, rüyalarla anılarla, utançlarla, yalnızlıkla, acıyla dopdoludur. Hayat bunların hepsidir  ta ki karşınıza  sevdiğiniz biri çıkıp  size  kış ortasında yaz sevinci yaşatana kadar….Ve demiş ki evreni dengede tutan yer çekiminin gücü değil, sevginin iyileştirici gücüdür.
Kış Ortasında,  korona günleri nedeniyle evde kaldığımız şu günlerde okunacak öyle güzel bir roman ki. Çünkü bu kışın ortasında bizi yaza, düzlüğe çekip çıkarıyor. Hem de hiç abartıya kaçmadan, doğallıkla, sessizce…Bence bu roman ne tamamen bir göçmen hikayesi, ne olgun bir aşk hikayesi ne de bir cinayet romanı. Guatemalalı Evelyn’in, Şilili Lucia’nın ve Brezilyalı Richard’ın dolambaçlı, çoğunlukla sıkıntılı, acılı, kederli ve sonuçta Amerika’da kesişen , bir hayat hikayeler bütünü. Roman, okurken su gibi akıp gidiyor. Kitaptaki çetin, acınaklı Güney Amerika göç hikayeleri halen ülkemizde de varolan göç hikayelerini anımsatıyor. Kadınların mücadelesi , hasta çocuğun çilesi , politik katliamlar  insanlık ayıbı olarak burada da karşımıza çıkıyor. Bence yazar hayatın her parçasını ilmik ilmik örmeyi kalemiyle çok güzel başarmış..
Ancak benim en çok sevdiğim romanın son bölümü oldu. Bize dünyanın kaç bucak olduğunu, hayatın dikenlerini sayfalarca hem de  duygularımızı   acite etmeden, doğallıkla  anlatan Allende, sonunda hep bir umut olduğunu güzel bir aşkla bağlamış. Kısacası  her kışın bir yazı vardır yeter ki isteyelim, umudumuzu yitirmeyelim demiş….  LEYLA


Isabel Allende, kendisi de bir göçmen olmak zorunda kalmış bir Şili’li olarak, Latin Amerika politikasını ve sonucunda yaşanan traumaları  üç değişik hayat üzerinden vermekte  Kış Ortasında adlı kitabında. Ana karakterler Şili’li Lucia, Brezilya’da yaşayan Robert ve Guetamala’lı Evelyn. Her üç karakter üzerinden o ülkenin yaşam koşulları, gelenek ve görenekleri, ekonomik yapısı ve zamanının politikalarıyla ilgili fikir edinmek mümkün. Üç karakterde farklı nedenlerle göç etmek zorunda kalıp, Abd’de bir yaşam kurma mücadelesi içindeyken yolları kesişip, birlikte sıradışı bir olayın içinde buluyorlar kendilerini ve bu en umulmadık zamanda bir aşk filizleniyor. Bu macera sırasında kişiler kendilerini birbirlerine dürüstçe, sansürsüz açmaları sonucu bu duygusallık yaşanabiliyor ve ayrıca üç karakter arasında da güçlü bir bağ oluşuyor. Kitap sürükleyici ve bence o dönem ve Latin Amerika ile ilgili bilgi vermesi açısından da okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap- özetle hem hoş vakit geçirmek, hem de Güney Amerika ve göç olgusuyla ilgili bir fikir edinmek için ideal. DEMET

Lucia, Richard, Evelyn.... Üç Latin Amerikalı.....
Üçünün yolu yoğun bir kar fırtınasının yaşandığı gün New York’ta kesişir... Üçününde geçmişlerinde sevdikleri birinin acı ölümü var.... Bu ölümler hayatlarını değiştirince ülkelerinden göç etmek zorunda kalmışlar....
Yazar başarılı anlatımıyla hepsinin geçmişini ve bugününü, aile bağlarını, geleneklerini yoğun bir olaylar zinciri ile veriyor. Her karakterin geçmişinde de onlara destek olan yan karakterler; Evelyn’in anneannesi, Lucia’nın erkek kardeşi, Richard’ın okul arkadaşı; o kadar güzel anlatılıyor ki onların geçmişini öğrenirken, ülkelerini de tanıyoruz.
Yaşanan acılara rağmen içiniz burkulmadan okuyacağınız, umut dolu keyifli bir roman..
Koronadan dolayı karantinada olduğumuz bu günlerde içimi ısıtan bir kitap oldu. NURİZER



Kış ortasında...Oldukça sürükleyici bir roman. Elinize aldığınızda hep meraktasınız, bırakmak istemiyorsunuz. Latin Amerikalı kahramanlar sayesinde o bölgenin yakın tarihini, insanların yaşam tarzını, sosyolojisini buluyor, etkileniyorsunuz. Sizin de beğeneceğinizi umuyorum.
Gelişmiş ülkelere göre demokrasileri oturmamış, acıları fazla  insanların hikayeleri. Çeteler, uyuşturucu, kadın  tacirleri, cinayetler, tacizler herşey var bu romanda. Ama daha önemlisi  mutsuzlukta ışığı, kış ortasında yazı yakalayıp,  yaşayabiliyorsunuz. Yazarın son sözlerinde derlediği gibi.
Konu; karlı bir gecede yaşanan  trafik kazası, kazayı yaşayanların geçmişte ve kaza sonrasında ki hayat hikayeleri. 
Roman gerek kurgusuyla, gerek anlatım dili, tasvirleri, karakterleri ile güzel, iyi ki okudum dedirtiyor. Baş kahramanları;  hepsinin ayrı   acılarla dolu geçmişi  olmasına rağmen bizi daraltmıyor, aksine umutlara yolculuk yaptırıyor. Bu noktada yazarı taktir etmemek mümkün değil. Tabiki çevirmenini de. Seveceğinizi umuyorum. 
Bu birbirinden ilginç, bazen içinizi burkan , bazen kalbinizde kıvılcımlar  çaktıran romanı artık okuyacağınızı  düşünüyorum. ZELIHA


Şili’li yazar İsabel Allende’nin “Kış Ortasında” romanı üç ana karakterin - Lucia, Richard ve Evelyn- zorluklar içinde geçen geçmişleri ile günümüz arasında, New York'da bir kış ortasında şiddetli kar fırtınasında yaşanan  bir araba kazası sonrasında, kesişen yaşamlarının anlatıldığı, son derece keyifle okunan bir eser.
Guatemala, Şili ve Brezilya’nın zorlu yaşam koşulları, siyasi darbeler, çeteler, uyuşturucu  ve kadın ticareti gibi dram dolu kaosun içinden herbirinin  ayrı bir mücadele ile geldikleri Amerika’da Lucia, Evelyn ve  Richard yaşama tutunmaya çalışırken geride bıraktıkları aileleri, göçmen sorunları bu insanları birleştirici güç oluyor.
İyimser, mücadeleci ve baskın Latin ruhunun gayreti ile yazar karakterlerinin içindeki umudu hep diri tutuyor ve kitabını Albert Camus’un “Kış ortasında sonunda anladım ki içimde yenilmez bir yaz varmış” cümlesi ile bitirerek bunu özetliyor .
Konusunun dinamikliği, akıcı anlatımı ile “Kış Ortasında “ romanı yaşadığımız bu zorlu korona günlerinde elinizden düşürmeyerek okuyacağınız, herkese tavsiye edeceğim bir eser. BEYZA



4 Nisan 2020 Cumartesi

Isabel Allende




Isabel Allende 1942 yılında Peru’nun başkenti Lima’da doğar. Babası Tomas daha sonraki yıllarda Şili’nin başına geçecek olan Salvador Allende’nin kuzenidir. Annesi Francisca Llona Barros'tur. Isabel henüz üç yaşındayken babası Tomas ortadan kaybolunca annesi üç çocuğunu alıp kendi ülkesine, Şili’nin başkenti Santiago’ya geri dönüp ailesinin yanına yerleşir. Annesi yeniden evlendiğinde, bir diplomat olan üvey babası Ramon’la birlikte Lübnan’a giderler. Beyrut’ta eğitimine devam eden Isabel, on altı yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte1958'de ülkesine döner.
Liseyi bitirdikten sonra Tarım ve Gıda Örgütünde (FAO) sekreter olarak çalışmaya başlar ve uzun bir süre bu görevini sürdürür.
1962 yılında, mühendislik eğitimi gören erkek arkadaşı Miguel ile evlenen Isabel bir yandan evinin kadını olmaya çalışırken bir yandan da çeviriler yapmakta, gazete ve dergilerde çalışmaktadır. Evlendikten hemen sonra kızları Paula, ardından da oğulları Nicolas dünyaya gelir.
Bu dönemde Paula isimli feminist bir dergide on beş günde bir köşe yazısı yazmak üzere işe girer. “Mağara adamınızı medenileştirin” isimli bu köşe tamamen kadınlara yönelikti ve erkekleri nasıl eğitmek, medenileştirmek gerektiğini oldukça komik bir şekilde salık veriyordu.
Allende bir yandan dergide yazmaya devam ederken bir yandan da televizyon programları yapıyordu. Bu programlar o dönemde oldukça popülerdi. 1971 yılında ‘El Embajador’
(Büyükelçi) adıyla kaleme aldığı tiyatro oyunu 1973 yılında Santiago’da sahnelendi. Aynı yıl, bir çok Şilili gibi Isabel Allende’nin de hayatı değişti.
Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden, soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.
Her şey 8 Ocak 1981 günü başlar.
Sürgünde kendine yeni bir hayat kuran Isabel, Caracas’da gazetecilik yaparken çok sevdiği dedesinin ağır hasta olduğunu öğrenir. Ülkesine geri dönmesi ve dedesini ziyaret etmesi mümkün değildir. O gün Isabel kalemi eline alır ve yazmaya koyulur. Bir yıl boyunca neredeyse her gün annesine bir mektup gönderir. Sonunda bu mektuplar bir roman haline gelir ve ortaya “Ruhlar Evi – House of Spirits” (1982) çıkar.
İlk romanı ile gelen şöhretle yazarlık kariyerine güçlü bir giriş yapan Isabel gazetecilik mesleğini terk eder ve kaderinin ona açtığı yolda yürümeyi sürdürür. ilk romanının ardından Şili’deki politik cinayetleri ele alan “Of Love and Shadows”, ardından hikayeler anlatan bir kadının hayatını konu alan “Eva Lun”a (1987) ve “Eva Luna Anlatıyor” (1989) yayınlanır.

1987’de ilk kocası Miguel Frias’dan ayrılan Isabel Allende, kitap tanıtımı için gittiği Kaliforniya’da bir akşam bir grup insanla yemeğe çıkar. Karşısında Of Love and Shadows kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir dul Avukat oturmaktadır. Bir gece sonra ilk beraberliklerini yaşarlar. Ardından Isabel Venezuella’ya uçar, kızına ve oğluna ne yapmak istediğini açıkladıktan sonra San Francisco’ya geri döner ve ilk evliliğinden doğma çocukları ile başı fena halde dertte olan bu yakışıklı avukatla, Willie Gordon ile evlenir.

Her şey yoluna girmişken, Isabel Allende’nin telefonu bir gün yeniden ansızın çalar.

Erkek arkadaşı Ernesto ile yeni evlenen yirmi sekiz yaşındaki kızı Paula aniden rahatsızlanmış ve koma halinde hastaneye kaldırılmıştır. Derhal uçağa atlayıp İspanya’ya giden Allende kızına yanlış teşhis konulduğunu ve yeterli ihtimamın gösterilmediğini düşünen bir annenin içgüdüsüyle kızını Madrid’den alıp Kaliforniya’ya götürür. Artık bir hastanede yirmi dört saat gözetim altında tutulan Paula için tıbben yapılabilecek bir şey de pek kalmamıştır. Çaresizlik içinde geçen o bir yıl boyunca Isabel kendini yeniden yazmaya verir. Bu kez de yattığı yerde şuursuz bir şekilde nefes alıp veren kızına seslenmektedir acılı anne. Çektiği sıkıntıları, yaşadığı karmaşık duyguları, içinden taşan öfkeyi, ana yüreğinde kabaran yakıcı isyanı, acıyı okurlarıyla paylaşacaktır Isabel. Yazarın en çok ilgi gören, adından en çok söz ettiren eserlerinden biri olan “Paula”, kızının ölümünden üç yıl sonra, 1995’de yayınlanır.

“Aphrodite” (1998) ve “Kaderin Kızı’nın – Daughter of Fortune” (1999) ardından “Yüreğimdeki Ülkem – Portrait in Sepia” (2000) yayınlanır. Bu romanları, hikâyelerini ergenlik çağına geçiş yapan torunları ile birlikte oluşturduğu bir dizi fantastik çocuk kitabı izler.

2019 yılı temmuz ayında yine Amerikan vatandaşı olan Roger Cukras’la evlenen Isabel Allende’ye göre on sekizinde aşık olmakla yetmiş beşinde aşık olmak arasındaki tek fark birlikte yaşanacak ve paylaşılacak zamanının sınırlı oluşudur.

Allende, Büyülü Gerçeklik akımının en güçlü kadın isimlerinden biri olarak kabul edilir. Kitaplarında okurlarını geçmişlerini araştırmaya yönlendirir,bu yolla kendilerini bulmalarına yardımcı olur. Kendi hayatını, inançlarını ve en özel yaşanmışlıklarını okuyucuyla paylaşır. Bunu büyülü ve gerçeküstü öğeleri gerçeklerle ve Latin Amerika tarihiyle harmanlayarak ustalıkla yapar. Onun kitaplarında başrolde genelde kadınlar vardır. Anne/kız ilişkilerini de hemen hemen bütün romanlarında tekrarlayan güçlü, sevgi ve şefkat dolu, ölümden sonra bile devam eden ilişkiler olarak dikkat çeker. Bunda genç yaşta kaybettiği kızı Paula’nın ve kendi annesi Panchita’yla olan yakın ilişkisinin etkisi çoktur.
Isabel Allende’nin çalışmaları boyunca, sayısız kadın kahraman buluruz. Örneğin, “Canavarlar Kenti”nde, bir kadın baş karakter olmadığı halde, çok temel bir role sahiptir.
Şilili yazarın bir diğer önemli özelliği Latin Amerika ile ilgili düşünceleridir. Latin Amerika adetleri, gelenekleri, mevcut ikilemleri ve yerel kabileleri her zaman ona ilham kaynağı oldu. Isabel Allende, dünyanın güzelliği ve her toplumun çekici yanı için minnet doluydu.


Isabel Allende, eserleri otuz beş dile çevrilmiş, kitabının 70 milyondan fazla satılmasıyla birlikte, dünyanın en çok okunan İspanyol yazarı kabul edilmiştir.