24 Kasım 2025 Pazartesi

Tarçın Kokulu Kız


 

                                                  Yazar: Jorge Amado

                                                  Orijinal Dili: Portekizce

                                                  Yayınevi: Sel Yayıncılık

                                                  Çeviren: İpek Gürsoy Manavbaşı

                                                  Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Mart 2025

 

 

Doğup büyüdüğü toprakları tüm yalınlığı ve gerçekliğiyle anlatmaktaki mahirliği sayesinde Brezilya'da tüm zamanların en çok satan yazarı unvanının sahibi olan Jorge Amado, bu kez memleketini tutkulu bir aşkla kutsuyor.

Amado siyasetin amansız ve karanlık gerçekliğiyle, koltuklarından edilmek üzere olan toprak ağaları ve onlara karşı savaşan sermaye sahibi burjuvaların mücadelesini, Brezilya'nın vahşi güzellikteki doğası ve dizginlenemez bir coşkuyla akan yaşamını arka planına alarak işler. Böylece edebiyat sahnesinin nadide âşıkları Nacib ile Gabriela, karanfil kokan bir liman kasabasında ete kemiğe bürünür. Kakao tarımının bölgeye getirdiği zenginlik vesilesiyle dramatik dönüşümler geçiren bir kentin tutucu ve ilkel geleneklerine sevdası uğruna kafa tutan Nacib de yoluna çıkan engellere karşı direnirken dönüşümün ta kendisi olur.

1983 yılında sinemaya uyarlandığında oldukça ses getiren ve yaşama içkin en derin arzuların çekincesiz işlenişiyle tepkilere konu olan Tarçın Kokulu Kız, Jean-Paul Sartre'ın ifadesiyle "halk romanının en iyi örneği."

"Bazı çiçekler vardır, hiç dikkatinizi çekti mi? Bahçelerde, dallarda oldukları sürece güzeldirler, mis kokarlar. Vazoya konduklarında, vazo gümüşten bile olsa, solup ölürler."

 

Yorumlarımız:

Jorge Amado bu kitabı 1958 yılında yazmış ve 1925 yılının Brezilya'sını anlatıyor... daha doğrusu büyüdüğü Ilhéus kentini anlatıyor… babasının kakao plantasyonunda doğmuş bir yazar… kakao plantasyonlarının kuruluş aşamasında oldukça kanlı bir mücadeleyi geride bırakmış olan Ilhéus kenti…. kakaodan gelen zenginleşmenin de etkisiyle gelişmeye çalışmaktadır...

Bu yıl hasadın olağanüstü olacağı, önceki yılları çok geride bırakacağı konuşuluyordu, eğer beklenen yağmurlar gelirse….. Sao Jorge’a adanan adaklar yağmurları gerçekleştirirse…“Kilise kadın işidir.” diyen kakao albayları bile bu yıl düzenlenen törenlerde eşlerinin yanında dua ediyorlardı verim için…

Kakao fiyatlarının sürekli artışı daha büyük zenginlik, refah ve bolluk demekti…. Albayların büyük şehirlerdeki en pahalı okullara giden oğulları, yeni açılan sokaklarda aileler için yeni konutlar, büyük mağazalar, gelişip büyüyen ticari hayat… nihayetinde gelişme ve uygarlık…

 İşte böyle bir ortamda kentteki toprak ağalarından, tüccarlara, bar sahiplerinden, şairlere, öğretmenlerden, politikacılara kadar herkesin hikayesi anlatılıyor romanda... ön planda Gabriela ile Nacib’in naif aşkı yer alırken aslında o dönemdeki toplumun değer yargıları, gelenekleri sorgulanıyor..

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde erkek egemen toplumun koşulları; kadınların hiçbir hakka sahip olmadığı, ailesinin seçtiği kişi ile evlenip eve kapatıldığı, çocuk büyütüp başka hiçbir şeye karışamadığı, kiliseye gidip dua ettiği, kocasını aldatan kadının öldürülmesi gerektiği ve kocaya her hangi bir cezanın verilmediği bir toplum yapısı bu... Ama kocanın metresine ev açıp, gururla koluna takıp dükkanlarda para harcadığı bir toplum…

Toplumdaki bu düzene karşı çıkan kadın karakterler de var… Malvina, Gabriela, Gloria gibi…. bunların isyanları toplumdaki bazı değişimlere yol açıyor…bazı gelenekler yıkılıyor..

Romanın oldukça fazla erkek karakteri var. Onlar da bu arada siyasi bir mücadele yürütüyorlar... Bu toprakları kakao ile tanıştıran zengin toprak ağaları bunca yıldır siyasettede tek söz sahibi idiler… şimdi kendi kakaolarını satan tüccarlar siyaseti de ele geçirmeye çalışıyor….yeni bir dönem mi başlıyor??...  Bastos’un ölümü seçimleri etkileyecek mi??.. seçimler yeni bir limanın habercisi mi?.. yeni liman daha çok zenginlik demek mi?... Bar sahibi Nacib de aşkı uğruna yoluna çıkan engellere karşı direnirken geleneklerin değişimine mi neden olacak??

Yazarın dili çok güzel, akıcı, neşeli ve esprili bir anlatımı var... tüm siyasi çekişmelere, politik manevralara rağmen kulağının arkasına taktığı kırmızı gülüyle etrafta dolaşan Gabriela’nın canlılığı, yaptığı yemeklerin kokusu, aşkının saflığı, karakterinin sahiciliği ile yüzünüzde bir gülümseme ile okuyacağınız bir roman. NURİZER

16 Kasım 2025 Pazar

Jorge Amado


 

10 Ağustos 1912’de Brezilya’nın Bahia eyaletinin güneyindeki Itabuna şehrinde babasının işlettiği kakao plantasyonunda dünyaya gelir. Bir yaşında iken çiçek hastalığı salgını nedeniyle ailesi ile birlikte  liman şehri Ilhéus’a taşınır. Çocukluğu burada geçti. Dört kardeşin en büyüğü idi. Bu şehrin tropikal ortamı hemen her yapıtında bir arka plan öğesi olarak yer alır.

Orta öğretim için eyaletin başşehri Salvador’a gider. 14 yaşında bazı dergilerde yazarak edebiyat hayatına başlar.

İlk romanı “O Pals do Carnaval” (Karnaval Ülkesi, 1931), 19 yaşında yayınlanır. Aynı yıl Matilde Garcia Rosa ile evlenir. Kızı Lila’nın doğduğu 1933 yılında çocukluğunda tanıklık ettiği sahneleri anlattığı Cacao (Kakao, 1933) romanı yayınlanır.

Rio de Janeiro’da Hukuk Fakültesini bitirir. Hiçbir zaman avukatlık yapmaz ama üniversite yıllarında  sol siyasetle tanışır ve giderek radikalleşir.   “Suor (Alınteri, 1934)” başlıklı romanında Brezilya işçi sınıfının mücadelelerini betimler.

Diktatör Getúlio Vargas rejiminde devrimci görüşleri nedeniyle 1935’te tutuklanır. İki yıl sonra tüm kitapları yasaklanır ve Brezilya’dan sürülür. Arjantin ve Uruguay’da geçirdiği sürgün yıllarından sonra Brezilya’ya döndüğünde eşinden ayrılır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1945’te Brezilya’da kurulan yeni rejimin kabinesinde komünistleri temsil eder. Aynı yıl yazar Zélia Gattai ile evlenir. 1947’de oğlu João Jorge dünyaya gelir. 1948’de kurucusu olduğu Komünist Partisi yasadışı ilan edilir, kapatılır, üyeleri tutuklanır ve Amado bu sefer Fransa’ya sürgün edilir ve beş yıl Fransa’da kalır. İki yılda Prag’da sürgün hayatı yaşadıktan sonra 1952’de Brezilya’ya geri döner ve eşinin ailesinin Rio de Janeiro’daki evine yerleşir.

1951’de Stalin Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görüldü.

Amado’nun siyasete olan ilgisi 1950’lerden itibaren azalırken erken dönem yapıtlarında baskın olan siyasal protestonun yerini olay örgüsü, karakter çizimi ve üslupta yetkinliğe önem veren bir romancı duyarlığı alır. 1943 ve 1944’te peş peşe yayımladığı “Sonsuz Topraklar” ve “Kızgın Topraklar” yeni bir gerçeklik ve üslup arayışını yansıtan geçiş romanlarıdır. 1958’de yayımlanan “Tarçın Kokulu Kız” ise Amado’nun erken dönem yapıtlarından gerek içerik gerek konu gerek anlatım bakımından farklıdır. Tarçın Kokulu Kız’da Amado toplumsal adalet, siyasal gerçeklik, isyan vb. temaları doğrudan ele almak yerine toplumsal değişim süreci içindeki bireyin çelişkilerini kurmaca düzleminde somutlaştırır. Amado’nun kişileri bundan böyle karikatür olmaktan çıkıp karakter haline gelirler.

1963’te yeniden Salvador, Bahia’ya dönen Amado tamamen edebiyata odaklanır ve peşpeşe romanlar yazar. Gecenin Çobanları (1964), Dona Flor e Seus Dois Maridos (Dona Flor ve İki Kocası, 1966), Mucizeler Dükkânı (1969), Tereza Batista: Savaş Yorgunu (1972), Tieta do Agreste (Tieta, Keçi Kız, 1977), Farda Fardão Camisola de Dormir (Kalem, Kılıç ve Gömlek, 1979), Tocaia Grande (Pusu, 1984), O Sumiço da Santa (Azizler Savaşı, 1988), A Descoberta da América pelos Turcos (Amerika’nın Türkler Tarafından Keşfi, 1994) gibi yapıtlarında Amado, Latin Amerika edebiyatına özgü büyülü gerçekçilik akımının olanakları ve kendine özgü bir dinî senkretizm ışığında Brezilya’daki hayatın zengin bir tasvirini sunar.

Amado’nun romanları 55 ülkede 49 dile çevrildi, sinemaya ve televizyona uyarlandı. Kırk yıl süresince Brezilya Yazarlar Akademisi’nin onur üyesi olan Jorge Amado, İngiltere, Fransa, Portekiz, İsrail ve İtalya’daki çeşitli üniversiteler tarafından fahri doktorayla ödüllendirildi.

1984’de François Mitterrand tarafından “Légion d’Honneur” ile ödüllendirildi.

6 Ağustos 2001’de hayatını kaybetti. Külleri dört gün sonra evinin bahçesine serpildi.

2 Kasım 2025 Pazar

Veda Etmiyorum


                                                         Yazar: Han Kang

                                                         Orijinal Dili: Korece

                                                         Yayınevi: April Yayınları

                                                         Çeviren: Göksel Türközü

                                                         Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2024, 5. Baskı

 

  

Adeta kış uykusundan uyanır gibi...

Uluslararası çoksatan yazar Han Kang’ın tüm dünyada ses getiren, son olarak Prix Mėdicis ve Prix Femina’ya layık görülen romanı Veda Etmiyorum, Güney Kore'nin bugünü ile acı dolu geçmişi arasında özümüzü bulacağımız bir yolculuğa davet.

Üç kadının bakış açısından Güney Kore tarihinin en karanlık zamanlarını okuyacağız.

Faili meçhullerin ve sivil katliamlarının damga vurduğu zamanları. 

Jeju Adası’nda durmadan yağan kar ve dinmek bilmeyen fırtına eşliğinde hayatın sönmeyen ışığını arayacağız.

Önümüzü görmemizi sağlayan, geride bırakılanlardan ve unutturulmaya çalışılanlardan yadigâr o ışığı.

Zamanlar arası salvolar atıyor, geçmiş ile bugünü edebiyatla örüyor Han Kang, jenerasyonlar boyu taşınan sırları bir romana sığdırıyor. Güney Kore'nin travmatik hafızası aydınlandıkça dünyanın dört bir yanındaki okurlar kendi coğrafyaları ile barışıyor.

Dostluğa övgünün, travmalara saygının ve unutmaya isyanın romanı: Veda Etmiyorum.

Han Kang

 


 

Han Kang, 1970’de bir Güney Kore şehri olan Gwangju’da doğdu ve 9 yaşında ailesiyle birlikte Seoul’a taşındı. Han Kang babasının da saygın bir roman yazarı olduğu edebiyatçı bir aileden geliyor. Yazılarının yanı sıra, bütün edebi üretimine yansıdığı üzere kendini sanata ve müziğe adadı. 

Han Kang kariyerine 1993 yılında “Edebiyat ve Toplum” adlı dergide şiirler yayımlayarak başladı. 1995 yılında çıkan bir kısa hikâye derlemesi olan “Yeosu’nun Aşkı” ile düzyazı alanında ilk çıkışını yaptı. Bunu kısa bir süre sonra içinde kısa hikayelerin ve romanların da bulunduğu yazılar takip etti. Bu romanların arasından en dikkat çekici olan eseri “Soğuk Ellerin” Han Kang’ın sanata olan ilgisinin izlerini taşır. Kitap, kadın bedenlerinin alçı kalıplarını yapmakla takıntılı olan  kayıp bir heykeltıraşın geride bıraktığı el yazmasını yeniden üretiyor. Heykeltıraşın çalışmasında, insan anatomisiyle kişilik ve deneyim arasındaki oyun üzerinde durulurken, bedenin neyi ortaya koyduğu ve neyi gizlediği konusunda bir çatışma ortaya çıkar. Kitabın sonunda da anlamlı bir şekilde ifade ettiği gibi; “Hayat, uçurumun üzerinde uzanan bir köprü biz de onun aşağısında yaşayan maskeli akrobatlar gibiyiz.”

Han Kang’ın uluslararası dönüm noktası “Vejetaryan” adlı kitabıyla gerçekleşti. Üç bölüm halinde yazılmış olan bu kitap, ana karakter Yeong-hye’ın yemek yeme normlarına uymayı reddetmesiyle onu takip eden şiddetli sonuçları portreliyor. Yeong-hye’ın et yememe kararı değişik ve tamamıyla farklı tepkilerle karşılanıyor. Davranışları hem kocası hem de otoriter babası tarafından zorla reddediliyor. Bir video sanatçısı ve Yeong-hye’in pasif bedeniyle takıntılı olan eniştesi tarafından estetik ve erotik olarak sömürülüyor. En sonunda kendisi, sonraları kardeşinin onu oradan kurtarmaya ve “normal” bir hayat yaşaması için eve geri götürmeye çalışacağı bir psikiyatri kliniğine yatırılıyor. Buna rağmen Yeong-hye, tehlikeli olduğu kadar baştan çıkarıcı bir bitki krallığının sembolü olan “yanan ağaçlar” şeklinde ifade edilen psikoz benzeri bir durumun içine daha da çok batıyor.

Daha olay örgüsüne bağlı olan kitabı “Rüzgar Esiyor, Git” ise arkadaşlık ve sanatla ilgili geniş ve karışık, keder ve dönüşüm özleminin güçlü bir şekilde mevcut olduğu bir kitap.

Han Kang’ın ekstrem hayat hikayelerine olan fiziksel empatisi, giderek daha yoğun hale gelen metaforik tarzıyla güçleniyor. ”Yunanca Dersleri” savunmasız iki kişinin arasındaki olağanüstü ilişkiyi büyüleyici bir şekilde anlatıyor.

Han Kang’ın, 1980 Gwangju Ayaklanması’nı merkezine alan Türkçe’ye "Çocuk Geliyor" olarak çevrilen Human Acts isimli romanı ise Güney Kore’nin karanlık tarihine ışık tutuyor. Roman, 1980 yılında Güney Kore'de askeri diktatörlük kuran darbeye tepki olarak gerçekleşen öğrenci protestoları (Gwangju Ayaklanması veya Gwangju Demokrasi Hareketi olarak bilinen, Güney Kore'nin Gwangju kentinde 18-27 Mayıs 1980 tarihleri arasında darbe yönetimine karşı gerçekleşen protesto gösterileri) sırasında geçiyor.

Nobel Edebiyat Ödülü komitesinin üyesi olan Anna-Karın Palm, “Han’ın eserleriyle tanışmamış okuyucular önce “İnsan Davranışları” adlı romanıyla başlamalı. Bu eser canlı ve cansız olanın nasıl iç içe oluğunu ve bu gibi travmaların nasıl kuşaklar boyu sürdüğünü gösteriyor fakat Han’ın yoğun ve lirik yazımı, bu tarihsel vahşet karşısında adeta bir teselli görevi görüyor.” diyor. Bu roman, Güney Kore’de öğrencilerin önderlik ettiği demokrasi yanlısı gösteriler sırasında 100’den fazla sivilin öldürüldüğü 1980 Gwangju Ayaklanmasını yansıtıyor. 

Nobel Edebiyat Ödülü komitesinin başkanı olan Anders Olsson ise Han hakkında “Han Kang, eserlerinin her birinde tarihsel travmalar ve görünmez kurallarla yüz yüze geliyor ve insan hayatının kırılganlığını ortaya çıkarıyor. Han, beden ve ruh, canlı ve cansız arasındaki bağlantıların benzersiz bir farkındalığına sahip. Han’ın şiirsel ve deneysel tarzı, onu çağdaş dünyanın yenilikçilerinden biri haline getirdi” açıklamalarında bulundu.

Kang, "tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun şiirsel düzyazısı" nedeniyle 2024 Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldü.

  


20 Mayıs 2025 Salı

Sodom ve Gomore

 




                                                 Yazar: Yakup Kadri Karaosmanoğlu

                                                 Yayınevi: İletişim Yayınları

                                                 Editör: Bahriye Çeri

                                                 Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2024-43.Baskı

 

Mütareke döneminin İstanbul’u. Batı hayranı Türkler, düşman subaylarıyla aşk serüvenleri yaşamak için çırpınan Türk kızları, çıkarlarını emperyalist İtilaf Devletleri’nin zaferine bağlamış adamlar... Çöküşü ve kokuşmuşluğu anlatan roman, Anadolu’daki dirilişi önce sezdirir, sonra giderek artan bir şekilde duyurur.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1974’e dek verdiği eserler Türkçe’nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.

 

Yorumlarımız:

  

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore adlı romanında 1919-1922 yılları arası, İstanbul'da yaşayan belli bir zümreyi anlatmış, kitabın basımı 1928'de gerçekleşmiştir.

O tarihlerde Misak-i Milli sınırlarında,ülkede çok cepheli siyasi, askeri mücadele vardı. Batıda Yunanlılar, güneyde Fransızlar, İtalyanlar, doğuda Ermenistan kuvvetleriyle savaşılmakdaydı.İngilizler, İstanbul'u işgal etmiş ve ayrılıkçılarla işbirliği içinde, Türk halkına katliamlar, yağmalar gerçekleştirilmekteydi. Taksim, Nişantaşı, Beyoğlu, Teşvikiye ve Şişli'de yaşayan dejenere zümre, özentilikleri uğruna kendilerini gösterme çabası içinde, çıkarlarını korumaya çalışarak, alafranga olduklarını zannederek o partiden bu partiye,İngiliz zabitlerle koşmaktaydı.

Böyle bir dönemde, romanın  ikiyüzüncü sayfasına kadar sadece bu zümrenin konu edilmesi beni şaşırttı.  Buna rağmen romandaki tasvirleri, anlatım dilini ve akıcılığını beğendim. Sayfa 186'da giyilen balıksırtı işlemeli pullu ropun, sudan yeni çıkmış mitolojik bir balığa, sayfa 189'da sarhoş bir kadının yalpalamalarının uçan bir eşarba benzetilmesi, dikkatimi çeken tasvirlerden bazılarıydı. Benim için, içinde zaman zaman felsefi alıntılar olan, akıcı bir romandı.

Konusuna tekrar döndüğümüzde; İstanbul işgali sırasında İngiliz zabitlerle yakınlaşan, her türlü ilişkinin mübah olduğu,sarhoş, züppe, ihanetçi, kural tanımayan bu topluluk, Lut gölü kenarında, yıllar yıllar öncesi , gökten düşen iki ateş koruyla yok olmuş Sodom ve Gomore şehirlerinin ahlaksız insanlarıyla eşleştirilmiş, roman da ismini buradan almıştır.

Dönem itibariyle ülkenin kurtuluş mücadelesi ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında olmasına yeterince degenilmemesi düşündürücü idi. Fakat benim için, tarih kitaplarında olmayan bazı gerçekleri öğrenmek, Cumhuriyetimizin önemini bir kat daha yüceltti. Okumanız tavsiyesiyle.  ZELİHA