25 Nisan 2012 Çarşamba

Ay Sarayı



                                                        Yazar: Paul Auster
                                                        Yayınevi: Can Yayınları
                                                        Orijinal Adı: Moon Palace
                                                        Orijinal Dili: İngilizce
                                                        Çeviren: Seçkin Selvi
                                                        Kapak Resmi: Mike Tolstoy
                                                        Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Kasım 2011 - 10. Baskı


Ay Sarayı, yeni Amerikan romanının en ilginç, en yetenekli yazarlarından biri sayılan Paul Auster'ın çok beğenilen bir romanı. Romanın başkişisi olan Marco Stanley Fogg artık kıpırdamamaya, çalışmamaya, yemek yememeye ve bütün bunların doğuracağı tehlikeleri göze almaya karar verir. Böylece, nereye kadar gidebileceğini bu süreç içinde neler olup biteceğini merak eder. 60'lı yılların çocuğu olan Fogg, yorulma nedir bilmeden geçmişinin anahtarlarını arar, yazgısının temel bilmecesinin yanıtların bulmaya çalışır. Manhattan'ın kanyonlarından Utah'ın çöllerine yolculuk yapan Fogg, şaşırtıcı ve zengin olaylara ve kişiliklerle karşılaşır. Roman, insanların Ay'da ilk kez yürüdükleri yaz mevsiminde başlayıp zaman içinde ileri geri hareket ederek üç kuşağı kapsar. Rastlantı ve belleğin yönlendirdiği Ay Sarayı 'nda, trajedi ve kefalet ödeme, lirizm ve mizah iç içedir. Bugüne kadar yayımladığı romanlarıyla, yaşadığı çağın en iyi, en özgün romancılardan biri olmaya aday gösterilen ve müthiş bir hayal gücüne sahip olduğunu, daha sonra yazdığı Yükseklik Korkusu adlı romanında da kanıtlayan Paul Auster 'ın en eğlenceli yapıtlarından olan Ay Sarayı'nın keyifle okunacağına inanıyoruz. (Arka Kapaktan)


Yorumlarımız:


Ay Sarayı romanı M.S. Fogg adlı bir gencin hayatını anlatıyor. Aslında sadece onun değil büyükbabasının ve babasının da ilginç hayat hikâyeleri M.S. in hayatı ile ustalıkla birleştirilmiş. Adeta bu üç hayat bir dama taşı oyunu gibi işlenmiş. O taşların nereye konacağını tahmin etmek olası değil. Zaten romanı ilginç kılan da bu bence. Çok geniş bir hayal gücü ile roman rastlantılarla, mucizelerle, maceralarla, bazen trajediler, bazen akıl almaz, inanılmaz şanslarla birlikte harmanlanıp, kurgulanmış.  Yazar çoğu romanında olduğu gibi hikâyenin sonunu netleştirmiyor, bizim yani okuyucunun yorumuna bırakıyor. Ayrıca yazarın kendi hayat hikâyesinden esintiler bulmak mümkün romanın içinde. Örneğin öksüz yetişmesi, Fransa’da hayatının bir kısmını geçirmesi, Colombia Üniversitesinde okuması gibi.
Roman akıcı ve kolay bir dille yazılmış, M.S. in parktaki zorlu hayatı dışında sıkılmadan hatta merakla takip edilen bir serüvene dönüşmüş. Yazar zaman zaman hayat nedir, aşkın kuvveti, sanat anlayışı gibi konularda keskin sözler söylemiş. Yerçekimine karşı gelebilecek tek güç sevgi demiş mesela. Ancak romandaki aşk bile bu güce dayanamamış, parçalanmış. Hiçliğin içinde yaşam demiş mesela ve bunu olağanüstü anlatmış (M.S. in parktaki yaşamı, Babanın mağaradaki yaşamı). Ayrıca sanatı insanın kendini anlatma biçimi olarak ortaya koymuş. Diğer taraftan romanda bazen yapaylık, aşırı iyimserlik ya da şans unsuru da vardı bence. Nerdeyse her kahraman yaptığı yanlışları ödedi ve sonunda  ilahi adalet yerini buldu. Zorluklar aşıldı, para sıkıntısı ortadan kalktı, kötüler öldürüldü vs. Hayat bu kadar kolay değil. Belki de onun için M.S. yolculuğunun sonunda okyanusun kenarına geldiğinde ne yapacağını bilemedi. Umarız şans onun yanında olmuş, hayatı sonuna kadar mutlu geçmiştir… LEYLA 

Yaşamımızı bir yığın rastlantı belirliyor ve biz dengemizi koruyabilmek için her gün bu şoklar ve rastlantılarla mücadele etmek zorundayız.” diyor Ay Sarayının başkarakteri Marco Stanley Fogg. Ama kitabı bitirdiğimde pes artık bu kadar da tesadüf olmaz ki insan yaşamında diye düşündüm. Benim okuduğum ilk Paul Auster kitabı Ay Sarayı. Ama internetteki diğer yorumlara bakınca yazar çoğu romanında tesadüflere yer veriyor.
“Ay Sarayı”  birbirinden hayatların son demlerinde haberdar olan üç kuşağın ilginç öyküsünü anlatıyor.  Her birinin hikâyesi inanılmaz ve olağandışı. Karakterler kurmaca olmasına rağmen romanda bilim tarihinden, edebiyattan, sanat tarihinden gerçek kişilere ve olaylara da yer verilmiş. Fogg’un hayatı ile yazarın hayat hikâyesindeki bazı benzerlikler de roman da göze çarpıyor.
Yazarla aynı okuldan mezun olan Fogg nedense çalışmak yerine sefalet içinde parklarda yaşamayı seçiyor, bunu da “Yaşamını rüzgârın esintisine bıraktığın zaman, daha önce hiç bilmediğin, başka koşullarda öğrenilemeyecek şeyleri keşfediyorsun” savını kanıtlamak için yaptığını söylüyor. Ama arkadaşları olmasa bu deney hayatına mal olacaktı. Fakat kitabın ilerleyen bölümlerinde dedesinin de daha iyi resim yapabilmek için evinden ayrılıp Kızılderili bölgelerine gittiğini görüyoruz. Saklandığı mağarada boyaları bitene kadar resim yapar ve sanat hakkında şunları söyler ” Sanatın gerçek amacının, güzel nesneler yaratmak olmadığını kavradı. Sanat,dünyayı anlamanın, dünyanın özüne inmenin ve o dünyada kendi yerini bulmanın bir yöntemiydi ve bir tablodaki estetik değerler, nesnelerin özüne inme çabasının neredeyse rastlantısal bir yan ürünüydü…”
Aşırı şişman baba ise diğer insanların alaycı bakışlarından kurtulmak için kendini kitaplara verir. Üç kuşaktaki “bireysellik” ve “bağımsızlık” isteği çok belirgin. Üçününde aşk hayatı kötü gitmiştir, ama kendi özgürlüklerinden hiç vazgeçmemişlerdir. Paraya önem vermiyorlar, ama hayatlarının belirli dönemlerinde hep önlerine bir yerlerden toplu para geliyor. Hayatta bu kadar şans olduğuna da inanmıyorum.
Çok rahat okunan bir roman ama tavsiye edermiyim bilemiyorum. Bu kadar meşhur ve ülkemizde son dönemde bazı polemiklere neden olan yazarı tanımak için okunabilir. NURİZER
Ay sarayı, Marco Stanley Fogg'un çocukluktan, gençlik yıllarına tesadüfler zinciri ile babasını ve  büyükbabasını bulmasının öyküsü. Romanının üç ana karakteri; Marco, büyükbaba Effing ve baba Barber. Her birinin hayatı ve yollarının kesişmesi romanın bölümlerini oluşturmakta.
Anlatıcının hayal gücü, dilinin akıcılığı ve anlatımdaki ustalık Paul Auster'in başyapıtlarından biri olduğunu gösteriyor. Paul Auster romanlarında tesadüflere yer veriyor. Bu romanı da tesadüfler üzerine kurulmuş ve bu tesadüfler bu kadar da olmaz dedirtecek derecede olması benim beğenmediğim tarafıydı.
Romanda beni en etkileyen bölümlerden biri Marco'nun dayısından miras kalan kitaplardan evini döşemesi, Effing'in mağaranın  duvarlarına sadece kendisi için resimler yapması ve ölmeden önce yaptığı hazırlıklar, istediği tarihte kendi ölümünü gerçekleştirmesi.
Eğlenceli bir roman, okumanızı hararetle tavsiye ederim. IŞIL

16 Nisan 2012 Pazartesi

Paul Auster


Paul Auster, 1947 yılında Queenie Auster ve Samuel Auster’ın oğlu olarak Amerika’da dünyaya geldi. Büyükbabası Amerika'ya gelen ilk nesil Yahudi göçmenlerindendi. 1959’da babası kentin en prestijli semtinde bir ev satın aldı. Ailecek buraya yerleşen Austerlar, küçük oğullarının edebiyata duyduğu büyük ilgiyi fark ettiler. Paul Auster’ın amcası, Allen Mandelbaum, yetenekli bir çevirmendi ve Avrupa seyahatine çıkarken çevirdiği yüzlerce kitabı Austerlara bırakmıştı. Paul Auster bu kitaplar sayesinde edebiyat dünyasıyla tanıştı Columbia Üniversitesi'nde karşılaştırmalı edebiyat masteri aldıktan sonra, 1970' te, bir petrol tankerinde altı ay gemici olarak çalıştı. Biriktirdiği parayla Fransa'ya gitti. Fransız edebiyatının önemli eserlerini İngilizceye çevirerek hayatını kazanan yazar, 1974’te tekrar Amerika’ya döndü. Aynı yıl 6 Ekim’de kendisi gibi yazar olan Lydia Davis’le evlendi. Çift kitap çevirileri yapıyordu ve Auster o dönemde aralarında New York Review of Books, Commentary ve Harper's gibi birçok ulusal yayın da bulunan gazetelerde edebiyat eleştirmenliği yapmaya başladı.  1979 yılı Auster için bir dönüm noktası oldu. Bu tarihte yürümeyen bir evliliği, küçük bir oğlu ve kıt bir geliri olan, maddi ve manevi açıdan tıkanmış yazarın babası öldü, evliliği bitti, yalnız kaldı ve babasından kalan miras sayesinde kendini yazmaya adadı. Önce babası Samuel Auster üzerine bir anı kitabı yazdı: Portrait of an Invisible Man ("Görünmez Bir Adamın Portresi"). Bu kitap 1982'de The Invention of Solitude (Yalnızlığın Keşfi) romanının ilk bölümü olarak yayımlandı. Aynı yıl, kendisi gibi yazar olan Norveç asıllı Siri Hustvedt ile evlendi. Bugünkü ününe City of Glass, 1985 (Cam Kent), Ghosts, 1986 (Hayaletler) ve The Locked Room, 1986 (Kilitli Oda)'dan oluşan New York Üçlemesi ile kavuşan Auster'ın eserleri 20 kadar dile çevrilmiş; Avrupa geleneğine, varoluşçu felsefeye yakınlıklarıyla ülkesi ABD'den çok Avrupa'da ses getirmişlerdir. 1986’da Princeton University’de doçentlik yapmaya başlayan Auster, 1990 yılına kadar akademisyenliğe devam etti. Yirminci yüzyıl Fransız şiiri üzerine önemli bir antoloji yayınladı. 1995’te başrolünde Harvey Keitel’ın oynadığı “Smoke” filminin senaryosunu yazdı. Ayrıca ilk yönetmenlik denemesini de bu filmde Wayne Wang ile birlikte yapan Auster, 1995 yılından sonra senarist ve yönetmen olarak birçok filme imzasını attı.
2006 yılında daha önce Günter Grass, Arthur Miller ve Mario Vargas Llosa’a da verilen “Prince of Asturias” ödülünün sahibi oldu.
Paul Auster savaş karşıtı duruşunu One Ring Zero’nun bestesini yaptığı King George Blues’ta gösterdi. George Bush’u ve onun savaş politikalarını eleştiren şarkının sözlerini yazan Auster, Bush’a “Baştan ayağa her yerin öyle korkutuyor ki beni / Nasıl bu kadar kötü olabiliyorsun?” diye soruyordu.
Paul Auster ayrıca “PEN American Center”ın başkan yardımcılığını da yapmaktadır.
Diğer eserleri: In the Country of Last Things, 1987 (Son Şeyler Ülkesinde); Moon Palace, 1989 (Ay Sarayı); Leviathan, 1992; Center of the World, 2001; The Inner Life of Martin Frost, 2006; In the Country of Last things, 2007; Timbuktu, 1999; The Book of Illusions, 2002(Yanılsamalar Kitabı); Oracle Night, 2004 (Kehanet Gecesi); The Brooklyn Follies, 2005;  Travels in the Scriptorium, 2006