Yazar: Heinrich Böll
Orijinal Adı: Gruppenbild mit Dame
Orijinal Dili: Almanca
Yayınevi: Can Yayınları
Çeviren: Sezer Duru
Basım
Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021 – 3. Baskı
Çağdaş
Alman edebiyatının büyük ustası Heinrich Böll, Fotoğrafta Kadın da Vardı adlı
romanını yayımladığı yıl, 1972’de, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Almanya
gerçeğini, özellikle de savaş yıllarında faşizmin pençesi altında kıvranan
Alman toplumunun çöküşünü bu kitabında büyük bir ustalıkla dile getiriyor
yazar. Ellisine yaklaşan, 1922 ile 1970 arasında yaşanan o “Tarih”in yükünü
sırtlanan bir Alman kadının hikâyesi bu. Her türlü toplumsal tutuculuğa karşı
çıkan, şimşekleri üzerine çeken Leni ve tutsak düşmüş Rus askeri Boris...
Tutkulu bir anlatımla gözler önüne serilen bu aşk atmosferinde Alman ruhunun
iyi ve kötü yanları, savaş yılları, Türk işçilerinin Almanya’ya gidişlerine
rastlayan 60’lı yılların başlarında yaşanan sürtüşmeler... Bütün eserlerinde olduğu
gibi sevgi, dostluk, içtenlik gibi değerleriyle insan olmanın estetiğini
vurguluyor Heinrich Böll.
Yorumlarımız:
Yazarın Leni Gruyten Pfeiffer’ın hayatını yazmak için
onu tanıyan kişilerle yaptığı görüşmelerden oluşturduğu bir kitap “Fotoğrafta
Kadın da Vardı”.
Leni kim?? Hakkında kitap yazılacak kadar neden
önemli?? Romanın sonuna kadar bunu merak ederek okudum.
Aslında Leni’nin Hitler döneminde yaşamış sıradan
Alman vatandaşlarından hiçbir farkı yok.Yazar Leni ve çevresindeki insanları
romanlaştırırken, Almanya’nın 50 yıllık tarihinde (1920 – 1970), hatta bazı
karakterler şahsında Birinci Dünya Savaşı yıllarına bile inerek geniş bir zaman
diliminde sıradan insanların yaşamlarını konu ediyor. Bilhassa İkinci Dünya
Savaşı yıllarında hayatta kalmaya çalışan bu insanların, savaş bitti dendiğinde
bile uzunca bir süre hayatlarının normale dönmemesi, sefaletleri, açlıkları,
psikolojileri, cinsel ilişkileri, aşkları, arkadaşlıkları, dayanışmaları
anlatılıyor.
Aslında roman Leni’nin romanı olduğu kadar “Savaş”ın
da romanı. Bugünlerde televizyonda Rusya – Ukrayna Savaşını izlerken bu romanı
okumak içimi çok acıttı. Evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar, yanmış,
yıkılmış evler, başka ülkere göç edenler… Savaş bittiğinde ne olacak … eski
hayatlarına, hayallerine kaldığı yerden devam edebilecekler mi??
1939 yazında, 17 yaşında, yeni ehliyet almış, araba
kullanan, dans etmeyi seven, tenis oynayan, babasının iş yerinde çalışan,
seveceği ve kendisini sevecek bir erkeğin hayallerini kuran Leni’nin hayatı
İkinci Dünya Savaşının başlaması ile alt üst olur.İlk sevdiği erkeğin, abisi
ile birlikte savaşın başında şehit düşmesi….. İzne geldiğinde tanışıp üç gün evli
kaldığı Alman Subay Alois Pfeifer’ın birliğine döner dönmez şehit olması…
annesinin ölmesi… babasının şirket hesaplarında sahtecilik tespit edilmesi ile
iflas etmesi ve ortadan kaybolması… savaş zamanında bile insanların ölülerine
saygıdan çelenk yaptırmak istemelerinden dolayı bir çiçekçide çalışmaya
başlaması… çalıştığı iş yerinde bir Rus savaş esirine aşık olması… aşkını
kimseye belli etmeden gizli gizli yaşaması…. Bombardımanlardan korunmak için
mezarların altını kazıp kendilerine sığınak yapmaları… Karaborsaya düşen
yiyecekleri alabilmek için sık sık borç alması… borçlarını ödeyemeyince
doğduğundan beri içinde oturduğu evi çok ucuza satması…. Yasak aşkın sonucu
hamile kalıp oğlunu binbir zorlukla doğurması… Savaş bitti diye sevinirken Rus
sevgilinin yakalanıp başka bir kampa gönderilmesi ve orada ölmesi…. Zorlukla
büyüttüğü oğlunun 25 yaşında hapse girmesi… Şimdi 48 yaşında iken Türk
sevgilisi çöpçü Mehmet’ten hamile kalması….
Yani 17 yaşında iken ‘Kentin en Alman Kızı’ seçilen bu
güzel kız, 48 yaşına geldiğinde hala etrafında olan kişiler tarafından
arzulanan ve güzel diye nitelenen bir kadın olmasına rağmen geçen yıllarda
ülkesi gibi büyük bir çöküntü yaşamış. Yine de her şeye rağmen piyano çalarak,
kitap okuyarak, şiirler söyleyerek, keyifli kahvaltılar yaparak hayata
tutunmaya, etrafına yaşam sevinci saçmaya çalışıyor ne kadar kederli bir yaşamı
olursa olsun.
Romanda yalnız Leni’nin değil onlarca karakterin daha
hayat hikayelerine tanık oluyoruz. Bu toplumda özellikle kadın olarak yaşamanın
zorlukları anlatılıyor. Aslında Alman toplumunun savaşa karşı bakışını,
insanların ikiyüzlü maddiyatçılığını, yapılan iyilikleri nankörce unutanları,
"savaşın tadını çıkar dostum, barış korkunç olacak" mantelitesini
gözler önüne sermiş. Faşizme karşı oldukça güçlü yergiler barındıran eser, aynı
zamanda savaş sonrası başlayan cinsel serbestlik devrimini de anlatıyor.
Savaştan sonra ülkeye gelen yabancı işçilere yönelen öfke ve nefret de çok
güzel anlatılıyor. Yazar 2. Dünya Savaşında Nazi rejiminde savaşmış, savaş
sonunda da Amerikalılara esir düşmüş bir Alman olduğundan savaşın içinde
biriken anılarının elbette yazılanlara da yansıması oluyor. Kendisi de savaşa
istemeden gittiği için romanda bazı karakterin savaşa gitmemek için
yaptıklarını okuyoruz.
Değişik bir yazım tekniği kullanmış yazar, elinde
kamerayla adeta bir belgeselci gibi adım adım Leni’nin hayatıyla ilgili bilgi
topluyor onu tanıyan insanlardan ve bu parçaları birleştirerek hikayeyi
anlatıyor. Okuması çok kolay değil. Oldukça fazla karakter var ve bu
karakterlerin Almanca isimlerini karıştırmak çok kolay. Ayrıca birde
kısaltmalar var.Yazar bazı isimleri ve kelimeleri kısaltarak yazıyor. Mesela
‘bundan sonra gözyaşına g. diyeceğiz’ diyor ve gerçekten gözyaşı kelimesi
yerine g. kullanıyor. Veya ilk bölümde Marja van Doorn diye bahsedilen
karakterin sonradan MvD olarak yazılması. Bunlar gibi onlarca kısaltma okurken
zorluyor, unutmamak için not almak
gerek.
Zor okudum desem de çok beğendiğim bir roman oldu.
Alman Edebiyatının çok sevilen bir yazarının okuduğum ilk kitabı idi. Şimdiye
kadar İkinci Dünya Savaşı ile ilgili okuduğum kitaplar veya seyrettiğim filmler
genelde cephedeki askerleri veya toplama kamplarındaki Yahudileri anlatıyordu,
ilk defa cephe gerisindeki sıradan insan hikayerini anlatan bir roman okudum.
Herkese tavsiye ederim, hele savaş dönemi romanlarına
meraklı olanlar için okunması gerekli bir roman. NURİZER
Sevgili Okur,
Kitap kulübümüzün Mart 2022 için kitap seçimi oy
çokluğu ile çağdaş Alman yazar Heinrich Böll’ün
‘Fotoğrafta Kadın da Vardı’ adlı romanı idi. Bu romanı seçtiğimize
sevinmiştim, çünkü bu zamana kadar bu meşhur yazarın hiçbir kitabını
okumamıştık ve üstelik yazar bu kitabı yazdıktan hemen sonra yani 1972 yılında
Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı.
Sonda yazmam gereken bir konuyu hemen başta yazarak
sizlere bir şeyi samimiyetle ifşa etmek istiyorum: şayet kitap kulübü için
olmasa idi kitabı başladıktan kısa bir süre sonra bırakabilirdim. Benim için
çok zor okunan bir kitaptı ve bu nedenle de dikkatim kolayca
dağılabiliyordu. Bitirince ise iyi ki bu düşünceyi kafamdan atıp, okumuşum dedim.
Çünkü bence bu romanın en özgün tarafı yazılış şekli, yepyeni bir kurgulama
yaklaşımı , çok katmanlı yapısı, kısaltmaların kullanılması gibi ilginç yazım
teknikleri ve düşünmeye sevkeden yazının griftliği, derinliği. Öyle ki
yazılanlar okunup, akıl süzgecinden geçirilip, herkesin kendi kurgu anlayışıyla
roman yeniden yazılıp, daha sade ve akıcı hale getirilebilir. Bu tür bir
fantezi tabi ki romanın öznel değerini ve Nobel adaylığını yitirmesine neden
olurdu!
Kitap birinci dünya savaşının sonundan 1970 lere kadar
olan, özellikle de ikinci dünya savaşı döneminde ve sonrasında yaşanılan acıları ve diğer sosyal, toplumsal
yaklaşımları paylaşan adeta bir belgesel gibi. Yazarın bu dönemi çok iyi
bilmesi, ikinci dünya savaşında esir alınması yazılanları çok gerçekçi
kılmış. Kitabın ana karakteri Leni
Gruyten Pfeiffer. Yazar Leni’yi direk olarak değil çevresindekilerle konuşarak
anlatıyor: yani ailesi, arkadaşları , sevgilileri , okul ve iş arkadaşları ile.
Bu görüşmeleri ve yorumları bir üçüncü şahıs romanda anlatıcı olarak kaleme
döküyor. Ayrıca romanda tek bir olay başlayıp, gelişip sonuçlandırılmamış.
Edebiyatçıların deyişine göre söylersek bu roman ne olay, ne karakter ne zaman
açısından lineer değil. Ayrıca 125 e yakın karakter olduğu için romanı tam
kavramak, anlamak hatta zevk almak için belli başlı karakterleri mutlak not etmek
gerek. Bunlar olmadan bu kitap ancak bence ‘öylesine okunmuş’ olur…
Romanda özellikle ikinci dünya savaşı sırasında
Almanların faşizan davranışları , halkın çektiği acılar, savaş sırasında ve
sonrasında kadınlara, göçmenlere karşı olan adaletsiz tutum, daha çok Leni gibi toplumun katı prensiplerine,
önyargılarına karşı gelen bir karakter vasıtası ile anlatılıyor. Kitapta çok
çeşitli , birbirinden bağımsız, ancak hemen her zaman Leni ile ilişkilendirilen
olaylar ve kişiler var: örneğin Leni’nin büyük aşkı Boris; Leni’nin göçmen sevgilisi Mehmet; hapisteki oğlu Lev,
rahibe Rahel ve daha niceleri. Bu
anlatımlarda tasvirler çok canlı. Ancak bazen o kadar derine iniliyor ki konu
dağılıp gidiyor. Son derece gereksiz gibi görünen ayrıntılara yer verilmesi
insanı düşündürüyor: acaba bu da yazarın bir kurgu bilmecesi mi diyerek..
Son olarak bu roman konusunda şunları söyleyebilirim:
Savaşlar hep acılarla dolu: Bunları şimdi de yaşıyoruz. Göçler, vatan dışında
yaşamak insanları hep ikinci hatta sonuncu pozisyona sokuyor toplumda: Bunları
şimdi de yaşıyoruz. Kalıp dışına çıktığında, önyargılara baş kaldırdığında
tokmağı hep kadın yiyor, özellikle cinsel kavramlarla bağdaştırılarak: bunları
dün de yaşadık, bugün de. Onun içindir ki bu roman içeriğinden/olaylardan çok, değişik yazı ve kurgulama
teknikleri ile romancılığa yeni bir
rüzgar, radikal bir bakış açısı getirmiş. İşte tüm bu nedenlerle okuması zor da
olsa iyi ki okudum diyorum. Ve meraklısına siz de okuyun diyorum. LEYLA