Isabel Allende 1942 yılında Peru’nun başkenti Lima’da doğar. Babası Tomas daha sonraki yıllarda Şili’nin başına geçecek olan Salvador Allende’nin kuzenidir. Annesi Francisca Llona Barros'tur. Isabel henüz üç yaşındayken babası Tomas ortadan kaybolunca annesi üç çocuğunu alıp kendi ülkesine, Şili’nin başkenti Santiago’ya geri dönüp ailesinin yanına yerleşir. Annesi yeniden evlendiğinde, bir diplomat olan üvey babası Ramon’la birlikte Lübnan’a giderler. Beyrut’ta eğitimine devam eden Isabel, on altı yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte1958'de ülkesine döner.
Liseyi bitirdikten sonra Tarım ve Gıda Örgütünde (FAO)
sekreter olarak çalışmaya başlar ve uzun bir süre bu görevini sürdürür.
1962 yılında, mühendislik eğitimi gören erkek arkadaşı
Miguel ile evlenen Isabel bir yandan evinin kadını olmaya çalışırken bir yandan
da çeviriler yapmakta, gazete ve dergilerde çalışmaktadır. Evlendikten hemen
sonra kızları Paula, ardından da oğulları Nicolas dünyaya gelir.
Bu dönemde Paula isimli feminist bir dergide on beş günde
bir köşe yazısı yazmak üzere işe girer. “Mağara adamınızı medenileştirin”
isimli bu köşe tamamen kadınlara yönelikti ve erkekleri nasıl eğitmek,
medenileştirmek gerektiğini oldukça komik bir şekilde salık veriyordu.
Allende bir yandan dergide yazmaya devam ederken bir
yandan da televizyon programları yapıyordu. Bu programlar o dönemde oldukça
popülerdi. 1971 yılında ‘El Embajador’
(Büyükelçi) adıyla kaleme aldığı tiyatro oyunu 1973
yılında Santiago’da sahnelendi. Aynı yıl, bir çok Şilili gibi Isabel Allende’nin
de hayatı değişti.
Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan
General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği
askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin
seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden,
soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki
çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.
Her şey 8 Ocak 1981 günü başlar.
Sürgünde kendine yeni bir hayat kuran Isabel, Caracas’da
gazetecilik yaparken çok sevdiği dedesinin ağır hasta olduğunu öğrenir.
Ülkesine geri dönmesi ve dedesini ziyaret etmesi mümkün değildir. O gün Isabel
kalemi eline alır ve yazmaya koyulur. Bir yıl boyunca neredeyse her gün annesine
bir mektup gönderir. Sonunda bu mektuplar bir roman haline gelir ve ortaya
“Ruhlar Evi – House of Spirits” (1982) çıkar.
İlk romanı ile gelen şöhretle yazarlık kariyerine güçlü bir giriş yapan Isabel gazetecilik mesleğini terk eder ve kaderinin ona açtığı yolda yürümeyi sürdürür. ilk romanının ardından Şili’deki politik cinayetleri ele alan “Of Love and Shadows”, ardından hikayeler anlatan bir kadının hayatını konu alan “Eva Lun”a (1987) ve “Eva Luna Anlatıyor” (1989) yayınlanır.
1987’de ilk kocası Miguel Frias’dan ayrılan Isabel Allende, kitap tanıtımı için gittiği Kaliforniya’da bir akşam bir grup insanla yemeğe çıkar. Karşısında Of Love and Shadows kitabından çok etkilendiğini söyleyen bir dul Avukat oturmaktadır. Bir gece sonra ilk beraberliklerini yaşarlar. Ardından Isabel Venezuella’ya uçar, kızına ve oğluna ne yapmak istediğini açıkladıktan sonra San Francisco’ya geri döner ve ilk evliliğinden doğma çocukları ile başı fena halde dertte olan bu yakışıklı avukatla, Willie Gordon ile evlenir.
Her şey yoluna girmişken, Isabel Allende’nin telefonu bir gün yeniden ansızın çalar.
Erkek arkadaşı Ernesto ile yeni evlenen yirmi sekiz yaşındaki kızı Paula aniden rahatsızlanmış ve koma halinde hastaneye kaldırılmıştır. Derhal uçağa atlayıp İspanya’ya giden Allende kızına yanlış teşhis konulduğunu ve yeterli ihtimamın gösterilmediğini düşünen bir annenin içgüdüsüyle kızını Madrid’den alıp Kaliforniya’ya götürür. Artık bir hastanede yirmi dört saat gözetim altında tutulan Paula için tıbben yapılabilecek bir şey de pek kalmamıştır. Çaresizlik içinde geçen o bir yıl boyunca Isabel kendini yeniden yazmaya verir. Bu kez de yattığı yerde şuursuz bir şekilde nefes alıp veren kızına seslenmektedir acılı anne. Çektiği sıkıntıları, yaşadığı karmaşık duyguları, içinden taşan öfkeyi, ana yüreğinde kabaran yakıcı isyanı, acıyı okurlarıyla paylaşacaktır Isabel. Yazarın en çok ilgi gören, adından en çok söz ettiren eserlerinden biri olan “Paula”, kızının ölümünden üç yıl sonra, 1995’de yayınlanır.
“Aphrodite” (1998) ve “Kaderin Kızı’nın – Daughter of Fortune” (1999) ardından “Yüreğimdeki Ülkem – Portrait in Sepia” (2000) yayınlanır. Bu romanları, hikâyelerini ergenlik çağına geçiş yapan torunları ile birlikte oluşturduğu bir dizi fantastik çocuk kitabı izler.
2019 yılı temmuz ayında yine Amerikan vatandaşı olan Roger Cukras’la evlenen Isabel Allende’ye göre on sekizinde aşık olmakla yetmiş beşinde aşık olmak arasındaki tek fark birlikte yaşanacak ve paylaşılacak zamanının sınırlı oluşudur.
Allende, Büyülü Gerçeklik akımının en güçlü kadın
isimlerinden biri olarak kabul edilir. Kitaplarında okurlarını geçmişlerini
araştırmaya yönlendirir,bu yolla kendilerini bulmalarına yardımcı olur. Kendi
hayatını, inançlarını ve en özel yaşanmışlıklarını okuyucuyla paylaşır. Bunu
büyülü ve gerçeküstü öğeleri gerçeklerle ve Latin Amerika tarihiyle
harmanlayarak ustalıkla yapar. Onun kitaplarında başrolde genelde kadınlar
vardır. Anne/kız ilişkilerini de hemen hemen bütün romanlarında tekrarlayan
güçlü, sevgi ve şefkat dolu, ölümden sonra bile devam eden ilişkiler olarak
dikkat çeker. Bunda genç yaşta kaybettiği kızı Paula’nın ve kendi annesi
Panchita’yla olan yakın ilişkisinin etkisi çoktur.
Isabel Allende’nin çalışmaları boyunca, sayısız kadın
kahraman buluruz. Örneğin, “Canavarlar Kenti”nde, bir kadın baş karakter
olmadığı halde, çok temel bir role sahiptir.
Şilili yazarın bir diğer önemli özelliği Latin Amerika ile ilgili düşünceleridir. Latin Amerika adetleri, gelenekleri, mevcut ikilemleri ve yerel kabileleri her zaman ona ilham kaynağı oldu. Isabel Allende, dünyanın güzelliği ve her toplumun çekici yanı için minnet doluydu.
Isabel Allende, eserleri otuz beş dile çevrilmiş, kitabının
70 milyondan fazla satılmasıyla birlikte, dünyanın en çok okunan İspanyol
yazarı kabul edilmiştir.