25 Nisan 2011 Pazartesi

Salman Rushdie

Bu hafta Salman Rushdie’nin Babur imparatorluğundan Osmanlıya ve Rönesans İtalyasına uzanan geniş bir coğrafyada birbiri içine geçmiş masal ve gerçek öyküleri ilginç bir kurguyla yazdığı Floransa Büyücüsü” adlı romanını tartışacağımız.
‘Şeytan Ayetleri’ kitabı yüzünden 1989´da hakkında ölüm fetvası verilen Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan Müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947'de (bağımsızlıktan iki ay önce) Bombay'da doğdu. 1961'de lise eğitimi için İngiltere'ye gönderilen Rushdie'nin ailesi, 1964'te diğer Müslümanlarla birlikte zorunlu olarak Pakistan'a göç etti ve Karaçi'ye yerleşti.
Cambridge'de tarih eğitimi gören Rushdie, fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus (1975) ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, Geceyarısı Çocukları (Metis, 2000) romanıyla (1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1993 Booker of Bookers ödülleri) dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan'da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan'da aynı akıbete uğrayan Utanç (Metis, 2005) izledi. Nikaragua anılarını aktardığı The Jaguar Smile'ın (1987, Jaguar Gülüşü, Pencere, 1989) ardından yazdığı The Satanic Verses (1988, Şeytan Ayetleri) ile 1988 Whitbread ödülünü kazandıysa da Müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle kitap Hindistan ve Güney Afrika'da yasaklandıktan sonra Ayetullah Humeyni tarafından yazar hakkında ölüm fetvası verildi.
Kitapları yirmi beş dile çevrilen ve çeşitli ödüller kazanan Rushdie, The Riddle of Midnight (Geceyarısı Bilmecesi) ve The Painter and the Pest (Ressam ve Bela) adlı iki belgesel film senaryosu da yazmıştır. Diğer yapıtları arasında Harun ile Öyküler Denizi (1990, Metis, 1994), In Good Faith (1990, İçtenlikle), Imaginary Homelands (1991, Hayali Ülkeler), East, West (1994, Doğu, Batı), The Moor's Last Sigh (1996, Mağriplinin Son İç Çekişi), The Ground Beneath Her Feet (1999, Ayaklarının Altındaki Toprak) ve Fury (2001, Öfke) sayılabilir. Rushdie'nin son romanı Shalimar the Clown (Soytarı Şalimar) Eylül 2005'te yayımlandı.


15 Nisan 2011 Cuma

İmkansızın Şarkısı

Yapım: 2010 ~ Japonya
Tür: Dram, Romantik
Oyuncular: Rinko Kikuchi , Ken’ichi Matsuyama , Tetsuji Tamayama , Eriko Hatsune
Yönetmen: Anh Hung Tran
Senaryo: Haruki Murakami , Anh Hung Tran
Yapımcı: Chihiro Kameyama , Shinji Ogawa
Görüntü Yönetmeni: Pin Bing Lee
Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında” adlı romanını okuyup tartıştığımız Haruki Murakami’nin bir diğer kitabı “Norwegian Wood” (Türkçeye tercümesi “İmkânsız Aşk” olarak yapılmış) geçtiğimiz yıl Vietnamlı yönetmen Anh Hung Tran tarafından sinemaya çekilmiş. 30. İstanbul Film Festivali sırasında seyrettiğim filmin konusu şöyle: Kizuki, Watanabe ve Naoko lisede günlerini birlikte geçiren üç arkadaştır. Kizuki ve Naoko sevgilidir. Bir gün, Kizuki intihar eder ve nedenine dair kimsenin bir fikri yoktur. Watanabe yaşadığı şehirden bir an önce uzaklaşmak istemektedir. Tokyo'daki bir üniversitenin drama ile ilgili bir bölümünü kazanarak oraya taşınır. Bir süre sonra Naoko ile karşılaşır. O da Tokyo'ya taşınmıştır. Eski günlerdeki gibi gezerler sürekli. Ancak Kizuki aralarındadır. Daha doğrusu Kizuki'nin intiharı ortalarında sallanıp durmaktadır. Naoko'ya âşık olduğunu anlayan Vatanabe bir gün her şeyin üzeleceğine ve mutlu olacaklarına dair ümitlidir. Ancak Naoko giderek depresifleşir, ilk ve son kez birlikte olmalarından hemen sonra ortadan kaybolur. Watanabe yaşamının her alanında ölümün etkisini hissetmekteyken, ansızın hayatına hayat dolu genç kız Midori girer….
Romantik Drama olarak perdeye aktarılan film ile bizim okuduğumuz kitap arasında oldukça benzerlikler vardı. Tokyo’da bir yurtta kalan Vatanabe’de bizim kahramanımız Hacime gibi boş zamanlarında bir müzik dükkânında çalışmaktadır. Hacme’nin eski okul arkadaşı Şimamoto’ya duyduğu aşk ne kadar imkânsızsa, Vatanabe’nin Naoko’ya duyduğu aşk da o kadar imkânsızdır. Kitapta olduğu gibi filimde de bol miktarda sevişme sahnesi vardı. Görüntü yönetmeninin başarılı çekimleriyle Japonya kırsalı değişik mevsimler de çok güzel anlatılmıştı. Yazar da bizim okuduğumuz kitapta doğayı ve manzaraları çok güzel tasvir ettiğinden gözümüzde canlandırabilmiştik. Kitapta bahsedilen Amerikan müzikleri, filmde de çok vardı. En başta filme adını veren Beatles’in “Norwegian Wood” adlı şarkısı. Watanabe filmde sürekli kitap okumaktadır, aynı Hacime gibi. Film ve kitap bu kadar benzeyince acaba yazarın başka bir kitabını okusam yine bu benzerlikleri bulabilecekmiyim diye düşünmeden edemedim.
Temposu biraz yavaş olsa da müzikleri, görüntüleri ve kahramanların ruh durumlarını perdeye başarı ile aktarılmış olduğundan zevkle seyrettim.

14 Nisan 2011 Perşembe

30. İstanbul Film Festivali



Bu yıl 30. yaşını kutlayan İstanbul Film Festivali, 2-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek.
İstanbul Film Festivali’nde 21 bölümde 52 ülkeden 256 yönetmenin 231’ün üzerinde filminin yanı sıra konukların katılımıyla renklenecek sinema dersleri, söyleşiler ve seminerler de yer alıyor. Aralarında Béla Tarr, Claire Denis ve Claude Lanzmann gibi ünlü yönetmen ve oyuncuların da olduğu festival konukları kendi filmlerinin gösterimleri öncesi sinemada izleyicilerle buluşup, film sonrasında da filmle ilgili sorulara yanıt verecek. Festivalin gösterimleri Beyoğlu’nda Atlas, Beyoğlu, Fitaş 1, Fitaş 4, Pera Müzesi, Nişantaşı’da City’s ve Kadıköy’de Rexx olmak üzere toplam 7 sinema salonunda gerçekleştirilecek.
Uluslar arası ve Ulusal yarışma sonunda “Altın Lale” kazanacak filmler 17 Nisan’da ödüllerini alacaklar.
Festivalin tarihçesi ve bu yılki program için http://film.iksv.org/tr adresine girebilirsiniz.

3 Nisan 2011 Pazar

Cumartesi


Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Ian McEwan, son romanı Cumartesi’de tek bir günde koca bir hayatı anlatırken dünyada olup bitenlerden kendimizi ne kadar soyutlayabileceğimizi de sorguluyor.
Savaşların biri bitmeden diğeri başlarken, dünyanın her yerinde kan dökülmeye devam ederken, nedensiz bir şiddet eyleminin gelip sizi bulmayacağının garantisini kim verebilir?  (Arka Kapaktan)


Orta yaşlarında çok başarılı bir beyin cerrahı. Ülke çapında başarılı bir yüzücü annenin oğlu. Çok başarılı bir avukatın eşi. Oxford’da tahsil görmüş ve başarılı bir yolda ilerleyen şair bir kızın babası. Okumayı yarıda kesip müzik çalışması yapan, burada da başarı sinyalleri veren genç bir oğlanın babası. Meşhur edebiyatçı bir adamın damadı… Birbirine âşık, çok iyi bir çift. Aile içi problemlerin bile tatlı tatlı çözüldüğü bir ortam. İşte roman böyle bir aile babasına ait! Burada biraz soluklanmak lazım…

Ayrıca aynı gün sabah karısı ile sevişip önce spora koşan, sonra saatlerce araba kullanıp annesini bakım evinde ziyaret eden, sonra akşam yemeği için alışveriş eden, sonra oğlunun konserini dinleyen, sonra eve gelip tüm aileye yemek pişiren ve tabi bu arada sokak magandaları ile kavga edip onları alt eden  orta yaşlı bir cerrahtır bu aile babası. Üstelik gece yarısı tüm dikkatini toplayıp önemli bir ameliyat yapabilen  bir cerrahtır kendisi. Burada ikinci soluklanmamı yapıp kendi kendime şöyle dedim:

Bu bir romandır ve kurgudur. Doğrusu, eğrisi olmaz. Gerçekten de romanı bir çırpıda okudum. Beni sürükleyip götürdü. Çünkü okurken hep merak ettim: tüm bu mutluluk denizinde acaba ne zaman bir olay  olacak diye? Sonunda dünyayı kasıp kavuran türlü türlü savaşların, terör olaylarının, bombaların uzağında yaşayan insanların hayatlarının bile kırılgan olduğunu, inansak da inanmasak da kaderin ve şansın hayatlarımızı ne kadar şekillendirdiğini romanın sonunda gelişen olağan adli vaka ile  biraz anlamış oldum…  

İngilizlerin bol ödüllü yazarı Ian McEwan’ın dilini sevdim, bana akıcı geldi. Üstelik müthiş araştırmacı bir yazar olduğu apaçık. Ama bu romanda çok önemli bir derinlik görmedim. Hatta başarılı cerrah ve ailesinin hayatını anlatırken romanın orasına burasına serpiştirdiği Irak ve Afganistan savaşları, patlayan bombalar, peçeli kadınlar, bağnaz dindarlar beni rahatsız bile etti, ya da bana biraz zoraki yamalar gibi geldi. Romanda sevdiğim bir gizli savaş vardı: sanki genel anlamda ilim (tıp ilmi, hukuk ilmi) sanatla (edebiyat, şiir, müzik) hep bir karşılaştırma içindeydi. Bence son cümle şöyle olmalı: ilim ile sanat bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Bu parçalara kader ve şansı da eklediğimizde  hayatın formülü yazılmış olur. Çok bilinmeyenli bu denklem bu güne kadar çözülememiştir… LEYLA


Kitap Ian Ewans'dan okuduğum ilk romandı ve bence yazar iyi bir hikâye anlatıcısı. Kitap bir doktorun bir cumartesi gününü anlatmakta ve çok sürükleyici. Kitap, roman kahramanı doktorun işinin oldukça detaylı bir şekilde anlatımı ile başlıyor ve bence bu onun ruh haline, düşünce sistematiğine ve diğer aile üyeleriyle ilgili (özellikle çocuklarla iletişimine)  görüşlerine ışık tutmak için bilhassa kurgulanmış. Gün hemen hemen herkesin yaşayabileceği bir cumartesi ancak sonunda çizgi dışı bir olay yaşanması ve bunun aile üyeleri tarafından farklı bir biçimde yorumlanması, tepkilerinin anlatımıyla sonlanıyor. Ben özellikle gün boyu geçen  olayların anlatımını çok başarılı buldum çünkü son derece olağan olmalarına rağmen  hem sürükleyici, resim gibi gözümüzün önünde canlandırabileceğimiz bir şekildeydi hem de son derece detaylı bir anlatımdı. Ayrıca farklı kişilikler ve aralarındaki medeni ilişkilerde hoşuma gitti. Kitap  başarının tek düze olmadığını ve kişinin kendi istediklerini yapmasının önemini de vurguluyordu bence. Son bölümdeki beklenmedik olay ise hayatın ne kadar tesadüflerle dolu olduğunu ve bunların insan hayatını olumlu veya olumsuz şekilde etkileme olasılığının herkes için geçerli olduğunu gösteriyordu.  Sonuçta severek okuduğum bir kitap oldu.  DEMET

 
15 Şubat 2003 Cumartesi günü üstüne kurgulanmış bir roman. Ian McEwan romanın başkarakteri olarak yarattığı Henry ve ailesini, bilim, sanat, hoşgörü ve sevgi ortamında idealleştirilmiş (belki de gereğinden fazla) bir aile olarak sunuyor. Geriye dönüşlerle ailenin bütün geçmişini çok güzel özetliyor. Mekân olarak da Londra’yı seçmiş. Böylece bir kentin dinamiklerini (aynı gün Londra’da önemli Irak savaşı karşıtı bir yürüyüş gerçekleşiyordur) anlatacak ortam da yaratmış kendine.
Romanda anlatılan Cumartesi günü, keyifli geçeceği tahmin edilen bir tatil günüdür. Ama her şey planlandığı gibi gitmez. Doktorun kolayca çözümlediğini düşündüğü küçük bir araba kazası günün sonunda kötü sürprizlere yol açar.
Aslında romanın açılışını yanarak inen bir uçakla yapan yazar tehdit ve korkunun kaynağını en başında hissetmemizi ister. Uçağın bir tehdit olmadığını anlayarak rahatlayan Henry ve ailesi, ne denli tehdit altında olduklarını, güzel ve güvenli yaşamlarının ne kolay kırılabileceğini günün sonunda görüyorlar.                                          
Sanırım yazarın anlatmak istediği hepimiz için doğru; istediğimiz kadar her şeyi planlayalım küçücük bir sürpriz bazen iyi yönde, bazen de kötü yönde hayatımızın akışını değiştirebilir. NURİZER

İngiliz yazar Ian Mc Ewan'ın kitabını okumak ve İngiliz ailenin yaşamını tanımak güzeldi. Aslında yaşam demek yanlış+ doğru, şans+ şansızlık, mutluluk+mutsuzluk demek değil mi? Romanda çok güzel  örnekleri var.

Baba Henry Perowne başarılı bir sinir cerrahı. Hayat karşısına onu mutlu edecek kadını, hastanede hastası olarak çıkarıyor. Bu tesadüf yaşamındaki şansı. Bir Cumartesi günü sıradan bir tatil günüyken, küçük bir kaza ve dramatik bir akşam en kötü şansızlığı oluyor. Ailecek geçirdikleri akıl almaz geceyi hatırlamak, ömür boyu,  acı verecek ruhlarına.

Sadece bir günün anısını çağrıştıran ismine karşılık, okunduğunda tüm aileyi ve yaşamını tanıtan bir roman. Londra'da bir Cumartesiyi, Irak savaşına karşı halkın duyarlılığını, doktor bir baba ve avukat annenin çocuklarına tutumunu, meslek seçimlerinde onları desteklemelerini ve büyükbabanın rolünü, şiiri, müziği, beklenmedik tesadüfleri yaşamı hissediyor, yaşıyorsunuz.

Romanı okuyunca düşündüm. Birinci yazgıları değiştiren tesadüfler. Şaşırtan ikincisi de eğitimli bir ailenin haberlerinin  olmadığı, kızlarının  zamansız hamileliği. O berbat gecede bunu öğrenmeleri... ZELİHA