29 Aralık 2013 Pazar
İnci Gibi Dişler
Yazar: Zadie Smith
Orijinal Adı: White Teeth
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: Everest Yayınları
Çeviren: Mefkure Bayatlı
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011- 12.Baskı
Her türlü aşırılığın
revaçta olduğu Londra'nın kenar semtlerinden birinde, farklı renklerin, farklı
dinlerin ve farklı kuşakların, Jones'lar İkbal'ler ve Chalfen'ler gibi üç
renkli ailenin, .oluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında,
göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt-kültürlerin
ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan
parodisini...
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
İnci Gibi Dişler romanına Zadie Smith
Cambridge Edebiyat Fakültesi’nde okurken daha 21 yaşında başlamış ve 25 yaşında
bitirmiş. Birçok önemli ödüller kazanan bu romanı bu yaşta yazabildiği için
yazara büyük saygı duyuyor ve önünde şapka çıkarıyorum. Bence müthiş bir
donanım ve entelektüel kapasite. Kadınları tanımış, erkekleri çözmüş, çeşitli dinlerin
içerikleri konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmuş, hatta yaşlı, genç her
insanın karakterlerini, ruhunu rahatlıkla betimlemiş…
Romana gelince: Bangladeşli Müslüman Iqbal,
Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi-katolik Chalfen ailelerinin İngiltere’ye göçtükten
sonraki ve birbirine geçmiş hayat hikâyelerini uzun uzun anlatıyor. Bu
hikâyeler bize göçmenlerin veya azınlıkların ne tür ekonomik, sosyal, kültürel,
etik ve eğitim sorunları ile karşı karşıya olduklarını bir kez daha
gözler önüne seriyor. . Bunları okurken hep aklıma 1960 lı yıllardan beri
Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göç eden ve sayıları şimdi milyonları bulan
Türk işçilerinin, onların çocuklarının ve torunlarının bitmek bilmeyen
çilelerini aklıma getirdi. Hatta yaklaşık iki hafta önce, Almanya federe
hükümeti, Göç İşlerinden sorumlu bakanı için bir Türk göçmenini seçerek
bu sorunlara yardımcı olabileceğine kanımca inandığını gösterdi.
‘İkinci vatan’ teması ve onunla ilişkili insan manzaraları globalleşen
dünyamızda artık hep var olacağa benzer. Bunu bir roman tadında ve okuyucunun
ilgisini çekerek yazmak maharet işi. Ben romanı okurken zaman zaman sıkıldım,
çünkü bazı bölümler bana lüzumsuzca uzun ve hatta kopuk geldi. Takip etmekte
güçlük çektim. Gene de farklı kültürleri okumak isteyenler için güzel ve
kapsamlı bir roman… LEYLA
Zadie Smith “ İnci gibi Dişler” adlı romanında
Londra- İngiltere’de göçmen olarak yerleşmiş farklı etnik guruplara ait
kişilerin entegrasyon sorunlarını, gelenek ve görenek çatışmalarını, yaşam
şartlarını özellikle üç aile üzerinden anlatmakta. Kitaba bu gözle baktığımda
oldukça başarılı ve detaylı anlatımla bu yaşamlara tanık oluyoruz. Diğer
taraftan ise oldukça uzun ve zaman zaman sıkıcı olabilen bir üslupla karşı
karşıya kalıyor insan. Bu nedenle kitabı sevdim veya sevmedim diye bir yorum
getirmekte zorlanıyorum. Ancak benim için kitabı okurken tekrar tekrar karşıma
çıkan, çok enteresan bulduğum bir simge “diş” oldu. Diş her ne kadar köklere
vurgu yapmak için kullanılmış olsa bile bence yazar “diş”i aynı zamanda tüm
ırk, renk ve etnik köken farklılıklarının yok olduğu yani kişilerin her hangi
bir sınıfa sokmanın mümkün olmadığı bir uzuv olarak- hatta beyaz İngiliz
olmayanların dişleri daha “beyaz”, daha göz alıcı olabiliyor- kullanılmış diye düşünüyorum. DEMET
Londra’nın kenar
semtlerinden birinde yaşayan üç farklı ülkeden göçmüş üç farklı dine inanan üç
ailenin üç kuşağının başından geçenleri trajikomik bir şekilde anlatan bir
roman okuduk bu ay. Yazar kendiside göçmen bir aileden geldiğinden göçmenlerin sorunlarını,
psikolojik durumlarını çok iyi gözlemlemiş. Hangi pozisyonda olursa olsun her
göçmen değişik umutlarla yurtdışına gider, ama bir gün daha iyi şartlarla
ülkesine dönmek hep aklındadır. Uzaktayken ülkesine, geleneklerine, kültürüne
ve dinine daha çok bağlanır. Aslında çok yorum yapmadan kitaptan aldığım şu iki
alıntı karakterlerin ikilemini çok iyi anlatıyor:
''Gerçekten anlayamıyorum. Bugünlerde, bana bu ülkeye ayak
bastığın anda şeytanla anlaşma yapıyorsun gibi geliyor. Giriş kapısında
pasaportunu uzatıyorsun, damgalanıyorsun, biraz para kazanmak istiyorsun, bir
işe girişiyorsun... ama niyetin geri dönmek! Kim burada kalmak ister ki! Soğuk,
nemli, berbat bir yer: Kötü yiyecekler, iğrenç gazeteler, kim burada kalmak
ister? Kimsenin seni hoş karşılamadığı, sadece tahammül ettiği bir yerde
kalınır mı? Sadece tahammül ettiği. Sonunda evcilleştirilmiş bir hayvanmışsın
gibi. Kim kalmak ister? Ama şeytanla anlaşma yaptın... seni ele geçiriyor ve
birden dönecek halin kalmıyor, çocuklarını tanımakta güçlük çekiyorsun, artık
yersiz yurtsuz birisin.''
''Bu yüzyılın başlarında Tayland Kraliçesi, çok sayıda
uşakları, hizmetçileri, halayıkları, ayak yıkayıcıları ve çeşnicibaşılarıyla
tekne gezintisi yaparken, aniden teknenin kıçı büyük bir dalgaya çarpınca, Kraliçe,
Nippon-Kai'nin mavi sularına düşmüş, yardım istemesine rağmen teknedeki hiç
kimse yardımına koşmayınca Kraliçe ölmüş. Yapılan açıklama dış dünyaya anlamsız
gelse de Taylandlılar durumu hemen kavramıştı: Gelenek, o gün de günümüzde de
hiçbir kadın veya erkeğin Kraliçe'ye dokunmasına izin vermez.
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''
Romanın başında her olayı
fazla detaylı anlatan yazar sonuna doğru bu detaylardan vazgeçince okuması daha
keyifli oldu. Bittiğinde ne kadar çok karakter ve konu vardı diye düşündüm,
yine de okuması zaman zaman sıkıcı olsada okumanızı tavsiye ederim. NURİZER
Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;
Birincisi, yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.
Güzel kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA
Jamaika
kökenli İngiliz yazar Zadie Smith 1997 yılında yazmaya başlayıp 2000 de
yayımladığı İnci gibi romanı ile aynı sene en çok satan kitaplar arasına
girmeyi başarmış. Yazar bu romanında farklı kültürler ve dinler arasına
sıkışmış Londra’nın kenar mahallelerinde yaşayan yabancı kökenli bir
gurup insan ve bunların arayış ve çelişki içinde geçen yaşantısını anlatıyor. Zadie
Smith Jamaika ve Bengladeş’den göçen iki ailenin batı kültürüyle sürekli
kavgalarını, o kültürü reddetmelerini oldukça detaylı [ yer yer sıkıcı
olacak kadar] olarak aktarıyor. Kitap her iki ailenin yaşamlarına
Yahudi Chalfen’lerin girmesi ile biraz da olsa hareketleniyor
ancak karekterlerin kalabalıklığı, uzun anlatımlar kitabı sıkıcı olmaktan
kurtaramıyor. BEYZA
Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;
Birincisi, yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.
Güzel kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA
26 Aralık 2013 Perşembe
Zadie Smith
Zadie Smith,
Londra'nın kuzey batısında çoğunlukla işçi sınıfının yaşadığı Brent
kasabasında, Jamaikalı bir anne ve Britanyalı bir babanın çocuğu olarak Sadie
Smith ismiyle (ismini 14 yaşındayken değiştirmiştir) 1975 yılında doğdu. Jamaika’da
doğup büyüyen ve 1969 yılında İngiltere'ye göç eden annesi, babasının ikinci
eşidir.
İngiliz
edebiyatı eğitimi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne bağlı King's College'da
okurken kısa hikâyeler yazmaya başlayan yazarın bu hikâyelerinden bir kısmı
öğrencilerin yazdıklarından derlenen Mayıs Antolojisi'nde yayınlandı. Bu
hikâyeleri ile bir yayıncının ilgisini çekip ilk romanı için teklif aldı.“İnci
GibiDişler”in yayınlanacağı tamamlanmasından çok önce 1997 yılında duyuruldu.
Pek çok yayıncının almak için çabaladığı roman Smith'in Cambridge'deki son
senesinde bitti ve 2000 yılında yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitapların
arasına girdi. Roman yazara Whitbread İlk Roman Ödülü'nü, The Guardian İlk
Roman Ödülü'nü, Commonwealth İlk Roman Ödülü'nü, Betty Trask Ödülü'nü ve James
Tait Black Memorial Prize for Fiction'ı kazandırdı. 2002 yılında Channel 4
tarafında televizyon dizisi olarak çekildi.
Röportajlarında
ilk romanının başarısından sonra bir süre yazamama krizine girdiğini söyleyen
Smith'in bu krizi uzun sürmedi. 2002 senesinde ikinci romanı “İmza Toplayan
Adam”ı yayınlandı.Üçüncü romanı “Güzelliğe Dair” Eylül 2005'de yayınlandı ve
Man Booker Ödülü'ne aday oldu.
Yazar kendisi
gibi edebiyatçı olan Nick Laird ile 2004 yılında evlendi. Çift şu anda Kuzey
Londra'da yaşamaya devam ediyor.
19 Aralık 2013 Perşembe
Beşinci Yılımıza Girerken....
Biz 8ekiz Kitap
Kulübü kadınları bugünlerde dört yılımızı doldurup, beşinci yılımıza girmenin
heyecanını yaşıyoruz. Bu yıllar boyunca baştan tahmin edemediğimiz kadar anı biriktirdik
ve bunlardan en güzellerini sizlerle paylaşmak istedik:
Her şeyden önce
ve önemlisi kırk üçü aşkın roman okuduk. Bu kitapların yaklaşık yarısı
yerli yarısı yabancı yazarlara aitti. Kitapları seçerken böyle eşit bir ağırlık
olsun diye yola çıkmadık, bu kendiliğinden gelişti. Zaman zaman popüler
kitaplar, zaman zaman klasiklerden okuduk. Romanları tartışırken hem yazarı,
hem yazarın kurgusunu, üslubunu ve hem de içeriğini/karakterleri uzun uzun
konuştuk. Çoğu zaman çevirilerden dert yandık. Tartışmalarımızla dağarcığımıza
bir dolu yeni bilgi kattık, ufkumuzu genişlettik, eğitildik ve eğlendik.
Birlikteliğimizin
ikinci yılının sonunda 8ekiz Kitap Kulübünün bloğunu açtık. Bloğumuzda
okuduğumuz kitapları ve bu kitaplara ait eleştirilerimizi sizlerle paylaştık.
Aynı zamanda güncel sanat olaylarına da bloğumuzda yer verdik. Okuduğumuz
kitapları tartışmak için her ay birimizin evinde toplanmak bize büyük zevk
verdi. Özenle hazırlanan yiyeceklerin hepimizin ortak merakı olduğunu
sevinerek gördük. Hazırladığımız pastalardan şimdiye kadar 83 tanesine de
bloğumuzda yer verdik.
Biz sekiz kadın
bu süreçte bir aile gibi olduk. Bu aileden bir arkadaşımızın bir torunu oldu;
iki arkadaşımızın çocukları evlendi; bir arkadaşımızın kızı nişanlandı; iki
arkadaşımızın çocukları üniversiteye girdi. Güzel günlerimizde sevinçleri
paylaştık, zor günlerimizde birbirimize destek olduk. Ama hiçbir zaman kitap
okumayı ertelemedik. Kısacası 8ekiz kitap kulübü bizim için bir başarı hikâyesi.
Çünkü orada hepimizin yürekten katıldığı değerlerimize sarıldık: kitaplar
bizim arkadaşımız, dostumuz oldu. Bunun için birbirimizle rekabet etmedik, ya
da edebiyat kibirliliği yapmadık. Herkes bildiğini, düşündüğünü ortaya koydu ve
hararetle tartıştık. Ancak sonunda demokrat yaklaşımdan ve çoğulcu kararlardan
vazgeçmedik. Hepimiz olgun, kendi ile barışık kişiler olsak da eksik
kaldığımızda birbirimizi tamamlamasını bildik. Her zaman eğlenmenin de bir
yolunu bulduk. Şimdi bu bütünlüğün ve beraberliğin hep devam etmesini
istiyoruz. Bu birliktelikte kitaplar bizim ışığımız olacak; dostluğumuz bizim
yüreklerimizi besleyecek; ortak meraklarımız keyfimizin anahtarı olacak.
Dileğimiz odur
ki, 8ekiz Kitap Kulübümüz biz var oldukça hep yaşasın, kimse bizi kıskanmasın,
ama imrensin. Böylece yeni kitap kulüpleri kurulsun, kültürümüz, dünyamız
zenginleşsin.Yoksa Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabında söylediği gibi
‘gündelik hayatın hayhuyu içinde…..insan her şeyin tekrarlandığını hisseder..
’. Tekdüzelik ve teklik mutsuzluk getirir. Güzel kitap birliktelikleri
dileklerimizle yeni yılınızı kutlarız. LEYLA
3 Aralık 2013 Salı
O Muhteşem Hayatınız
Yazar: Oya Baydar
Yayınevi: Can Sanat Yayınları
Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2012- 1.Baskı
“Hangisi gerçek
hayatım benim? Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?"
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
Yorumlarımız:
Coşkularının
peşinden koşan, toplumdaki önyargı ya da alışılmışlıklara pirim vermeyerek
kendi hayatlarını ellerinden geldiğince ödün vermeden yaşayan, birbirleriyle
kaderleri garip bir şekilde geri kalan yaşamlarını tamamen değiştirecek
şekilde kesişen kahramanlar alıp götürüyor "Oya Baydar" ın
hikayesini...
Keyifle ve çok
akıcı bir şekilde okunan kitabı kahramanları yargılamadan ve kendinizle
özdeşleştirmektense , duygularını, heyecanlarını anlamaya çalışarak okumak
öykünün hümanist bakışına ulaşmanızı sağlıyor....Onlar hayatta
"yüreklerinin onları götürdüğü yere" gitme cesaretini gösteren
insanlar olarak ayrı ayrı özeller bana göre...Ve ayrı ayrı alkışlanmayı hak
ediyorlar.....Diva (Aliye Sema), Arya,Toplayıcı, Cansa.......
Toplumsal ,
kültürel değerlerin DNA larımızın derinliklerine hiç farkında olmadığımız kadar
güçlü sızabileceği, yer yurt mekan demeden fırsat bulduğunda kendini açık
edivereceği gerçeği son derece etkileyici sunuluyor kitapta......Ve bu değerlerin
insanları nasıl zenginleştirebildiği sarıp sarmaladığı hiç hesapta yokken, ne
kadar duyguyla aktarılıyor...
Memleketimizin
maalesef çok iyi bilmediğimiz ve tartışamadığımız yakın tarihine ışık tutup
merakımızı kışkırtıyor roman biraz acı biraz gurur biraz şaşkınlık
yaratarak..... UFUK
Oya Baydar’ın “O
muhteşem Hayatınız”ı zevkle okudum; hem romanın tadına vardım, hem tarihimizde
acılı bir sayfa olan Dersim’i daha iyi anlamak ve öğrenmek için bir fırsat
doğmuş oldu. Deyim yerinde ise kuru kuru roman okumaktansa bilgi dağarcığıma
bir şeyler eklemek beni mutlu etti…
Romanda ilginç
karakterler var: Tutkunun, bir şeye kafayı takınca azimle, hiçbir engel
tanımadan gitmenin ne olduğunu ‘toplayıcı’da görüyoruz. O muhteşem hayatların aslında
madalyonun yalnızca bir yüzü olduğunu, gerçek yüzünün madalyanın arka yüzünde
olduğunu, meşhur olmanın bedellerinin, daha doğrusu meşhur olma yolunda gidilen
adımların arkasında ne gibi hikâyeler olduğunu ‘diva’ karakterinde görüyoruz.
Sakin, huzurlu, sorunsuz aile ortamında bile ne gibi özlemler olduğunu,
ne çok ‘mış’ gibi yapıldığını ‘divanın kızı’ karakterinde görüyoruz. Romanların
olmazsa olmaz ‘aşk’ konusunun erkek karakteri romanda belirtilen her
türlü olumlu özelliklerine rağmen gençliğinde karanlık işlere bulaşan bir kişi
olduğunu seziyoruz. Kısacası Oya Baydar bence tüm bu karakterleri ve daha
fazlasını son derece akıcı bir dille anlatıp, önümüze koymuş. İyi de etmiş.
Ben romanı
politik açıdan değerlendirmiyorum. Dersim olaylarını okuyup anlamadan Oya
Baydar’ı ‘gündeme göre yazan yazar’ eleştirisi için de bir hüküm getirmem
mümkün değil, doğru da değil. Ben romanı roman olarak sevdim ve okunmasını da
tavsiye ediyorum. LEYLA
Oya Baydar'ın çok akıcı ve ilgiyle
okunabilecek bir romanı diyebilirim. Yakında okuduğum romanlar arasında en
keyif aldıklarımdan biriydi. Çeşitli karakterler başarıyla anlatılmış, zaman
zaman beni içine alan bir romandı. Esas olarak müziğe tutku çok yönlü, değişik
kişilerin bakış açısıyla canlandırılmıştı. Dersim konusu ise son yıllarda
çok gündemde olduğu için, ilk bakışta popülerlik katmak için yazılmış olabilir
diye düşünsem de Oya Baydar'ın röportajını okuyunca bu fikirden
vazgeçtim.
Konun kahramanı müzik uğruna özel yaşamını
ikinci plana atan veya özünü birinci plana çıkaran bir kadın sanatçı. Kocasının
ona bakış açısıyla davranışları. Ayrıca çok enteresan toplayıcı bir müzik
öğretmeni, onun iç dünyası, insanların kaderine yön vermesi, yıllar sonra bir
araya gelmelerine vesile olduğu anne ve kızı. Ayrıca şahane bir doğa ve
acılarla dolu bir Dersim. Orada yaşanan aşk.
Artık sizlerin de romanı okumanız için
burada duruyorum. Sanatçı için konuşulacak çok şey var. Ya kızı, gerçekten bir
anda duygularımızın esiri olup incittiklerimizi hiçe sayarak davranabilirmiyiz? ZELİHA
2 Aralık 2013 Pazartesi
Oya Baydar
1940’da
İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız kız lisesini bitirdi. Bu okulun
son sınıfındayken yazdığı “Allah Çocukları Unuttu” romanı 1958 yılında
yayınlandı. 1960’da girdiği Istanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü 1964
yılında bitirdi, aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve “Türkiye’de
İsçi Sınıfının Doğuşu” konulu doktora tezine başladı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)