25 Mart 2015 Çarşamba

Alberto Giacometti

Pera Müze’sinde ünlü heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti’nin retrospektif bir yaklaşımla hazırlanmış sergisi sürmekte.


İnce, uzun, sıkışmış, yassılmış küçük kafalı heykellerin yaratıcısı Giacometti, 1901 yılında İsviçre’nin İtalya sınırında bir köyde doğmuş.  Babası, Art-İzlenimci ressam Giovanni Giacometti’nin etkisi ile resim yapmaya başlamış. Serginin ilk bölümünde daha çok aile bireylerinin poz verdiği bu resimleri görüyoruz. Cenevre’de Güzel Sanatlar Okulu'nda sanat eğitimini bitirdikten sonra Paris’e gitmiş ve heykele ağırlık vermeye başlamış.


Serginin ikinci bölümünde ise çoğunluğu 1950-1960 yılları arasında gerçekleştirilmiş, sanatçının dünya algısını geliştirdiği ve gerçeği olduğu gibi değil de gördüğü gibi yansıttığı olgunluk dönemi yapıtları yer alıyor. İnsan figürü üstüne çok yoğun biçimde çalıştığı dönemin eserleri bunlar.
Son bölümde ise Giacometti’nin yaşadığı kent olan Paris’in sokaklarını, kafelerini, atölyesini ya da karısı Annette’in dairesi gibi daha özel yerleri de çizdiği litografilerini görüyoruz.


1961 yılında yaptığı “Yürüyen Adam” heykeli 2010 yılında yapılan müzayedede 104 milyon dolara satılarak tüm zamanların en yüksek fiyata satılan heykeli olarak rekor kırmıştır. 1966 yılında hayata gözlerini yummuş olan Giacometti’nin sergisi 24 Nisan’da bitiyor, kaçırmayın.


22 Mart 2015 Pazar

Saçında Gün Işığı


                                               Yazar: Jhumpa Lahiri

                                               Orijinal Dili: İngilizce

                                               Orijinal Adı: The Lowland

                                               Çeviren: Duygu Akın

                                               Yayınevi: Domingo, Bkz Yayıncılık

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2014, 1. Baskı

Adanmışlıklarla ayrılmış, trajediyle birleşmiş iki kardeş. Geçmişle lanetlenmiş bir kadın. Devrimle darmadağın olmuş bir ülke. Kendi yitmiş, bedeli kalmış bir aşk. Günümüzün en önemli yazarlarından Pulitzer ödüllü Jhumpa Lahiri'den, üç nesil ve iki ülkeye yayılmış büyüleyici bir roman.(Arka Kapak)

Yorumlarımız:

Hindistan’da, Kalküta’nın güneyindeki Tollygunge’de -1960’lı yıllarda- başlayıp Amerika’ya uzanan ve uzun bir zamana yayılan “Saçında Gün Işığı” olgun, mantıklı, görev adamı Subhash ile kendinden on beş ay küçük kural tanımaz, atak, meraklı kardeşi Udayan üzerinden, birbirine benzemeyen üç kuşak Matri ailesinin mutsuz hikâyesini anlatıyor. İki kardeş çocukluklarında birbirlerine çok benzer gözükselersede üniversite yıllarında karakter farklılıkları ortaya çıkar. Udayan ülkenin sorunları ile ilgilenmeye başlar. Böylece Hindistan’da 1967-68’de ortaya çıkan Naksalit isimli bir komünist hareketi ve o günlerdeki siyasi ortamı, öğrenci hareketlerini, ölümleri, bombalamaları anlatır bize yazar. Subhash ise bilim adamı olmayı seçer ve Amerika’ya doktora yapmaya gider. Subhash ilgilenmese de Amerika’daki üniversite öğrencileri de ellerindeki megafonlarla, pankartlarla Vietnam savaşını protesto ederler. Aslında o dönem tüm dünya kaynamaktadır, Paris’te ve Türkiye’de de öğrenci olayları çok yoğun yaşanmaktadır.

Udayan’ın evlenmesi ile Hindistan’a ait gelenekleri öğreniyoruz satır aralarında ve anne ve babası ile ilgili detayları. Ama evlendikten iki yıl sonra Udayan ölüp hamile eşi Gauri yalnız kalır. Subhash, kardeşinin cenazesi için Hindistan'a gittiğinde, tereddüt etmeden, sanki yapması gerekeni en baştan beri biliyormuşçasına Gauri ile evlenir ve onu Amerika’ya getirir. Romanın kalanında geçmişinden kurtulamayan Gauri’nin Subhash’ı ve kızı Bela’yı ne kadar mutsuz ettiğini okuyoruz. Okurken Gauri’yi suçlasakda sonuçta herkesin olgunlaşması çok zaman alıyor ve hayat sakin akmaya başlıyor. Rahat okunan bir roman. Mutsuzluğu ile okuyanı sıkmayan birazda Hindistan bilgileri veren bir roman. Tavsiye ederim. NURİZER

Saçında Gün Işığı Pulitzer ödüllü Jhumpa Lahiri kaleminden çıkmış bir kitap. Dolayısıyla dili kolay, akıcı ve sürükleyici. Konu olarak iki coğrafya, iki farklı kültür, kadın- erkek ilişkileri üç kuşak üzerinden aktarılmakta. Ben kitaptaki sürekli olarak karşıma çıkan kontrastlardan etkilendim ve üzerinde düşünme ihtiyacını duydum. Şöyle ki her ne kadar kişiler birbirlerinden farklı karakterlerde olsalar da acaba yaşam için seçtikleri toplum onların farklı kimliklere bürünmesi de zannettiğimizden daha etkin bir rol mü oynuyor? Udayan’ın seçimi kardeşi gibi Amerika’ya gitmek olsaydı, çok farklı bir kimlikle karşımıza çıkmaz mıydı? Veya Subbash Hindistan’da kalan kişi olsaydı, ailesinin gelenek ve göreneklerinin bir sonraki nesildeki temsilcisi olmaktan öteye geçebilir miydi? En önemlisi dul bir kadın olan Gauri’nin hayatı Hindistan sınırları içinde nasıl olurdu- kişiliğini bulmak için verdiği içsel savaş ve kendi başına birey olabilmek için gösterdiği cesarete sahip olur muydu yoksa kaderine razı olmak durumunda mı kalırdı? Bu cesaret miydi yoksa bireyci bir toplumda yaşamanın sonucu gelişen bir bencillik miydi? Kızı Bela’nın hayatı Hindistan ortamında nasıl bir hayat olurdu? O da annesi tarafından terk edilmesine rağmen özgürlükçü ortamda yetişmiş olmaktan bir kadın olarak fayda görmedi mi ve karakteri o yönde oluşmadı mı? Kitap tüm bu soruları zihnimizde uyandırması ve düşündürmesi açısından çok başarılı. Benim için ise bu kitabı okuduktan sonra vardığım sonuç kişinin yaşadığı toplumun onun evrilmesinde en önemli faktörlerin başında geldiği oldu- her ne kadar karakter farklılıkları, aile gibi faktörleri göz ardı edemesek de toplumsal etkileşimlerin, yaşadığımız ortamın bizde sandığımızdan fazla iz bıraktığı kanısındayım.  DEMET   

 

11 Mart 2015 Çarşamba

Jhumpa Lahiri


 
Bengal'li bir anne babadan olan Jhumpa Lahiri, 1967 Londra doğumlu olup Rhode Island'ta büyümüş, ama çocukluğunda ve gençliğinde tatillerini sık sık Kalküta'da geçirdiğinden anayurduyla bağlarını koparmamıştır.

Bernard'dan mezun olup Boston Üniversitesi'nde yaratıcı yazarlık programını bitirdikten sonra Rönesans Araştırmaları alanında doktora yapmıştır. Amerikan dergilerinde yayınlanmış öykülerinin biraraya geldiği “Dert Yorumcusu” (Interpreter of Maladies) ile 2000 Pulitzer Edebiyat Ödülü, Pen/Hemingway Ödülü, The New Yorker En İyi Çıkış Kitabı Ödülü'ne sahip olmuştur. İlk romanı “Adaş”ı (The Namesake) 2003 yılında yayınlandı.
2013 yılında yayınlanan “Saçında Gün Işığı”(The Lowland) adlı romanı  Man Booker'a aday gösterildi ve National Book Award finalisti oldu. Eşi ve iki çocuğuyla New York’ta yaşamaktadır.

9 Mart 2015 Pazartesi

Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar

Bugün “8 Mart dünya Emekçi Kadınlar Günü”nü ben de Sabancı Müzesinde sergilenen “Miró”nun kadınları ile kutladım. 23 Eylül 2014 tarihinde açılmış olan "Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisine gitmek kısmet olmamıştı, bu gün artık son günü olduğundan kaçıramazdım.


1893 yılında Barcelona’da dünyaya gelen Katalan ressam, ilk sergisini 1918 yılında sanat eğitimi aldığı Barcelona’da açar. 1920 yılında Paris’e gider ve ‘resmimi nasıl katledebilirim?’ düşüncesi ile resimlerini simgeleştirme ve yalınlaştırmaya çalışır. 1925’te Paris’teki ilk sergisi bir sürrealist hareket olarak yankılanır. Daha sonra seramik, heykel ve baskı resimlerde yapan Miró, 1983’de ölünceye kadar üretmeye devam etmiş, dünyanın sayılı müzelerinde sergiler açmış ve onlarca ödül kazanmıştır.
125 eserin yer aldığı sergiyi gezdiğimizde görüyoruz ki, Miró renkleri var; sarı, mavi, yeşil, kırmızı, siyah ve beyaz. Bunun dışında çok nadir başka renge rastlıyoruz. Serginin teması gereği resimlerin çoğunda yer alan yıldız, ay ve güneşi hemen tanıyoruz ama kuşları ve kadınları görmek kolay olmuyor. Hele 1970’lerden sonraki resimlerde bunlar daha da simgeleşmiş. Kadınlar Miró için hep önemli olmuş, heykellerinde, resimlerinde sık sık önümüze çıkar. Serginin afişindeki “Şahane Şapkalı Kadın”, “Güneş Kadın”, “Kaçmayı Düşleyen Kadın”, … 


Serginin tek erkek heykeli olan “Kişi” heykelini sergiler için gezmediğinde Barselona’daki “Joan Miró Müzesi”nde görebilirsiniz. Kariyeri boyunca doğadan çok etkilendiğini öğreniyoruz. “Kişi” heykelinin başlangıcının bir badem ve minik bir çakıl taşı olduğunu öğrenince sanatçıların farklı bir düşünme tarzı olduğunu kabullenmek gerekiyor. Miró, çok iyi bir gözlemci, gezdiği mağaralardan, tırmandığı dağlardan, Gaudi’nin eserlerinden, deniz kıyısında saatlerce hareketsiz kalıp gözlemlediği ufuk çizgisinden parçalara rastlıyoruz resimlerinde.


Miró gözünü sadece doğaya dikmez, zorlu savaş yıllarında gittikçe artan bir ilgiyle başka âlemlere dair hayallerin peşinden de koşar. Bu dönemde ürettiği eserlerin çoğunda dünyadan kaçmak konulmuş bir merdiven vardır. İç savaş döneminde ülkesinden ayrı kalan ressamın ülkesindeki huzursuzluğa ve şiddete karşı çıkmak için kullandığı diğer bir simge ise el izleri.

Son gününde de olsa sergiyi gezdiğime çok memnun oldumNURİZER

3 Mart 2015 Salı

Yaşar Kemal





8ekiz Kitap Kulübünde “Ölmez Otu” adlı romanını okuduğumuz, Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen ilk Türk yazar olan 92 yaşındaki Yaşar Kemal dün hayata gözlerini yumdu. Yapıtlarında Torosları, Çukurova'yı, Çukurova insanının acı yaşamını, ezilişini, sömürülüşünü, kan davasını, ağalık ile toprak sorununu ortaya koyan yazarın kitapları yurt içi ve yurt dışında yüzlerce baskı yaptı.

Onlarca ödülü ve fahri doktora unvanı bulunan Yaşar Kemal, Kasım 2014'te Bilgi Üniversitesi'nin kendisine 'fahri doktora' unvanı vermek için düzenlediği törene sağlık sorunları nedeniyle katılmamış ve bir mesaj göndermişti. Yaşar Kemal'in gönderdiği mesaj, adeta okurlara bırakılmış bir vasiyetti. Kemal şöyle demişti:
"Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."

Türk Edebiyatının ve okurlarının başı sağolsun.

2 Mart 2015 Pazartesi

Babalar ve Oğullar


                                                    Yazar: Ivan S. Turgenyev
                                                    Orijinal Dili: Rusça
                                                    Yayınevi: İş Bankası Yayınları
                                                    Çeviren: Ergin Altay
                                                    Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ağustos 2014, 8. Baskı

Turgenyev Babalar ve Oğullar'da Rusya'nın 1850-60 yılları arasındaki durumunu resmediyor. Eserin temel sorunsalını, egemen durumdaki liberal soyluların farklı sınıflardan gelen demokratlarla yer değiştirmesi sırasında yaşanan sıkıntılar oluşturuyor. Bu sorun, eserde insanlık tarihi kadar eski bir başka sorunla, kuşaklar arasında yaşanan çatışmayla beslenerek su yüzüne çıkıyor. Bu iki sorunun nasıl bir nitelik taşıdığını nihilist gençlerin temsilcisi Bazarov ve arkadaşı Kirsanov'un bizzat kendi babalarıyla, babalarının kuşağından olan ve farklı sınıflardan gelen diğer insanlarla, üst düzey görevlilerle, farklı sınıf ve yaşlarda kadınlarla ve kölelerle kurdukları diyaloglarda izleme olanağı buluyoruz.  Turgenev eserini bir çırpıda okunabilecek kadar sürükleyici bir dille yazmıştır. Babalar ve Oğullar'da, Tolstoy'un eserlerindeki hayat öğretmenini, Gogol'ün eserlerindeki korkunç, hatta okuru dehşete düşüren anlatıcıyı, Dostoyevski'nin eserlerindeki huzursuz edici havayı hissetmiyoruz. Aksine, eserde son derece trajik bir şekilde gerçekleşen ölümün bile bilinçle kabullenildiğini görüyoruz. (Arka Kapak)

Yorumlarımız:
Nihilizm yani “Hiçlik” felsefesinin öncü yazarı İvan Sergeyeviç Turgenyev’in Babalar ve Oğullar kitabı edebiyat için bir mihenk taşı olma vasfını taşımakta. Bu nedenle bu kitabı okuduğum için çok mutluyum. Benim Nietche ve Freud’u daha iyi anlamama özellikle “Varoluşçuluk” felsefesinin nerelere dayandığını görmemde ciddi katkısı oldu. Ayrıca 1860-1895 yıllarında Rusya’da Nihilizm akımı başlamış, İtalya’da Pucci “La Boheme” gibi operalar yazarken aynı dönemde Osmanlının kültürel bağnazlık ve çoraklık dönemi özellikle dikkatimi çekti. Sanatın her türlü dalında gözlemlenebilen batı dünyasıyla açılmaya başlamış olan ciddi ara, günümüzdeki problemlerinde kaynağı olduğu kanısındayım. Kitabı felsefe ve edebiyatla ilgilenen herkese tavsiye ederim. DEMET

“Babalar ve Oğullar” romanı ile ilgili yorumları okurken hep kuşak çatışmasından bahsediliyor. Aslında ben de çocuklarımı büyütürken, kendimi genç anne olarak tanımlamama rağmen, sorunlar yaşadım. Romanda anlatılanda kuşak çatışması değil aileler ve çocukları arasındaki kuşak farkı. 1860’larda varolan kuşak farkı şimdi de var, her zamanda olacak.
Çatışma sadece roman kahramanı Bazarov’dan kaynaklanıyor. Kendini “Nihilist” olarak tanımlayıp, her şeye eleştirisel yaklaşan, kural tanımayan bir kişi. Geleneksel Rusya ile özdeşleşmiş herşeyi küçümsemesine ve hafife almasına rağmen, salt bilimin hâlâ bir amacı ve değeri olduğuna inanır. Ama Anna Odintsova'ya âşık olmak, insani duygularla yüzleşmek, Bazarov'un nihilizmini paramparça eder.
Aslında romanda sadece kuşak farkı ve hüzünlü bir aşk hikâyesi anlatılmıyor. Roman karakterleri detaylı bir şekilde işlenirken aynı zamanda arka planda Rus toplumu ve sorunları, toprak reformunun başlangıcı ve yaklaşan devrimin sinyalleri de çok güzel anlatılıyor.

Çok rahat okunan bu romanı tavsiye ederim. NURİZER


Rus yazar Turgenyev'in '' Babalar ve Oğulları '' mutlaka okunmalı diyorum. Roman, Rusya’da bir dönemin başlangıç kıvılcımlarını hareketlendiren soylu liberallerle, farklı sınıftan demokratların değişimini anlatıyor. Ayrıca Nihilizm yani Hiçlik akımının öncülerinden olan yazar, romanında tanıttığı karakterlerle bilgilerimizin tazelenmesine neden oluyor. 1850 yıllarının Rusya'sında babalar ve oğulları arasında nesil farkına vurgu yapan yazar hoş, akıcı bir üslupla kendimizi romanının içine alıyor ve sürüklüyor. Trajik sahnelerde bile insanı hüzne boğmayan, kabullenmeyi öğreten, bir anlatım mevcut. Kuşaklar arası farklar romanda ne kadar önemli ise, o dönemin siyasi ve felsefi düşünceleri de ön planda olabilmiş ve bizi etkiliyebilmiştir. Kendimi yeniden '' hatırlamak ve öğrenmek'' hiçliğe karşı, varoluşu sorgulamaya zorlandığımı hissettim. Bu yüzden okumanızı şiddetle öneriyorum. ZELİHA

Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ı gerçekçi roman türü örneklerinden olup, anlatıcı olayları o kadar yalın, açık ve detaylı anlatıyor ki okuyucunun yorum yapmasına, hayal gücünü kullanmasına gerek kalmıyor. Özellikle son kısımda her karakterin geleceği hakkında bir kaç cümle ile açıklama yaparak finali yapması, aynı gerçek yaşam öyküsünden alınmış film sonları gibi hissettirdi bana.
Ana karakter Bazarov olmakla birlikte diğer bütün karakterlerde gelişim, dönüşüm süreci detaylı olarak işleniyor. Karakterlerin adeta yaşadığını, ete kemiğe büründüğünü hissettiriyor.
Bazarov nihilist felsefeyi benimsemiş; sanat, doğa ve aşkı hiç sayıp sadece bilimin gerçekliğine inanıyor. Âşık olduğunda ise bu düşüncesiyle ters düşüp aşkın gücünü kabulleniyor.
Kitap kulübünde oy birliği ile çok beğendiniz kitaplara bunu da ekleme yaptık; okunması gereken bir klasik olarak. IŞIL