Kitaplarla dolu sağlıklı, keyifli bir yıl dileriz....
24 Aralık 2014 Çarşamba
20 Aralık 2014 Cumartesi
Angela Merkel
Yazar:
Gerd Langguth
Yayınevi: Elips
Kitap
Orijinal Adı: Angela
Merkel
Orijinal Dili:
Almanca
Çeviren: Rukiye
Duygu
Basım Yeri/Tarihi: Istanbul,
Şubat 2006 - 1. Baskı
Biyografileri
ilgi çekici ve okunmaya değer kılmanın yolu, ele alınan kişinin az bilinen,
belki de daha önce hiç gün ışığına çıkmamış yönlerini ortaya çıkarmaktan
geçiyor. Bu kişi eğer siyaset sahnesinde yer alıyorsa, merak edilenler ve
bilinmeyenler bir o kadar anlam ve önem kazanıyor. Sovyetler Birliği´nin
dağılması ve Doğu Bloku´nun çözülmesi sonrasında değişen dengeler ve siyasi
konjonktür Almanya özelinde ayrı bir önem taşıyor. Angela Merkel işte bu sürece
bizzat şahit olmuş bir siyasetçi. Bu kitap, Doğu Almanya´da yetişmiş, fizik
eğitimi almış bir siyasetçi, bir rahip kızı olan Angela Merkel´in başka hiçbir
yerde bulamayacağınız nitelikte bir portresini çizme iddiasını taşıyor. (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Angele Merkel şu anda Almanya başbakanı, tarihin çok
önemli bir dönemine şahitlik etmiş bir isimdir.
Sovyetler birliği dağılmadan önce hayatının otuz beş yılı
Doğu Almanya'da geçmiş, duvarların yıkılışını görmüş bir şahsiyettir.
Rahip kızı olmasına rağmen teoloji yerine fizik eğitimini tercih etmiştir.
Gert Languttun yazdığı bu biyografi ve kitabındaki
röportajına göre Merkel şu vasıfları taşımaktadır.
Öncelikle çok çalışkandır. Çocukluk ve gençlik yıllarında
Doğu Almanya'da yaşamış olmanın ona kazandırdığı bazı kazanımlar vardır. Mesela
acele karar vermemek, geri dönüş yaptıracak yanlışlara düşmemek gibi. Sakin
mizaclı, gereksiz öne çıkmayan, düşünerek hareket eden fakat hırslı ve azimli
bir karaktere sahiptir. Yıllar onu siyasette olgunlaştırmış daha sonraları
ezebilen tilki gibi kurnaz bir karaktere bürünmüştür.Zamanında hem kilise
karşıtı gibi gözükmüş, yeri geldiğnde rahip kızı olmayı fırsat
görmüştür.Hristiyan öğrenci derneğine üye olmuş ama yüksek okulda FDJ nin
içinde de bulunmuş.Prağa ziyaretlerinde Rudolf Zahradink'i ziyaret etmiş onu
yol gösterici olarak görmüştür.Haverman' ı çok cesareti bir insan olarak
tanımlamış,Doğu ve Batıya karşı üçüncü yol teorisinden pek etkilenmemiştir.
''Olmayan bir şey için üzüleceğime olanla mutlu olmayı'' felsefe
edinmiştir.1989 da Demokratik Halk Partisine katılmış.1 ekim 1990 da CDU üyesi
olmuş, hükümet sözcülüğü görevi üstlenmiş, Helmut Kohl'den aldığı tavsiyelerle
kendini geliştirdiğini ifade etmiştir. Gençliğinin Demokratik Almanya’da
geçtiğini, şimdi kendini ''bütün kalbimle Birleşmiş Almanya'dayım'' diye ifade
etmiştir.''Küreselleşen dünyada tartışmayı öğrenmeliyiz, değişimi kötü birşey
olarak görmemeliyiz'' demiştir. Çevre konularında hassas olup, en büyük hayal
kırıklığının kimyasal atıkların belirlenen oranın üzerinde çıkmasıdır
ifadesiyle hassasiyetini pekiştirmiştir.
Özeline pek girilmesinden hoşlanmayan dünyanın sayılı
kadın liderlerinden olan Merkel'i daha farklı bir kitaptan tanımaya çalışmanızı
tavsiye ederim. ZELİHA
Uzun zamandır biyografi okumak istiyorduk. Sonunda
“Angela Merkel”e karar verdik. Ama sanırım yanlış bir yazardan okuduk, bol bol
istatistik ve Alman siyasetinden tanımadığımız bir sürü isim. Kötü bir anlatım
ve kötü bir tercüme.
Merkel’in hayatını okuduktan sonra şöyle özetleyebilirim.
Hayatta ilerlemenin kurallarından biri çok çalışkan ve akıllı olmanın yanı
sıra, doğru zamanda doğru yerde olmak gerek. Duvar yıkılıp Doğu ve Batı Almanya
birleştiğinde, Merkel Doğu’dan gelen tek kadın milletvekili olmasaydı acaba
bugün başbakan olurmuydu?? NURİZER
2014 yılı
bitmeden kitap kulübümüzde bir biyografi okumak istedik ve seçtiğimiz kitap
Angela Merkel oldu. Bu seçimi yapma nedenimiz yakın Avrupa tarihini bilhassa
Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesindeki süreci daha iyi anlamak, dolayısıyla
AB’nin lokomotif ülkesi ile ilgili daha fazla bilgi edinmekti. Ancak yazar başka bir milletvekili (Gerd Langguth) mi olduğundan desem son
derece istatistiki bilgi içeren daha doğrusu o formatta yazılmış, okuması zor,
yorumsuz yani kuru bir biyografi idi. Ama her ne olursa olsun Almanya başbakanı
hakkında ciddi bilgi sahibi olmaya yetti ve bugünkü Angela Merkel'e de ışık
tuttu tabii- bu kadar renksiz olması için daha ne olabilirdi ki; son derece
disiplinli bir milletin mensubu, rahip kızı ve Doğu Alman olarakta hayatının 35
senesini komünist düzende yaşamış bir insan!- hayatta kim daha disiplinli ve
rengini göstermemeye bu kadar eğitilmiş olabilir ki?? Bence kafası işleyen
(zaten fizikçi) ancak kuzu postu altında bir tilki! Bugün AB de uygulanan ve kanımca
yanlış ekonomik politikaların da mimarı olması kaçınılmaz
çünkü alt yapısı buna çok müsait- her şeyin iki kere iki ettiğine inandığı bir
dünyanın insanı o. Ama insan faktörü ve reaksiyonları da var ekonomi biliminin
içinde ve bu yüzden tüm Avrupa'yı deflasyona sürüklüyor Almanya’nın empoze
ettiği ekonomik politika. Umarım bu durum AB ekonomisi daha da kötüleşmeden
fark edilir ve daha rasyonel ekonomik politikaların uygulamasına geçilir. DEMET
Uzun zamandır bir otobiyografik kitap okumak istiyorduk. Ancak aramızda
tartışıp Gerd Langguth’un yazdığı biyografik ‘Angela Merkel’i okumaya karar
verdik. Doğu Almanya’da gençlik yıllarını geçirip Almanya’nın birleşmesinden
sonra politikada hızla ilerleyen bu entelektüel ‘kadın’ın hayatını okumak,
felsefesini anlamak hemen hepimize ilginç gelmişti.
Ne yazık ki kitap bu beklentilerimize cevap veremedi. Her şeyden önce
çevirisi gerçekten standartların altında. Kitapta Angela’nın hayatı
anlatılırken Almanya’daki politik gelişmeler, partilerin yapısı, koalisyon
hükümetleri uzun uzun anlatılmış ki bu durum eğer özel ilgi alanınız değilse
çok sıkıcı gelebiliyor (benim için öyleydi). Neyse ki kitabın sonunda Angele
Merkel ile 2005 yılında yapılan bir röportaj onu biraz daha tanımamıza ve
anlamamıza yardımcı oldu. Angela Merkel başından beri kapitalist sistemi ve
piyasa ekonomisini Doğu Almanya’nın katı komünist rejimine yeğ tutmuştur.
Dindarlığa ne karşı ne taraf olmuştur. Doğu Almanya’da önemli bir mevkiye sahip
olan rahip babasından dolayı zaman zaman sıkıntılar çekmiş ancak çoğu zaman da
bu durum ona bazı kapıları açmıştır.
Angela merkel 2005 yılından itibaren başbakan olmuştur. Önümüzdeki yıl
nerdeyse on yılını dolduracaktır bu önemli koltukta, ancak kitap 2006 da
yayınlandığı için biz onun başbakanlık yıllarındaki performansını göremiyoruz.
Bu nedenle tekrar bir araştırma yaptım ve aşağıdaki kitabın bu bakımdan çok
yararlı bilgilerle dolu olduğunu gördüm. İlgilenenler için:
ANGELA MERKEL,The Chancellor and her world, By Stefan Kornelius
The authorized Biography, Alma Boks, 2013
Her şeye rağmen mevcut kitabı okuduğumda Angela Merkel için edindiğim
intibaları size şu sıfatlarla açıklayabilirim: hırslı ama sakin; hesapçı;
fırsatları yaratan, yakalayan; şanslı bazen de sinsi; açık, rahat ve direk
konuşan ancak kafasının arkasında daima bir planı hazır bekleyen; iyi bir
dinleyici; tuttuğunu koparan; entelektüel; dış görünüş vız gelir tırıs gider;
zeki; ilim kadını; erkekler dünyasının meleği (mecazi ve isminin çevirisi
anlamında)…
Sonuç olarak bence başarısının altında tüm özelliklerini
harmanlayıp, sunabilmesinde yatıyor. Gene de size tavsiye edeceğim yukarıda
yazdığım yeni kitap. Ben de okumaya başladım. O da bir çeviri ama şimdilik iyi
görünüyor…
2014 ün şu son günlerinde hepinize ışıl ışıl bir yeni yıl diliyorum.
Kadınlara bir çıt pozitif ayrımcılık yapıp daha parlak günler diliyorum,
çünkü eşitliği sağlamak için bu şart. Yoksa ben zaten ‘insanlığı’ ve ‘barış’ı
seviyorum, ayrımcılıktan nefret ediyorum..
Kalın sağlıcakla… LEYLA
Gerd Langguth
Gerd Langguth 18 Mayıs 1946’da Wertheim’da doğdu. Üniversitede iken
Hristiyan Demokrat Öğrenci Derneğinin başkanlığını yaptı.1976 – 1980 arası CDU
üyesiydi. 1986 ve 1987
yılları arasında federal düzeyde bir memur olarak Berlin'i temsil etti. From 1988 to 1993, he was head of the European Commission 's representation in Germany, in Bonn. 1988 ile 1993 yılları arasında
Almanya’nın Avrupa Birliği Komisyonu başkanlığını yaptı.
2003 ile 2004
yıllarında Bürgerkonvent, siyasi ve ekonomik reform için hareketin
yönetim kurulu üyesi oldu.
Gerd Langguth lectured on European integration.Gerd Langguth, Bonn Üniversitesinde
Siyaset Bilimleri Fakültesinde Avrupa entegrasyonu, uluslararası terörizm,
Alman kurumları ve siyasi karar süreçleri konularında dersler vermiştir.
Angela Merkel
ve Horst Köhler’in biyografilerini yazmıştır.
12 Mayıs
2013’de vefat etmiştir.
11 Aralık 2014 Perşembe
AZ
Diyebilirsin ki,
bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin?
Haklısın. Belki de çok az...
O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.
O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.
Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
Senin ve benim gibi... (Arka Kapaktan)
O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.
O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.
Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
Senin ve benim gibi... (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Bu ay okumak için seçtiğimiz kitap Hakan Günday'ın AZ
romanı idi. Hakan Günday yeraltı edebiyatı türünün en tanınmış Türk
yazarlarımızdan. İlk defa okuduğum bir yazar ve edebiyat türünden son derece etkilendim.
Konu itibariyle fazla sert ve sarsıcı buldum. Benim için öteki Türkiye
diyebileceğim bir yaşantı. Her ne kadar olaylar son derece fantastik gelse de
bunlar da Türkiye'nin gerçekleri.
Romanın ana karakterleri aynı adı taşıyan iki Derda. Bunlardan
biri küçük yaşta evlendirilerek köyünden Londra'ya gelin giden bir kız. Onun
yaşadığı inanılmaz değişimler okudukça gelişen şaşırtıcı, sürprizlerle dolu bir
yaşam ilk bölümde anlatılıyor.
İkinci bölümde diğer Derda; babası hapishanede, annesi
yakalandığı hastalıktan dolayı ölmüş bir erkek çocuğunun yaşamındaki gelişen olaylar
anlatılıyor.
Son bölümde ise iki Derda'nın yollarının kesişmesi
gerçekleşiyor.
Her iki Derda da tam bir tutunamayan. Kaybedecekleri hiç
bir şeyleri yok, bu da onların yaşamlarında karşılarına çıkanlar tarafından
kullanılmalarına rağmen hayatta kalmayı başarmalarını, zorluklara
dayanabilmelerini sağlıyor.
Mükemmel bir akıcılık ve kurgu ile okudukça okuyucu
şaşırtan, sürükleyen bir anlatım.
Tesadüflerin fazlalığı biraz bu kadar da olmaz dedirtse
de, gelişen olaylar ruhunuzu daraltıp, sizi rahatsız etse de tavsiye edeceğim
bir roman. IŞIL
“AZ”, Hakan
Günday’dan okuduğum ilk roman. Roman 11 yaşında hayatın acımazsızlığını çok
sert bir biçimde yaşayarak erken büyümek zorunda kalan kız Derdâ ile farklı
acılar yaşayarak hayata atılan erkek Derda’nın hayatların anlatıldığı iki ayrı
bölümden oluşuyor. Sonrada onların yollarının kesişmesi çok güzel ve akıcı bir
şekilde anlatılmış. Çok kolay okudum ama bitirince yazarın ne kadar da çok
anlatacak şeyi varmış dedim. Kadına şiddet, erken yaşta evlendirilme, tarikatlar,
madde bağımlılığı, rehabilitasyon, korsan kitap basımı ve satışı, sadomazoşist
ilişkiler, İslami düşünceye sahip ailelerde korkuya dayalı ilişkiler, öğrenci
yurtlarında yaşananlar, hapishane hayatı, mafya ve daha bir sürü başlık.
Yazarın dediği gibi
“Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A
ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.” Yazarda bu
alfabeyi kullanıp anlatmak istediği her konuya değinmiş. Gerçi bunlar birbirine
çok güzel bağlanmış ama insanların, 80 yılda yaşamış olsalar, başından bu kadar
çok olay geçer mi? Ama beni en çok rahatsız eden şey kitapta tesadüflerin çok
olması. Ana karakterlerin karşılaşması dışında, ana karakterlerle yan
karakterler arasındaki tesadüfler biraz fazla geldi. Sonuçta olaylar küçücük
bir köyde geçmiyor, kadın karakter Londra’da erkek ise İstanbul’da.
Kitabın başındaki
örümcek lekesi ile başlayan sayfalar ve romanın son sayfaları bence çok
başarılı.Kitabı okumanızı tavsiye ederim. Genç ve başarılı bir yazarla tanışmak
için güzel bir seçim. NURİZER
Hakan Günday’ın
kitabı AZ, çok şey söyleyen sert bir kitap aslında. Türkiye’nin acı
gerçeklerinin işlendiği Doğu’daki yaşam, kadın ve çocuk istismarı, yoksulluk
gibi öğelerin yanısıra tüm bu yaşam şartlarının yurt dışına taşınması ile
dindarlık, cinsellik gibi konular Londra da Türk varoş yaşantısında devam
ettirilmiş ki kitabın kanımca en değişik ve ilginç yanı buydu çünkü pek
farkında olmadığımız veya göz ardı ettiğimiz yurt dışında dinci kesim yaşam
şartlarını da örneğin geçim kaynağı olarak uyuşturucu ticareti de dahil olmak
üzere mafya ilişkileri üzerine kurulu bir düzenin varlığı gözler önüne
seriliyor. Tabii bu topluluk içinde her türlü sömürülmeye ve kullanılmaya devam
edilen kadınlar ve onların çilekeş yaşamları da sergilenmekte. Tüm bu çarpık
ilişkiler yumağı içinde yazar batı toplumunun alt kesiminde olan bitenleri,
onların sefil yaşamlarını da göstermekte bizlere. Kitapta ana kahraman bir
şekilde içine bulunduğu ortamdan kurtulmayı başarıyor ve kendisiyle aynı ismi
taşıyan erkek kahramanla yolları kesişip her ikisi de ömürlerinin ikinci
yarısını birlikte mutlu olarak sürdürüp yaşamlarını sonlandırıyorlar. Kitap
bana göre güçlü insan yapısının nelerle başa çıkabildiğini göstermesi ve
şartlar ne olursa olsun küçükte olsa her zaman bir umut olduğunu göstermesi
açısından önemli- yeter ki insan yeterince mücadele etme cesaretini ve yaşama
tutunma gayretini göstersin. DEMET
Şiddet, Şiddet, Şiddet çocukluk şiddeti, yaşam şiddeti, yalnızlığın
şiddeti, aşkın, inancın sayabildiğin kadar çok şiddet. İçini burka burka
okuyarak, bu romanda hepsini bulabilirsin.
Onbir yaşında iken evlendirilip okulundan, köyünden,
yurdundan uzaklaştırılan Derda. Hiçbirşey bilmeden, hem şiddeti, hem cinselliği
yaşıyor çocuk yaşında.
İnanmak zor, ama gerçek, Londra'da yaşadığı kötü
tesadüflere. Hata babasının bilmeden tecavüzünden bile son dakikada kurtuluşu. Umut
beklediği komşusunun sadist istekleri. Bir insanın kaderi, kötü başlayınca, hep
kötümü gider? İnsan olup nasıl isyan etmeden yaşanabilir?
Ve erkek Derda. Hapisteki gaspçının oğlu. İkinci bir kötü
yazgı, acımasız çocukluk. Yetimhaneye düşmemek için yaşadıkları. İki acılı
çocuğun mezarlıkta buluşmaları. Sonrasını okumak isteyenlere bırakalım.
Yazar Hakan Günday rahat okunabilir bir anlatım ve güzel
bir kurguyla romanı bize sunmuş. Şayet acıya ve çırpınışlara tahammül
edebiliyorsanız, okumalısınız derim.
Ben sonunda Tanrının bana sundukları için teşekkür ettim.
ZELİHA
Hakan Günday’ın “Az”
romanı Derdalar’ın hayat hikâyesi. Birinci bölümde 11 yaşında köyünden
koparılıp Londra’ya gönderilen ve orada özellikle hayatın akıl almaz zorlukları
ile mücadele eden Derda’nın hikâyesi anlatılmış. İkinci bölümde ise babası
hapiste olan, annesini kaybetmiş ve “kötü insanlar”la bitmek tükenmek bilmeyen
mücadelelere girmiş erkek Derda var. Romanın sonunda bu iki Derda’nın
karşılaşması ve hayatı paylaşımı anlatılıyor… Ne kadar günümüzdeki gerçekleri
son derece akıcı bir dille yazsa da ben romanı okurken çok sıkıldım. Belki
tesadüflerin fazlalığı bana ‘artık bu kadar da olmaz’ dedirtti; belki romandaki
konular, din istismarcılığı, mazoşizm, insana yapılan maddi ve manevi
eziyet, her türlü şiddet içimi sıktı, beni boğdu. Hani olur ya insan bazen bazı
gerçekleri kabul etmekte zorlanır, ben de öyle oldum…. Son olarak tek söylemek
istediğim şey yaşadığım hayata şükür etmek oldu. LEYLA
24 Kasım 2014 Pazartesi
Hakan Günday
29 Mayıs 1976'da,
Yunanistan'ın Rodos adasında doğdu. İlkokulu Brüksel'de Athenee Royale de
Berkendael'de bitirdi. 1994 yılında Ankara Tevfik Fikret Lisesi'nden mezun
oldu. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransızca Mütercim
Tercümanlık Bölümüne girdi. Bir yıl devam ettikten sonra Brüksel'de bulunan
Universite Libre de Bruxelles'in Siyasal Bilimler Bölümü'ne kaydoldu. Ve
birinci yılın ardından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu
Yönetimi Bölümü'ne geçti.
İlk
romanı “Kinyas ve Kayra”yı 2000 yılında yazdı. Diğer romanları; Zargana (2002),
Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007), Ziyan (2009), Az (2011), Daha (2013).
15 Kasım 2014
tarihli Hürriyet gazetesi haberine göre (http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/etkinlik/19246083.asp) Dünya Kitap Ödülleri Seçici
Kurulu ‘Yılın Telif Kitabı’ ödülünü; Hakan Günday’ın “Az”’ adlı romanına
vermiş.
Gabriel Garcia Marquez
2011 yılında “Kolera Günlerinde Aşk” romanını okuyup çok beğendiğimiz
Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez 17 Nisan 2014 tarihinde yaşamını
yitirince bir kez daha okumaya karar verdik. Bu kez yazara asıl ününü sağlayan
adıyla özdeşleşmiş “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını tercih ettik. 1982 yılında Nobel
Edebiyat Ödülünü kazanan Gabriel Garcia Marquez kitabı 1967 yılında yazdı.
Kitabı yazmak yazarın yaklaşık iki yılını almış fakat kitabı kurgulamak için
yazarın çok uzun bir zaman harcadığı belirtiliyor. Kitabında yazar, kendisini
çocukluğunda etkileyen her şeyi edebiyat vasıtası ile okurlarına anlatıyor. Romanın
İspanyolca ilk basımı bir hafta içinde tükenmiş. Sonraki 30 yıl içinde kitap
30'dan fazla dile çevrilmiş.
Yazarın hayatını
blogumuzda özetlemiştik;
Ayrıca yazarın
yaşama dair düşünceleri ilgili bir yazı daha var blogumuzda, okumak isterseniz:
http://8ekiz-8ekiz.blogspot.com.tr/2011/01/yasam-icin-13-satr.html
23 Kasım 2014 Pazar
Yüzyıllık Yalnızlık
Yazar: Gabriel Garcia Marquez
Yayınevi: Can
Yayınları
Orijinal Adı: Cien
Anos de Soledad
Orijinal Dili:
İspanyolca
Çeviren: Seçkin
Selvi
Kapak Resmi: Utku
Lomlu
Basım
Yeri/Tarihi: Istanbul, Şubat 2014 - 56. Baskı
"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya
başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla
aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde,
toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık
arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında
geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım.
Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı
makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı
yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki
yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu
kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik
olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini
kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan
insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey
anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."
(Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Gabriel Garcia
Marquez’in ölümü üzerine Yüzyıllık Yalnızlık kitabını öncelikle okumaya karar
verdik yazın. Bence çok isabetli de olmuş, çünkü bu kitabı okumadan ünü dünyayı
kaplamış Marquez’in hayal dünyasının ne kadar sınırsız olduğunu düşlemek
bile benim için hayal!! Gerçeklerle gerçek üslerin, rüyaların, fantezilerin,
zamansızlığın ve hatta mekânsızlığın harmanlanarak önümüze konduğu bu romanı
okumak ilk başlarda çok güç geldi. Buendia ailesinin fertlerinin isimlerini
romanın sonuna kadar karıştırdım ve sonunda zaten aile ağacına bakmaktan da
vazgeçtim. Esasen roman bu ailenin doğuşunu ve yüzyıl sonra yok oluşunu
anlatıyor. Bu süreç içinde ama özellikle fertler yaşlandıkça her biri teker teker
yalnız kalıyor ve adeta ölümü bekliyorlar. Kalabalıklar içinde yalnızlığı
sonuna kadar yaşarlarken okuyucu/izleyici olarak bizler de onlarla aynı
duyguları paylaşıyor, onların acı ve hüzünleri bizim oluyor. Yazar tüm bu
fantezi dünyasını anlatırken isimlerin karışıklığı dışında bize gayet akıcı bir
dille kendi dünyasını anlatıyor. Tezatlarla dolu benzetmeler yapıyor ( yeni
doğmuş yaşlı kadın; su gibi serin bir güneş…) İnsan kendisini yazarla birlikte
bir nehrin üstünde hızlanarak akan bir teknede gibi hissediyor. En
azından ben romanın akışkanlığını böyle hissettim. Bu teknede yaşlısı, genci
tüm aile fertleri var. Sonu gelmez muhabbet de var, savaş da var, iktidar
hırsı da var, aile kavramları da var, kader de var lanet de. Kimi eleştirmenler
bu kargaşaya ‘büyülü gerçeklik’ demiş. Gerçekliğini bilmiyorum ama büyülü
olduğu kesin. Bir de yazarın dediği ‘yaşlılığın aşılmaz yalnızlığı’ olmasa…
Bence bu kitap
anlatılmaz, okunur. Siz de lütfen okuyun… LEYLA
Gabriel Garcia Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık”
adlı romanını büyük maddi sıkıntı çektiği dönemde yazarken yayınlanmasını
arkadaşlarından aldığı borç parayla gerçekleştirebilmiş bir yazar. Ancak bu
roman onun ilk önce Latin Amerika’da sonradan tüm dünya da en tanınmış yazarlar
arasına girmesini sağlamış bir mihenk taşı. Yüzyıllık Yalnızlık yazarın
konusunu nenesinden dinlediği hikâyeleri de içine alarak, ana tema olan insanın
yalnızlığını bir aile üzerinden ve birbirini takip eden nesiller/ aile fertleri
üzerinden anlattığı bir roman. Son derece girift ilişkiler, güney Amerika insan
yapısı, kültürü, insan başkaldırıları, savaşlar, faşist yönetimler, aşk
ilişkileri, aile ilişkileri ayrıntılı bir şekilde anlatılırken araya masalsı
fantastik öğelerin serpilmesi “ büyülü gerçeklik” adlı edebiyat akımının
başlangıcı olmuş. Yani son derece yaratıcı, sıra dışı bir teknikle yazılmış
kitap. Sonuçta “Gabo” haklı bir Edebiyat Nobel’inin de sahibi olmuş. Yazarın
okuduğumuz diğer romanı “Kolera Günlerinde Ask”
konu olarak bana daha çok hitap etmesine rağmen bu romanı da sürekliyici
bulup ilgiyle okudum. Ancak kolay bir roman olduğunu
söyleyemeyeceğim, özellikle yazarın hayatın tekrarını veya sıradanlığını
anlatmak için kullandığını sandığım karakterlerdeki isim benzerliği, olayların bu
benzer isimli ancak değişik nesillerin bireyleri tarafından yaşanması, geriye
dönüşlerle aynı isimli birkaç kişinin hayatlarını takip etmek zorluğu kitabın
okunmasında güçlüğü teşkil eden en önemli unsur kanımca. Gene de muhakkak
okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap olarak kütüphanemde yerini aldı. DEMET
1 Temmuz 2014 Salı
Anayurt Oteli
Yazar: Yusuf Atılgan
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Editör: Pelin Özer
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2014-27.Baskı
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2014-27.Baskı
"Ne ölü, ne sağ" bir yaşamın kahramanı
Zebercet. Gözünü ilk açtığı ve yaşadığı Anayurt Oteli'yle aynı kaderi
paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek
başına sürüklenen bir hayat.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen -adını bile bilmediğimiz- kadın otelde bir gece kalır ve
Zebercet'in de, Anayurt Oteli'nin de sessiz akıp giden günlerinin içeriği değişir.
Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor.
Türk edebiyatının unutulmaz bir tipi ve unutulmaz bir mekânı. (Arka Kapaktan)
Gecikmeli Ankara treniyle gelen -adını bile bilmediğimiz- kadın otelde bir gece kalır ve
Zebercet'in de, Anayurt Oteli'nin de sessiz akıp giden günlerinin içeriği değişir.
Küçük ayrıntıların tekdüze şaşmazlığında nerdeyse takıntılarla sürüklenen bir yaşamın öfkesi de, çaresizliği de büyük oluyor.
Türk edebiyatının unutulmaz bir tipi ve unutulmaz bir mekânı. (Arka Kapaktan)
Anayurt oteli Zebercet’in yalnız, sıkıntılı, tek düze, otelin
dört duvarı içine sıkışıp kalmış yaşantısını anlatıyor. Anlatıcı bu duyguları
okuyucuya çok iyi aktarıyor, öyle ki yüz küsur sayfalık kitabı okumak kolay
olmadı. Zebercet'in sapkın psikolojisi sonlara doğru daha baskın oluyor ve
beklenmedik sonla bitiyor, ya da ona en uygun olabilecek bir sonla bitiyor. Arada
bilinç akışı ile geçmişe gidip günümüze dönerek anlatıcı romanın tek düzeliğini
kırıyor.
Romanı bitirdikten sonra Anayurt otelinin filmini
seyrettim. Zebercet rolündeki Macit Koper'i çok başarılı buldum. Romana sağdık
kalınarak çekilmiş film tam da okurken gözümde canlandırdığım gibiydi.
Roman da, film de çok başarılı; ama okuması da, seyretmesi
de verdiği sıkıntılı ruh halinden dolayı çok kolay olduğunu söyleyemeyeceğim. IŞIL
Anayurt Oteli adlı romanıyla Yusuf Atılgan'ı Türk
edebiyat tarihinde tanımaya başlamışız. Okurken yazara ait üslup, romanı
akıcı ve sürükleyici kılıyor, konusunun iç sıkıcı olmasına rağmen.
Roman kahramanı biraz karakterine bağlı, biraz da yaşam
koşulları ve geçirdiği çocukluk sendromları nedeniyle sorunlu bir kişilik.
Hayatı çalıştırdığı otel ve küçük kasabada birkaç noktada geçiyor.
Kendi dünyasında yalnız yaşıyor. Oteldeki temizlikçi
kadınla, zaman zaman sıradan cinsel ilişkisi var. Sevgiden uzak bir yaşantı..
Bazen eşcinsel dürtüleri de oluyor. Garip, tatminsiz bir cinsel hayat sürüyor.
Otelde kalan bir kadın müşteri, hayatının değişmesinin nedeni. Ona olan
platonik tutkusu, tek düze yaşantısını altüst ediyor.
Romanın güzel olan tarafı, yazarın sade anlaşılır bir
dille olayları ve ortamı bize adeta resmetmesi. Kitabı okurken, konuyu
film şeridi gibi hafızamızda canlandırabilmesi. Görüşüm oldukça başarılı
bir anlatım.
Sonunda; kahraman olumsuz bir ilişki neticesi
temizlikçiyi öldürüyor. Yaşadığı yakalanma korkusu ve hapsedilme endişesi
onu daha da bunalıma sokuyor. Özgürlüğünü kaybetmektense kadının kaldığı odada,
kendini asarak intihar ediyor. Yalnızlıklarla dolu bunalımlı bir yaşam ve
acı son.
Bence hayat birlikte sevdikçe ve sevildikçe güzel. ZELİHA
Anayurt
Oteli taşralı Zebercit’in hüzünlü ve yalnız hayat hikâyesi: şayet yaşadıklarına
hayat denirse. Çünkü hayat canlılığı, enerjiyi, ışığı, üremeyi, dopdolu
ilişkileri çağrıştırır bence. Hâlbuki Zebercet yalnızdır. Zebercet takıntılıdır.
İlişkileri vardır ama daha çok gizlidir. Kafasında başka bir dünya dolaşır.
Zebercet’in ruh hali sağlıksızdır. Yazarın son sayfada dediği gibi ‘’ bilinçsiz
canlı etin ölümü’’ ile hikâye son bulur. Bu roman insanın içini acıtır:
zavallılık, merak, melankoli, cinsellik, kurnazlık, çaresizlik, bunalım
ve nice benzer duygular romanın her sayfasına ustalıkla
serpiştirilmiştir. Ben yazarın bu tek ve kısa romanını merakla okudum. Dili son
derece yalın, cümleleri anlaşılır, kurgusu kronolojikti. Yer, insan ve olay
tasvirleri çok kuvvetli olan bu hikâyede kendimi hep tepeden olayları izler
gibi hissettim. Faydam olsa Zebercet’e bir çift laf söylemeyi bile düşündüm. Ne
gam.. O bildiğini okudu ve bu acı hayatı gene kendi yöntemiyle yok etti.
Çağdaş
edebiyatımızın bu sıradışı romanını mutlak okuyunuz derim. Ve derim ki
insanoğlunun en büyük ruhsal acısı yalnızlıktır. Dostluk ise emek ister. Bu
emeği birbirimizden esirgemeyelim….
LEYLA
Begüm'ün Düğünü
8ekizler’e ilkbahar
hep uğurlu geliyor. Geçen sene peş peşe iki oğlumuzu evlendirmiştik. Bu sene
ise 16 Mayıs’ta Nurizer’in kızı Begüm’ün düğünü oldu. Kitap gurubumuz her zaman
ki gibi yine pistte tüm hünerlerini gösterdi.
Begüm ve Mustafa’ya
bir ömür boyu mutluluklar dileriz.
22 Nisan 2014 Salı
Hayvan Çiftliği
Yazar: George Orwell
Orijinal Adı: Animal Farm
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: Can Sanat Yayınları
Çeviren: Celal Üster
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Şubat 2014, 37. Baskı
İngiliz
yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı
kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir
diğer çok ünlü eseridir. 1940lardaki "reel sosyalizm"in eleştirisi
olan bu roman, dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak
kabul edilir.
Hayvan Çiftliğinin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin’i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.
Altbaşlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.
(Arka Kapaktan)
Hayvan Çiftliğinin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin’i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.
Altbaşlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.
(Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Bu roman
için kitabın arka kapağında ‘dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından
biri olarak kabul edilir’ der. Gerçekten çok duru ve akıcı bir şekilde
yazılmış; düşündürücü, bazen ürkütücü, bazen ironik ve bazen de merak uyandıran
bir eser.1945 de ilk baskısı yapılan bu roman bana göre bugün de bir başyapıt,
maalesef yarın da bir başyapıt olarak kalacaktır. Çünkü lider koltuğuna oturan
nerdeyse her canlı empati yapmayı unutup, o koltuğa yapışıp, artan hırs
ve tutkuları ile sınırsız bir güce dönüşüyor. Ancak liderin etrafındaki poh
pohçuları kendi menfaatleri uğruna tüm gerçeklere gözlerini kapayarak liderden
de lider oluyorlar. Geriye kalan, itaat eden, aşağılanan, hürriyetleri
kısıtlanan zavallı gurubun durumu ise çok daha vahim. Çünkü onlar kendilerine
yapılmış haksızlıkları onlar için ‘en iyisi’ sanarak uyutuluyorlar. Bu roman
toplumu işte böyle üç farklı katmandan irdeliyor. Karakterlerin hayvan olması
sadece bir metafor. Uzun lafın kısası burada anlatılanlar ne yazık ki bana hiç
yabancı gelmedi. Ya size? LEYLA
George Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı eserini okumaya
başladığımda, lise yıllarında edebiyat derslerinde okuduğumuz Fransız şair La
Fontaine'i anımsattı bana, fabl tarzı satırlar.Bazen bir masal gibi algılasam
da iktidar hırsının insanlara neler yaptırabileceğini anlatıyordu.Yazar
Stalin dönemine atıfta bulunmuş. Bu gerçekliği günümüzde bile görmek mümkün
diye düşünüyorum. Kitabı okurken, ilgimi çeken diğer bir konu, bir nevi
toplum üzerine uygulanan meditasyondu. Toplumlar nasıl inanmadıkları olaylara,
inanır olabiliyorlardı. Sağ kalma ve çıkarları uğruna, inandıklarından
uzaklaşabiliyorlardı.
Hayvan Çiftliğinde çiftliği ele geçirerek, iki ayaklılara
karşı, dört ayaklıların eşitlik ve özgürlük mücadelesi anlatılıyor. Daha sonra
domuzlar ve onlardan birinin liderliğinde her şeyin saptırılması ve
diktatörlüğe dönüşmesiyle sonuçlanıyor. Kitabın ön sayfasında ise Stalin
dönemine karşı bir taşlama olarak yorumlanmıştır.
Okunması çok kolay, hatırlattıkları çok çok önemli çağdaş
klasik bir eser bence. Şiddetle tavsiye ederim. ZELİHA
Yazar dünyayı
değiştirme hayalini, hayvanların devrimine tanıklık eden bir çiftlikle
anlatıyor. Bay Jones'un kölesi olmaktan sıkılmış olan hayvanlar, bir devrim
düzenleyerek Beylik Çiftliği'nin yönetimini ele geçiriyorlar. Ancak saf
anlamda başlayan devrim süreci kurnaz hayvanlar tarafından başladığı noktaya
geri dönüyor. Hayvan Çiftliği’nde domuzlar kurnaz politikacıları, köpekler onlara
dalkavukluk eden iş adamlarını temsil ediyor. Koyunlar ise hayalleri olan, her
başa gelen lidere inanan saf halkı temsil ediyor.
Yazıldığı dönem itibari ile Sosyalizm’i ve Stalin’i
eleştiren kitabı aslında günümüzde her ülkeye uyarlayabiliriz. Yani seneler
geçse de politik rejimler değişse de alt sınıf için kader hiç değişmiyor,
sadece isimler değişiyor.
Kitap masal gibi yazıldığından çok kolay okunuyor. Ama
çok dikkatli okumak gerek her satırda sisteme ve sistemi yönetenlere dâhice
yapılmış taşlamalar var. NURİZER
12 Nisan 2014 Cumartesi
George Orwell
25 Haziran 1903 günü Hindistan’ın Bengal eyaletinde dünyaya
gelir. Zengin bir İngiliz ailenin soyundan gelen babası, İngiliz
İmparatorluğunun bu en büyük kolonisinde görevlidir. Daha bir yaşındayken,
annesi Ida, doğduğunda verilen adıyla Eric Arthur Blair’ı ve ablasını alıp
İngiltere’ye geri döner. Okulda gösterdiği üstün başarı sayesinde Kral’ın
bursuyla ünlü Eton Okulunda okur. Bu sayede “Brave New World – Cesur Yeni
Dünya”nın yazarı Aldous Huxley’in de öğrencisi olur. Maddi imkânsızlıklar
nedeniyle Eric eğitimini tamamlayamadan polis teşkilatında göreve başlar. Yedi
yıl boyunca anneannesinin yaşadığı Burma adasında “düzeni” koruyacaktır. Genç
adam en sonunda İngiltere’ye geri döner. Artık hayalinin peşinde koşacak ve bir
yazar olacaktır. Hayranı olduğu Jack London’ın izinden gider ve 1927 yılını
Londra’nın
en sefil mahallerinde geçirir. Ardından iki yıllığına Paris’e giderek sefaletin
ne demek olduğunu biraz da Fransız usulü yaşar.
Eric Blair ilk
evliliğini Eileen O’Shaughnessy ile yaptı. Bir yuva kurduktan hemen sonra da
İspanya iç savaşına katılıp Cumhuriyetçi Milislerle birlikte faşistlere karşı
mücadele verdi. İflah olmaz bir sigara tiryakisiydi. Önce sağlığını sonra ilk
eşini kaybetti. İkinci kez veremle boğuşurken Sonia Browell ile evlendi. Ne
yazık ki, evliliğinin üzerinden daha bir yıl geçmeden, henüz kırk yedi yaşında
ölüm onu edebiyat dünyasından koparacaktır. “Sade bir dilin en büyük düşmanı
samimiyetsizliktir…” diyen Eric Arthur Blair romanlarını “George Orwell” takma
adıyla yayınladı.
Orwell, Burma macerasının ardından yaşadığı serüvenleri,
çektiği sıkıntıları,
şahit olduğu sefaleti “Down and Out in Paris and London – Paris ve Londra’da Beş
Parasız” (1933) adlı eserinde okurlarıyla paylaşır.
şahit olduğu sefaleti “Down and Out in Paris and London – Paris ve Londra’da Beş
Parasız” (1933) adlı eserinde okurlarıyla paylaşır.
George Orwell’in Burma’da Polis teşkilatında görevli
olduğu dönemde yaşadıklarından esinlenerek yazdığı “Burmese Days – Burma
Günleri” (1934), I. Dünya Savaşı sonrasında çöküşe geçen İngiliz emperyalizmini
çarpıcı bir dille resmeder.
1938 yılında yayınlanan “Homage to Catalonia” (1938) daha
otobiyografik
özellikler taşımaktadır. Yazar bu romanında ise iki yıl süreyle gönüllü olarak
cumhuriyetçilerin safında katıldığı İspanya İç Savaşı’ndaki tecrübelerini,
gözlemlerini anlatır.
özellikler taşımaktadır. Yazar bu romanında ise iki yıl süreyle gönüllü olarak
cumhuriyetçilerin safında katıldığı İspanya İç Savaşı’ndaki tecrübelerini,
gözlemlerini anlatır.
1945 yılında yayınlanan “Animal Farm – Hayvan Çiftliği”
Orwell’in uzun süre üzerinde çalıştığı bir başyapıttır.
Orwell “Nineteen
Eighty Four – 1984” (1949) adlı eserinde insanların gelecekte nasıl sürekli
gözleneceğini, ne söylediklerinin, ne yaptıklarının, nereye gittiklerinin nasıl
adım adım izleneceğini dünyaya ilan etmişti.
Orwell, bu kısa hayatına “A Clergyman’s Daugther –
Papazın Kızı” (1935), “Keep
the Aspidistra Flying – Aspidistra” (1936), “The Road to Wigan Pier – Wigan
İskelesi Yolu” (1937) ve “Coming up for Air” (1939) adlı eserlerini de sığdırmıştır.
the Aspidistra Flying – Aspidistra” (1936), “The Road to Wigan Pier – Wigan
İskelesi Yolu” (1937) ve “Coming up for Air” (1939) adlı eserlerini de sığdırmıştır.
Orwell bir yazar olarak misyonunun yalnızca hikâye
anlatmak değil, toplumsal sorunlara ve geleceğin getireceklerine dikkati çekmek
olarak görmüştür. Bu bakımdan okuruna hep inandığı gerçekleri söylemiştir çünkü
onun için “Bir evrensel aldatı çağında, gerçeği söylemek devrimsel bir
eylemdir.”
6 Nisan 2014 Pazar
Suç ve Ceza
Yazar: F. M. Dostoyevski
Orijinal Dili: Rusça
Çeviren: Mazlum Beyhan
Yayınevi: T. İş Bankası Yayınları
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul,
Ocak 2014- 15.Baskı
Fyodor Mihayloviç
Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü
eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den geleceğin büyük yazarı
olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda
edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar
1849'da I. Nikola'nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi
olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve
zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya'dan döndükten sonra
Petersburg'da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar
eski ününe kavuştu.
Suç ve Ceza Dostoyevski'nin bütün dünyada en çok okunan başyapıtıdır. (Arka Kapaktan)
Suç ve Ceza Dostoyevski'nin bütün dünyada en çok okunan başyapıtıdır. (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Klasik bir roman
okumamız için ısrar eden Nurizer’e teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Ayrıca
seçimimiz de mükemmel oldu. Çünkü bence “Suç ve Ceza” her bakımdan mükemmel bir
roman, bir başyapıt. 1860’lı yıllarda yazılmasına rağmen hiçbir yabancılık
çekmedim okurken. Ayrıca çevirmen Mazlum Beyhan’a da çok teşekkür etmek
isterim bu yalın ve akıcı dilinden dolayı.
Roman
karakterleri sanki bugün de etrafımızda görebileceğimiz sıradan
insanlardı. Onların farklı zaman ve mekânlarda olması, farklı töreleri
bulunması romanın özünü hiç değiştirmiyordu. Bence insanoğlunun dramları,
zayıfın güçlüyü ezmesi, ‘doğru’ ve ‘adalet’ kavramlarının göreceli yorumları
zamana, mekâna, kültüre göre değişmiyor ya da sadece nüanslar bulunuyor… Gene
de insan düşünmeden edemiyor: Acaba Raskolnikov’un kendi adalet anlayışı (
tefeci kadını öldürüp, ondan çalacağı paralarla fakirlere destek olmak)
toplumların sağlığı/düzeni için ne kadar geçerli? Herkes kendi adaletini
yaratmaya çalışırsa kaos doğmaz mı? Diğer taraftan Raskolnikov’un makalesinde
ileri sürdüğü gibi insanlığın kurucuları, yasa koyucular kendi ileri sürdükleri
ülküler için kan dökerken suçlu değiller mi? Ben bu romanı okurken ikilem
içinde kaldım. Kimin doğrusu daha doğru? Sanırım bunu hep tartışacağız… LEYLA
Kitabı ilk elime
aldığımda 1866 da yazılmış bir klasik üstelik700 sayfa, ben bunu nasıl
okuyacağım diye düşündüm. Ama su gibi aktı gitti. Olay örgüsü, karakterlerin
romana girişi, akış o kadar güzel ki, ne zaman kitabı elime alsam bırakmak
istemedim. Rusçasıda bu kadar rahat okunabilen akıcı bir roman mı yoksa bu
Mazlum Beyhan’ın başarısı mı bilemem. Okurken kitap insanı içine alıyor. Sanki
samanpazarında dolaşan Raskolnikov değil de benim diye hissettim çoğu zaman.
Raskolnikov’un psikolojisi ve vicdan muhasebesi, diğer karakterlerin psikolojik
tahlilleri ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
Bir roman boş
yere "klasik" sıfatını almıyormuş... Okumanızı şiddetle tavsiye
ederim. NURİZER
Ana karakter Raskolnikov müşterisi olduğu tefeci bir
kadını ve tesadüfen orada görgü tanığı olan tefeci kadının kız kardeşini
öldürüyor. Raskolnikov'un yaşam felsefesine göre etrafındaki kişilerin kanını
emen bu tefeci kadını öldürmek cinayet değil toplumun iyiliği için yapılması
gerekli bir işlemdir. Ama toplumun yasaları ve ahlak kurallarına göre bu bir
cinayettir. Raskolnikov'un yaşadığı ikilemler,vicdan muhakemeleri ve etrafındaki
insanlarla kurduğu ilişkiler ile
psikolojik ve felsefe yönü ağırlıklı bir
polisiye roman türüne sokuyor.
Sürükleyici, akıcı ve bir sonrasının ne olacağı heyecanı
ile elinizden bırakamayacağınız müthiş bir klasik eser, şiddetle tavsiye
edilir. Ayrıca çevirideki başarının kitabın rahat okunmasında önemli bir yeri olduğunu
ilave etmeliyim. IŞIL
Uzun zamandır arzuladığımız bir dünya klasiği okumaktı. Kararımız; ilk defa zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in talimatıyla Türkçeye çevrilen Dostoyevski - Suç Ve Ceza oldu.
Başlangıçta 700 sayfa, klasik olması, süre gözümüzü korkutmuştu. Toplantımızda gördük ki okuduğumuz bu romandan hepimiz hayranlıkla bahsediyorduk. Asır öncesi yazılmasına rağmen, bugün gibi keyifle okunabilen, zevkli, sürükleyici, elimizden zor bıraktığımız bir kitap seçmiştik Bunda Rusçadan dilimize çeviren Mazlum Beyhan'ın rolünün önemli olduğu kanaatindeyim.
Roman kahramanı Raskolkinov ders vererek para kazanırken, çalışmaya tembelliği tercih eden, bu yüzden üniversite tahsilini yarım bırakan bir kişi. Aile ilişkisinde de kopukluk olmuş, zor geçen günler psikolojisini bozmuş, hatta kendi adaletini uygulamaya kalkarak tefeci kadın ve kız kardeşini ( görgü şahidi ) baltayla öldürmüştür. Daha sonra vicdanen rahatsız olan Raskolnikov suçunu itiraf eder. Sibirya’da sekiz yıl çekeceği kürek mahkûmiyeti cezasında onu her gün ziyarete gelen, onun gibi toplumdan dışlanmış Sonya'dır. Birbirlerine verdikleri destek onlara yeniden doğuşun ışığı olur. Bu arada hukuk fakültesinden arkadaşı Razumukin kardeşi Dunya ile evlenmiştir. Raskolnikov hakkında haberleri Sonya'dan almaktadırlar.
Toplumsal ve ailevi sorunları bu sorunlar karşısında insan psikolojisini, felsefi ve polisiye bir tarzda anlatılan Suç ve Ceza' da bulabilirsiniz. Dünya klasiklerinden olan bu başyapıtı muhakkak okumanızı tavsiye ederim. ZELİHA
Uzun zamandır arzuladığımız bir dünya klasiği okumaktı. Kararımız; ilk defa zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in talimatıyla Türkçeye çevrilen Dostoyevski - Suç Ve Ceza oldu.
Başlangıçta 700 sayfa, klasik olması, süre gözümüzü korkutmuştu. Toplantımızda gördük ki okuduğumuz bu romandan hepimiz hayranlıkla bahsediyorduk. Asır öncesi yazılmasına rağmen, bugün gibi keyifle okunabilen, zevkli, sürükleyici, elimizden zor bıraktığımız bir kitap seçmiştik Bunda Rusçadan dilimize çeviren Mazlum Beyhan'ın rolünün önemli olduğu kanaatindeyim.
Roman kahramanı Raskolkinov ders vererek para kazanırken, çalışmaya tembelliği tercih eden, bu yüzden üniversite tahsilini yarım bırakan bir kişi. Aile ilişkisinde de kopukluk olmuş, zor geçen günler psikolojisini bozmuş, hatta kendi adaletini uygulamaya kalkarak tefeci kadın ve kız kardeşini ( görgü şahidi ) baltayla öldürmüştür. Daha sonra vicdanen rahatsız olan Raskolnikov suçunu itiraf eder. Sibirya’da sekiz yıl çekeceği kürek mahkûmiyeti cezasında onu her gün ziyarete gelen, onun gibi toplumdan dışlanmış Sonya'dır. Birbirlerine verdikleri destek onlara yeniden doğuşun ışığı olur. Bu arada hukuk fakültesinden arkadaşı Razumukin kardeşi Dunya ile evlenmiştir. Raskolnikov hakkında haberleri Sonya'dan almaktadırlar.
Toplumsal ve ailevi sorunları bu sorunlar karşısında insan psikolojisini, felsefi ve polisiye bir tarzda anlatılan Suç ve Ceza' da bulabilirsiniz. Dünya klasiklerinden olan bu başyapıtı muhakkak okumanızı tavsiye ederim. ZELİHA
31 Mart 2014 Pazartesi
Dostoyevski
Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski 30 Ekim 1821’de Moskova’da doğdu. Askeri doktor olan babası Mihail Andreyeviç Dostoyevski oldukça sert bir adamdı. En büyük tutkusu içkiydi ve ailesini sıkı bir disiplin altında yönetiyordu. Çok çabuk sinirlenir, çocukları ise kaçacak delik ararlardı. Adamın başka bir özelliği de cimriliğiydi. Durumunun iyi olmasına rağmen, çocukları 16-17 yaşına gelene kadar onlara cep harçlığı bile vermemişti. Fyodor 1837’de annesinin ölümünün ardından babasının yanından ayrılarak St. Petersburg’a taşındı ve orada Askeri Mühendislik Okulu’na kabul edildi. Oğluna okuduğu sırada düzenli bir gelir sağlamayı reddeden babasının tutumu Dostoyevski’nin içe-kapanıklığını daha da ağırlaştırdı. Bir keresinde, Dostoyevski babasına ilgisizliği yüzünden hakaret dolu bir mektup gönderdi; ama baba Dostoyevski yanıt vermeye fırsat bulamadan öldü. Yaşamı boyunca ona acı çektiren sara nöbetlerinin ilkini bu dönemde geçirdi.
Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. 1846’da ilk romanı “İnsancıklar”’ın çıkışıyla, genç yazarlar arasında en büyük gelecek vaadedeni olarak görüldü. Ne var ki başarısı kısa sürdü. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı. Hükümet her türlü söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu, Dostoyevski de reformculara katılarak Çar’a karşı çeşitli çalışmalar yaptı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile Çarlık polisi tarafından tutuklandı. On ay hapishanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, dört yıl da adî hapse dönüştürüldü.
Cezası bitince St. Petersburg’a döndü. “Ölüler Evi” ve “Ezilenler”i yayınladı. Sibirya’dayken Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg’a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polina ile birlikte Rusya’dan ayrı olduğu bir sırada karısının hastalanması ve ağabeyinin ölümü ona “Yeraltından Notlar “(1864) olarak bilinen itirafı yazdırdı.
Karısının ve çocuğunun masraflarını karşılayabilmek için, edebiyattan kazandıklarını arttırmak hevesiyle kumara başladı. İzleyen yıllarda Dostoyevski sürekli sara, yoksulluk ve kumarbazlığına eşlik eden bir endişenin sıkıntısını çekti. 1866’da “Suç ve Ceza”yı ve 1867’de “Kumarbaz”ı yazdı. Sekreteriyle evlenip yurtdışında yaşadığı dört yıl yaşamının en üretken yılları oldu. “Budala” (1869), “Ebedi Koca” (1870)” ve “Ecinniler”i (1871) yazdı.
Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. 1877’de “Büyük Bir Günahkârın Yaşamı” adında bir diziyi oluşturmak için çalışmalara başladı. Bu “bütün yaşamım boyunca bana bilinçli ya da bilinçsiz olarak işkence etmiş olan” dediği Tanrı’nın varlığı sorunuyla ilgili bir çalışmaydı. Bitirdiği çalışmanın biricik bölümü olan “Karamazov Kardeşler” 1880’de basıldı.
Dostoyevski sonraki yıl 28 Ocak’ta öldü. Cenazesi toplumsal bir gösteri için fırsat oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)