25 Aralık 2022 Pazar

2023


 

2022 değişik bir yıl oldu: ne zaman başladı ne zaman aktı gitti bilinmedi. Ya da biz öyle hissettik. Pandemi etkilerini çok azaltsa da , farkında olarak ya da olmayarak yaşantımızı, davranışlarımızı, alışkanlıklarımızı değiştirdiği kesin. Tıpkı Nazlı Eray’ın romanlarındaki büyülü gerçeklik gibi. Gerçeklerle kurgular/kuruntular/hayaller birbirine karıştı. O sis bulutu tamamen hayatımızdan kalkmadı. Hem dünyamız hem ülkemiz can sıkıcı bir çarkın içinde hızla yol alıyor: savaş, göç ve iklim krizinin yol aştığı sorunlar, yokluk, yolsuzluk ve daha nice sorunlar ülkemizi ve dünyayı hırpalıyor. Bu ortamda ruhları besleyebilecek  edebiyat ve sanat kısır kalıyor. Hepimiz için sinema, tiyatro, sergi, konser, seyahat gibi hayatımızın renkleri çok soluk kaldı. Ancak 8ekiz kitap kulübü olarak bizler hiç aksatmadan kitap kulübü toplantılarımızı ayakta tutabildik. Onun için kendimizle gurur duyuyoruz. Hatta bu yıl sezon açılışlarını evlerde yapmaya başladık. Hem kitaplarımızı daha bir çoşku ile tartışmaya , hem de çok sevdiğimiz güzel masalarda yemek sohbetlerine kavuştuk. Gurubumuz için 2022 genel olarak sakin geçti: en önemli istisna Yüksel’in babasını kaybetmesi idi. Işıklar içinde uyusun. Torunlar hızla büyüdüler ve  başarılı bir şekilde okullarına devam ediyorlar. O kadar ki ilk torun Sinan bu yıl liseli oldu; Notre Dame de Sion’a başladı. Ufuk ve Demet’in evlatları yurt dışında kariyerlerine devam ediyorlar.

Bizler 2022’i unutmaya hazırız. 2023 öncelikle tüm insanlığa, hepimize mutluluklar getirsin. İnsan onurunun korunduğu, sosyal kalkınmanın önemsendiği, savaşların bittiği, sanatın/sanatçının kucaklandığı, kitapların baş tacı edildiği bir yıl olsun. Hayaller gerçek, gerçekler güzel olsun. Yolumuzu aydınlatan ışık sevgi dolsun.

Yeni yılınız, “2023” kutlu olsun. LEYLA


3 Aralık 2022 Cumartesi

Son Kadın

 


                                                            Yazar: Şaziye Karlıklı

                                                            Yayınevi: Doğan Kitap

                                                            İlk Baskı: Eylül 20212021

                                                            Basım Tarihi: Aralık 2021, 2. Baskı  

 

Nimet, geçen yüzyılın ilk yıllarında doğduğunda, kaderinin son Osmanlı padişahıyla kesişeceğinden habersizdi. Saray bahçıvanlarından olan babası öldükten sonra, kendini kız kardeşiyle beraber Sultan Reşat’ın hareminde buldu. Harem’deki basamakları birer birer tırmanan Nimet, bir ara ayrılıp ailesinin yanına sığınacak ama yeniden o dünyanın ihtirasına kapılıp geri dönecek ve bu sefer Sultan Vahdettin’in dikkatini çekecekti. Küçük bir kızın, imparatorluğun, bir zamanlar Kadınlar Saltanatı’yla anılan, yıkılış sürecinde ise sadece ayakta kalmaya çalışan Harem’inde başlayan yolculuğu, son Osmanlı Sultanı’nın eşi olmaya dek uzanacaktı.

Şaziye Karlıklı, Son Kadın’da Nimet Hanım’ın izini sürüyor. Harem’in ihtişamlı günlerinden Vahdettin’in San Remo’daki son günlerine; ailesinin ona verdiği adla Nimet, Harem’deki adıyla Nevzat Hanım ve onun bir roman kadar sürükleyici yaşamöyküsü.

 

Yorumlarımız:

Tarihe kadınların gözünden bakmayı seven Şaziye Karlıklı’nın yeni kitabı “Son Kadın” Aralık kitabımızdı. ”Kurgu gücüm hiçbir zaman bu hayatlar kadar zengin olmaz” diyen yazarın bu kitaptaki kahramanı Nimet aslında çok da özelliği olmayan, sıradan bir karakter. Onu özel yapan otuzaltıncı yani son Osmanlı Padişahının eşi olması ve o dönem yaşanan olaylar. Belki başka bir padişahın eşi olsaydı hakkında kitap yazılması bir yana adı bile bilinmeyecekti, herhangi bir kadınefendi veya çocuğu olmadığından ikballerden biri olacaktı. Veya Vahdettin İngiliz gemisine binip kaçmasaydı ve Osmanlı’nın sonunun geldiğini kabullenmeseydi biz bugün Nimet’i okumayacaktık.

1911 yılında 9 yaşında iken Sultan V. Mehmet Reşad’ın haremine giren Nimet, 1921 yılında Sakarya Savaşının en yoğun günlerinde 57 yaşındaki Vahdettin ile Yıldız Sarayında evlenir. Zaten çöküş başlamıştır ama Saray bunun farkında değildir. Muhalif gazeteleri Saray’a sokmayarak, dışarda yaşanan olayları görmemezliğe gelerek yaşanan bir hayat. “Son Kadın” aslında bir dönem romanı. Ama maalesef ki o dönemi sadece Saray gözüyle anlatıyor, duvarların arkasından at gözlüğü ile bakılan, “ böyle gelmiş böyle gider; bize bir şey olmaz” düşüncesinin hakim olduğu bir bakış açısı. Halbuki Anadolu’da süren bir Kurtuluş Savaşı var, Ankara’da yeni kurulan bir hükümet var. Ama Saray İngilizlerle anlaşarak Anadolu’daki ayaklanmaları bastırmayı düşünebiliyor, kazanılan zaferleri görmezden gelebiliyor. Ama acı gerçekle karşılaşınca Padişah eşlerini İstanbul’da bırakıp yanına Şehzade Ertuğrul, tütüncübaşı, esvapçıbaşı gibi yardımcılarını alarak Malta’ya kaçıyor. Aslında sürgündeki Padişah kadar İstanbul’da kalan dört eş ve iki kızı için bilinmez bir dönem başlıyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hilafeti kaldırması ile eşlerde sürgün edilince San Remo’da kiralanan bir villada Vahdettin ile buluşmaları sonucunda bir imparatorluğu yönetmekten aciz birinin kendi ailesini yönetememesini görünce Osmanlı’nın neden parçalandığını anlamak daha kolay oldu.

1926 yılında Vahdettin’in ölümünden sonra çocuğu olmadığı için yurda dönebilen Nimet, henüz 24 yaşında olduğundan kendine yepyeni bir hayat kurar ve hepimizin tanıdığı ressam Günseli Kato’nun anneannesi olur ve 92 yaşına kadar yaşar.

Bir biyografi okuduğumda hayatın hep tesadüflerden oluştuğunu düşünürüm. Nimet’in babası erken ölmeseydi… Kardeşi ile birlikte halasına evlatlık verilen Nimet’in eniştesi sarayın mabeyncisi olmasaydı... İttihat ve Terakki Sultan Reşad’a Harem’e Türk kızı almalısın diye baskı yapmasa idi…. Sultan Reşad ölünce Halasının yanına dönen Nimet baskılara boyun eğip eve gelen taliplilerden biri ile evlenseydi… Saraya geri dönünce Vahdettin gözlerine vurulup Nimet ile evlenmeseydi…. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşından galip çıkıp Saltanatı kaldırmasaydı… Mustafa Kemal Cumhuriyet diye ısrar etmeyip Hilafeti kaldırmasaydı… Nimet’in yaşamı nasıl olurdu acaba????

Osmanlı’nın son dönemi, Harem hayatı, insan hikayeleri ilginizi çekiyorsa okumanızı tavsiye ederim. Sonunda eminim sizde iyi ki Mustafa Kemal var da bende Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuşum diyeceksiniz…NURİZER


Şaziye Kardıķlı’nın anılar ve dönemin gazete ve kaynaklarından derleyip son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in 4.cü karısı olan Nimet'in hayatını biyografik olarak ele aldigi kitabı son dönem Osmanlı’yı kadın gözüyle görmemize ve toplumu saray ve dışarısı olarak daha iyi irdelememize ve benim bilmedigim bir çok şeyi kafamda canlandırmama yardımcı olması açısından önemliydi.

Okuduklarım karşısında sıkıntı duymama ve isyan duygumun kabarmasına neden olan olayların başında var olma savaşı veren bir milletin en önemli kırılma noktası olabilecek bir savaşın sürecinde, yani Sakarya Meydan muharebesi olurken, Vahdettin'in İngiliz işgali altında İstanbul’da dügünle evlenmesi oldu. Kendinden 40+ yaş küçük bir kadınla gönül eğlendirmesi ve olan bitene tamamen ilgisiz ve kayıtsız kalması gerçekten aķıl ve hafsalamın almadığı bir duyarsızlık, vicdansızlık olarak bilincime yerleşti. Tabii ki Ataturk'ün hangi toplumla/ hangi şartlarla Kurtuluş savaşı verdigini anlamam açısından da bir teyid niteliği taşıdı bu kitap. Kitapta konu olan dönemde yaşanan acizlik ve vurdumduymazlığın geldiği nokta hem çok carpıcı hem de çok sarsıcıydı bir çok açıdan. Kadının yerini ise hiç konuşmayalım- yok sayılır!! Beni bugüne baktığım zaman alt yapı bu olursa zaten ne beklemeli genelden diye çok düşündürdü.  Aradan geçen 100+ sene sonra bile aynı bilgisizlik, aynı aymazlığın, aynı hoyratlığın toplumumda yaşamasına şahit olmak ülkesini seven herkes gibi, beni de ciddi olarak üzmekte. Gene de o günün şartlarından bugünlere gelebilmişsek, yarınlar için de umut taşımak istiyorum. DEMET


Şaziye Karlıklı'nın yazdığı "Son Kadın" hem bir biyografi, hem de tarih niteliğinde. Bence her yurttaşın gerçekleri bilmeye ve geçmişle yüzleşmeye hakkı var. Bu vatanın nasıl kurtarıldığı, Osmanlı'nın nasıl bir çöküş içinde olduğu gerçeği.

Anlaşılabilir bir dille yazılmış eser. Herkese okumasını tavsiye ederim. Balkanlar’dan Mısır’a koca bir Osmanlı  İmparatorluğunun  nasıl yok edilişinin hazin hikayesi. Kendisinden 40 yaş küçük Nimet'le Yıldız sarayında Vahdettin düğün yaparken, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah arkadaşları Sakarya'da yok olmaya yüz tutmuş koca bir milletin yeniden varolma  savaşını veriyorlardı. Vahdetin ise İngilizlerle anlaşmış, çıkarları için hainlik peşindeydi. Bu acı gerçek  içimi sızlattı. Sürgün yıllarının sonunda ölümü de çok hazin, özellikle cenazesinin rehin kalması. Buruk bir acıyla okudum romanı ve Nimetin öyküsünü. Haremle ilgili birçok şey öğrendim. O güne kadar hareme hiç Türk alınmayışını yadırgadım. Osmanlı imparatorluğu zamanında muhteşem Süleymanlar yetiştirmiş, dünyaya hükmetmişti.  Sonu bu kadar hazin olmamalıydı.

Sonuç; bugün  varoluşumuzu, nefes alışımızı bile Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına borçluyuz. Dünyanın gıpta ettiği bu lidere, neden hayran olduğumuzu, bir kere daha anladım. ZELİHA

 

 

 


1 Aralık 2022 Perşembe

Şaziye Karlıklı

 


Şaziye Karlıklı, 1961 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirdi. 1982 yılında Türk Haberler Ajansı’nda başladığı gazeteciliğe 1985 yılından itibaren Nokta dergisinde devam etti. Ercan Arıklı yönetimindeki Nokta dergisinde toplum ve ekonomi üzerine araştırma ağırlıklı haberleriyle dikkat çeken Şaziye Karlıklı, bu dönemde “ileride yazabilirim” düşüncesiyle Türkiye’nin önemli figürleri ve olayları hakkında bilgi ve belge arşivlemeye başladı. Daha sonra Ekonomist dergisinin Haber Müdürlüğü de dahil olmak üzere çeşitli dergilerde yöneticilik yapan Şaziye Karlıklı, Para dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğinden sonra medyadaki aktif yöneticilik görevini bıraktı. Gazete ve dergilerde yazmayı sürdürmekle birlikte ağırlıklı olarak kurum tarihi kitapları üzerinde çalıştı. Migros, İGS, YKM için hazırladığı kitapların yanı sıra Cumhuriyet Kıyafetleri, Suyla Buluşan Kent: Şanlıurfa, Değişimin Simgesi: Kahramanmaraş ve Yaşayan Anadolu Takıları’nın da yazarıdır. Uzun yıllar Türkiye’nin önemli bir grubuna yayın ve iletişim danışmanlığı da yapmış olan Şaziye Karlıklı, günümüzde bütün profesyonel sorumluluklarını bıraktı ve “ileride yazabilirim” dediği kişi ve olayları kitaplaştırmaya başladı.

Şubat 2018’de basılan ilk kitabı “Benli Belkıs”, devrinin güzellik efsanesi Belkıs Kemali Söylemezoğlu'nun, namıdiğer Benli Belkıs'ın sürükleyici yaşamöyküsü...

Ocak 2020’de basılan “Emine Adalet” ise, işgal altındaki İstanbul’da dans tutkunu genç bir kızın biyografisi.

Okuduğumuz “Son Kadın” ise Eylül 2021’de ilk baskısını yaptı.

Evli ve bir çocuk sahibi olan yazar, Ayvalık’ta yaşıyor.


21 Kasım 2022 Pazartesi

Yukarıda

 


                                               Yazar: Pierre Schoendoerffer                                                                             

                                               Orijinal Dili: Fransızca

                                               Özgün Adı: La – Haut

                                               İlk Baskı Yılı: 1998

                                               Yayınevi: TelosYayıncılık

                                               Çeviren:Murat Aykaç Erginöz

                                            

 

Yukarıda, ülkemizde Krala Veda ve Kart Yengeç romanlarıyla tanınan yazar ve film yönetmeni Pierre Schoendoerffer'in dördüncü romanı.Romanın gizemli kahramanı Henri Lanvern, Tayland'da bir film çevirmektedir... 1978 Haziran'ında bir akşam film ekibini toplar ve ertesi gün eski bir dostunu aramak üzere Laos'a gideceğini söyler. Daha sonra hiçbir yerde izine rastlanmaz.Kimdi bu adam? Neden ortadan kayboldu? Başına ne geldi? Bir kadın onun izin sürerek, polisiye, psikolojik ve tarihsel bir araştırma yapar: Henri Lanvern, Dien Bien Phu'dan komünistlerin iktidarı ele geçirmelerine kadar Vietnam'da birçok olayın içinde bulunmuştur otuz yıl boyunca. Henri Lanvern, çağdaş trajedilerden birinin hem tanığı hem de "oyuncusu" olarak, araştırma (roman) boyunca, fotoğraf kağıdında görüntülerin ortaya çıkması benzeri yavaş yavaş belirginleşir. Henri Lanvern tam anlamıyla bir serüven adamıdır; hayatın, ölümün ve aşkın üzerine gözünü kırpmadan yürür.Yukarıda, insanlık durumunun gerçek, mistik ve metafizik boyutlarının sergilendiği, insan kimliğinin ateş çemberinden geçtiği, soluk soluğa okunacak bir roman. Roman sanatının köklerine, "serüven romanı" geleneğine bağlı. Tutkulu öyküsü aynı zamanda çağımızın da öyküsü.

 

 Yorumlarımız:

 

Bir kitabın kahramanının, yazarının ve hatta çevirmeninin hayatlarının böylesi ilginç örtüşmelere sahne olduğu sanırım sık rastlanır bir durum olmasa gerek. “Yukarıda” adlı kitabın yazarı Pierre Schoendoerffer ile Türkçeye çevirisini yapan Murat Aykaç Erginöz ün, ne kadar ortak hayat vizyonları olduğunu keşfetmek, kitabın içeriğinin kişisel yaklaşımlara, yaşamdaki duruşa, karakteristik özelliklere bir tercüman olduğunu düşündürüyor.

Yani, oldukça karmaşık bilgiler, isimler, olaylar zinciriyle açılan roman, nerdeyse ilk üçte birinde okuyucuya zor zamanlar yaşatıyor; çözümlemede, deşifre etmede insan oldukça zorlanıyor…. Farklı bir coğrafyada, içiçe geçmiş toplumlar, siyasi ve kültürel çatışmalar, çok sayıda karakterler, bir savaş ortamında ve çevresinde çeşitli maceralarla sunuluyor.

Ancak , bir süre sonra ana karakterin ve onunla çok farklı ilişkileri, dostlukları olmuş diğer karakterlerin açılımıyla, roman bizi daha evrensel, daha genel değerleri düşünmeye yönlendiriyor…

 

Kitap çok bilgi ve çok gerçek hikaye barındırıyor; ki benzer bilgileri alacağımız, benzer senaryolar üstüne yazılmış çok sayıda kitap olduğunu biliyoruz. Buradaki amacın, yazarın vurgu yapmak istediği konunun “tarihi gerçeklerin” daha ötesinde bir olgu olduğunu hissediyoruz. İnsanın “kendi” ile ilişkisinin yaşamı boyunca evrilerek nasıl bir macera oluşturduğunu, “insani duyguların” bütünü olarak kişinin yaşamının nasıl sentezlenebildiğini, kahramanımız Lanvern örneği ile insanın başkalarıyla olan ilişkilerinin onun kendi karakterini nasıl sergilediğini görüyoruz yazar sayesinde.

İlk anlarda bir savaş ortamı anlatısı diyecekken, romanı bir tür “kendini arama-bulma” hikayesi olarak yorumlayabiliyoruz sonunda. Kitap kulübünde okuduğumuz onca kitaba ek olarak listemize  çok farklı, çok özgün, çok kendince bir kitap katmış oluyoruz “Yukarıda” ile…..

Verdiği mesajlar, senaryo ediliş şekli, dili ve ilginç kurgusu ile kolay okunamasa da dağarcığımızda bulunması gereken ve çok farklı bakış açılarına,anlayışlara yol veren bir eser olduğu kanısındayım. UFUK

 

 

 

 

31 Ekim 2022 Pazartesi

Pierre Schoendoerffer

 


Pierre Schoendoerffer, Mayıs 1928’de beş kardeşin dördüncüsü olarak Chamalières – Fransa’da doğdu. Central School'un mühendisi olan babası Georges Schoendoerffer’in işleri nedeniyle çocukluk yıllarını değişik şehirlerde geçirdi. Çocukken denizci olmayı hayal eden Pierre 19 yaşında güverte görevlisi olarak bir İsveç Ticaret gemisi ile Baltık Denizine yelken açtı.

1949 yılında mecburi askerlik için Fransa’ya geri döndü. 1951’de Serge Bromberger’in kameraman George Kowal hakkında yazdığı bir makaleyi okuyunca gönüllü olarak Silahlı Kuvvetler Sinematografi Servisi’ne katıldı ve Çinhindi’ne gitti. 7 Mayıs 1954'te Dien Bien Phu savaşında esir düştü. 24 Ağustos 1954 Cenevre anlaşmasından sonra serbest bırakıldı ama Çinhindin’de kaldı. Önemli dergiler için fotoğrafçılık yaparak Malezya, Fas, Yemen, Cezayir, Laos ve Hong Kong’u dolaşıp röportajlar yaptı.

Hong Kong’ta tanıştığı Joseph Kessel ile “La Passé”, “Ramuntcho” ve “Pêcheur d'Islande” filimlerinin çekiminde çalıştı.

1963 yılında yazdığı “317. Bölük”  romanı, 1964 yılında Çinhindi Savaşı hakkında kurgusal bir film olarak çekildi ve Cannes’de senaryo ödülü kazandı.

Dominique Merlin ile 1967'de Vietnam'da Amerikan ordusuyla, Oscar ve sayısız uluslararası ödüle layık görülen “Anderson Section” adlı bir belgesel film yaptı .

1969'da yayınladığı “Krala Veda” romanını, 1989 yılında Amerikalı yönetmen John Milius  “The Farewell to the King” adı ile beyaz perdeye taşıdı .

1976'da Fransız Akademisi'nin büyük ödülünü kazanan “Le Crabe-Tambour” adlı bir roman yazdı .

1981 yılında “La-haut (Upthere) romanını yazdı. Kendisinin esir olduğu Dien Bien Phu savaşını anlatan bu romanı 2003 yılında kendi sinemaya aktardı.

2003 yılında “L’Aile du papillion( The Butterfly Wing) romanını yayınladı.

Pierre Schoendoerffer 14 Mart 2012’de En Percy de Clamart askeri hastanesinde öldü. Sinema ve yazınsal yapıtlarının tümüne “Vauban Ödülü” verildi.


30 Mayıs 2022 Pazartesi

Seçkin

 

                                   

                                                        Yazar: Zeynep Miraç    

                                                        Yayınevi: Doğan Kitap

                                                        Kapak Tasarım: Serçin Çabuk

                                                        Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Kasım 2021

 

Yürekli, dirençli ve azimli...

Seçkin Selvi.

Bir yandan çeviri yaparken bir yandan fasulye ayıklayan, eleştiri yazısını tamamlayıp sobanın ateşini harlayan, çocuklarını büyütürken yaşadığı ülkenin zihin dünyasında yeni pencereler açan bir kadın...

Yüzyıllık Yalnızlık gibi bir başyapıtı, başka bir çevirisi nedeniyle Sağmalcılar Cezaevi’nde yatarken, koğuşun keşmekeşi içinde, aklı dışarıdaki çocuklarındayken Türkçeye kazandırmış bir kadın...

Sevdiklerinin erken vedalarına, devletin hoyratlığına, emeğinin karşılık bulmamasına rağmen dimdik ayakta durmaktan, üretmekten, yaşamdan zevk almaktan vazgeçmeyen bir kadın...

Üretmekte direnen, teslim olmayan, yakın tarihin karanlık günlerinden nasibini fazlasıyla alsa da yaşam sevincini ve mizah duygusunu hiç kaybetmeyen… Bilgisini paylaşmakta bonkör, derdini paylaşmakta tutumlu...

 

Yorumlarımız:

 

Adı Seçkin;

Gerçekten zaman zaman şaşırtacak kadar güçlü bir karakter. Türkiye'nin en meşhur beş çevirmeninden biri. Ne yazık ki bu kitapla tanıdım.

Gazeteci Zeynep Miraç'ın ilk romanı. Biografi niteliğinde. Yazım dili olarak rahat okunabilen, bir entelektüelin yaşamı ile o günün Türkiye’sinin fırtınalı tarihini bütünleştirmiş bir eser. Edebi değerinden ziyade karekter ve yaşadıkları ön planda. Seçkin'in yaşamı yalın bir dille anlatılmış. Bir çeşit toplum sosyolojisi. Karakter o kadar güçlü ki zoru başarmış, dimdik ayakta kalmış.

Seçkin Selvi aydın bir babanın kızı. Eğitimine çok önem veren baba Seçkin’i Üsküdar Amerikan Kız Kolejinde yatılı okutmuş. Böylelikle hayatı, kariyeri yön kazanmış. Ortaya kararlarının arkasında dimdik duran, zaman zaman isyankar, zorlukları göğüsleyebilen, güçlü, neşeli bir karakter çıkmış. Üç farklı hayat arkadaşı, üç çocuk, mutluluklar, acılar, kısmen sefalet ve başarılar...

Tavsiye ederim okuyun. Sizde benimle  ayni duyguları paylaşacakmısınız acaba? ZELİHA



9 Mayıs 2022 Pazartesi

Zeynep Miraç

 



Zeynep Miraç, 1978 İstanbul doğumlu. İstanbul (Erkek) Lisesi’nin ardından Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Gazeteciliğe Vizyon dergisinde başladı. Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet gazetelerinde çalıştı. Cumhuriyet gazetesinde ve KAFA dergisinde portreler yazdı. TRT Türk’te “Açık Şehir” adlı kültür sanat programını sundu. Metin Akpınar ve Haldun Dormen’in yaşamöykülerini anlatan belgesellerin senaryolarını yazdı. Gazete Oksijen’de yazıyor, KAFA TV’de portre programı yapıyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı genel müdürü Görgün Taner'in eşidir.


24 Nisan 2022 Pazar

Tanios Kayası

 



                                                        Yazar: Amin Maalouf

                                                        Orijinal Adı: Le Rocherde Tanios

                                                        Orijinal Dili: Fransızca                                    

                                                        Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

                                                        Çeviren: Olcay Kunal  

                                                        Yazıldığı Tarih: 1993                                        

                                                        Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2020 – 44. Baskı

 

 

Amin Maalouf'tan 1993'te yayınladığımız ilk iki romanı 'Afrikalı Leo' ve 'Semerkant'tan sonra, yine bir Doğu öyküsü.

Mehmet Ali Paşa'lı yılların Mısır'ı.

Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia.

Lamia'nın gölgesine sığındığı bir şeyh: Francis.

Yasak aşk meyvesi bir oğul: Tanios.

Başka bir kadın: Esma.

Bir serüven ve sadakat romanı...

Yazara ünlü 'Goncourt' ödülünü getiren kitap ilk kez dilimizde. (Arka Kapak)

 

Yorumlarımız:

Amin Maalouf’un  ‘Tanios Kayası’ adlı romanı diğer eserlerinde olduğu gibi Arap  coğrafyasında geçen, 19.yyda yaşanmış  bir olaydan, esinlenerek kaleme almıştır. Yazar bu romanını  1993 yılında yazmış ve aynı yıl Fransa’nın en önemli edebiyat ödüllerinden olan ’Goncourt’ ödülüne layık görülmüştür. Fransızca yazılan kitap daha sonra Arapçaya çevrilmiştir.

Romanda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın idaresindeki Mısır’da şeyhler, derebeylikler ve emirlikler arasında yaşanan mücadeleler, halkın idareciler tarafından ezilmesi, Hıristiyan Araplar ile komşuları Müslüman  Dürziler arasındaki mezhep kavgaları, sınıfsal çatışmalar ve adaletsiz yönetim gibi sosyal problemler işlenmiştir. Roman da aynı zamanda aşk ve sadakat konuları da ön planda tutulmuştur.

Öykü, yazarın da geldiği Cebel-Lübnan denilen Akdeniz’den uzakta Şam’ın hemen batısında uzanan dağlık Kfaryabda adlı Hıristiyan Maruni  Araplarının yaşadığı bölgede geçiyor. Bu köyde mevcut kayalar arasında tek insan ismi taşıyan Tanios Kayası’nın birkaç asırdır anlatılan gizemini merak eden  yazar o günleri yaşamış dedesi ve köyün yaşlılarından öğrendiklerine  olay ile  ilgili bulduğu  yazılı kaynaklardan öğrendiklerini birleştirerek 1840 yılında Tanios’ un kayanın üzerine otururken birden ortadan kaybolması  gizemini 19 yıl geriye giderek, 1821-1840 arasında geçen bir zaman diliminde anlatmıştır.

Kitapta anlatılan, bir Patriğin, Ebu-Keşk Mauluf adında biri tarafından öldürülmesi, oğluyla Kıbrıs’a sığınan katilin, emirin bir casusu tarafından kandırılarak ülkesine getirilmesi ve idam edilmesi gibi gerçeklerin dışında  diğer unsurlar, yazar Amin Maalouf’un zengin kurmacası ile yazılmıştır.

Yazar, romana adını veren Tanios’un babası zannettiği kişinin gerçek babası olmadığını öğrenmesini ve kimlik sorunları yaşayan çocuğun psikolojik çalkantılarını ile  karşılaştığı zorlukları sürükleyici bir şekilde, adeta masalsı bir dille anlatmıştır. Ana karakter Tanios’un yanı sıra güzelliği ile dillere destan annesi Lamia, Lamia’ nın gölgesine sığındığı Şeyh Francis, babası bildiği şeyhine sadık Gerios, ilk aşkı Esma, Rahip Stalton, Rukoz, Kıbrıs da aşk yaşadığı Tamar ve diğer çok sayıda karakterler ile oluşan romanın sürükleyici  örgüsü kitabı keyifle ve heyecanla okutuyor. Romanın arka planında Kavalalı Mehmet Ali  idaresindeki Mısır da yaşanan  siyasi oyunlar, bölgede Fransız, İngiliz hakimiyetinin menfaat çatışmaları, Osmanlı İmparatorluğunun bu coğrafyadaki yaşadığı siyasi  etnik problemler ve zafiyetler, halkın derebeylik yönetimi altında yaşadığı gerginlikler gibi tarihi gerçekler Tanios’un merkez aldığı gizemli kayboluş hikayesinin arka fonunu oluşturuyor.

Emperyalist ülkelerin misyoner, din adamlığı, öğretmen, arkeolog, tüccar, hekim ve bunun gibi adlar altında ele geçirmek istedikleri ülkelere nasıl sızdıklarını görürken Ortadoğu tarihine dair bilgilerimizi tazeliyoruz.

Akıcı bir dille yazılan, hepimizin keyifle okuduğu ve zoom üzerinden  yaptığımız  toplantıda tüm detayıyla tartıştığımız bu ayki kitabımız Tanios Kalesi  aynı zamanda yazar Amin Maalouf’un kitap   kulübümüzde okuduğumuz ikici kitabı olma özelliğini de taşıyor. Biz kitabı  çok sevdik. Herkese de tavsiye  ederiz . BEYZA

 

Mısır’da bir dağ köyü olan Kfaryabda’da yıllardır anlatıla gelen bir efsaneyi merak eden roman anlatıcısı bu olayı araştırmaya başlar. Efsaneye göre, yaklaşık iki kuşak önce bu köyde yaşamış olan Tanios isimli bir gencin esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolması üzerine köylüler onun kayaya dönüştüğünü düşünmüştür. Köyün yaşlılarından öğrendiklerini, bu olayla ilgili bulduğu Keşiş İlyas’ın Dağlılar Tarihçesi isimli kitabından, roman kişilerinden biri olan Papaz Stolton’un günlüğünden ve Katırcı Nadir’in Nadir Katırcının Bilgeliği isimli kitabından alıntılar yaparak bize aktarır.

Bu kadar belgelere dayalı yazılınca sanki romandaki olayların gerçek olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Oysa, 19.yy da bir patriğin öldürülmesi üzerine katilinin oğlu ile birlikte Kıbrıs'a sığınması olayı dışında geri kalan her şey kurmacadır romanda.

Roman, tarih olarak Tanios’un dünyaya geldiği 1821 ile ortadan kaybolduğu 1840 yıllarını kapsamaktadır.Tarihi arka planda ise  Ortadoğu Osmanlı coğrafyası vardır. 1831 yılında devletine isyan edip bağımsızlığını ilan eden Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp, Balkanlar’dan Nil kıyılarına uzanacak yeni bir devlet kurmaktı. Ama Kavalalı'nın Mısır'da uyguladığı yayılmacı politika, "Dağ" denilen stratejik bölgede sekteye uğrar. Burada emirlerin, şeyhlerin, din adamlarının yanı sıra; Paşa'yı destekleyen Fransa ile Dağlıları ve Osmanlı'yı destekleyen İngiltere gibi büyük devletler de işe karışır.

Bu tarihi fonun önündeki öykü ise dağlık bölgede Kfaryabda adlı Hıristiyan Arapların yaşadığı köyde geçiyor. Şeyh Francis, kâhyası Gerios’un karısı güzel Lamia’ya göz koyuyor. Bu yasak ilişkiden Tanios adı verilen bir çocuk dünyaya geliyor. Tanios, iki kadının hayatını ve kaderini etkilemesi sonucu kendisini olayların tam göbeğinde buluyor. Bunlardan biri annesi "Lamia" diğeri de sevgilisi "Esma"dır.

16 yaşında aşık olup, aşkı için mücadele eden bir genç….. oğluna yapılan haksızlıklara karşı cinayet işleyen bir baba….. Baba oğulun Mısır’dan Kıbrıs’a kaçışı….. Kıbrıs’ta yeni bir aşkla tanışması…. Dağ’ın Emir’inden kaçarken, henüz 18 yaşındaki Tanios’un kendini Dağ’ın kurtuluşundaki kilit adam olarak bulması…… Emirin hayatının Tanios’un iki dudağının arasında oluşunun hikayesi…

Dış siyasi olaylar roman kahramanlarının hayatını değiştirdiği gibi, bu bölgede yaşayan dağ insanları Hıristiyan Mârûni Araplar ve onların komşuları Müslüman Dürzîler’in hayatlarını da etkiliyor. Halk; vergiler, zorunlu askerlik, yağma, zorbalık, casusların faaliyetleri, direniş örgütlenmeleri gibi pek çok durumla boğuşarak yaşamakta ve her şeye rağmen şeyhlerine olan bağlılıklarını sürdürmektedirler.

Amin Maalouf, Ortadoğu’nun bu bölgesinde yaşayan insanların kültürlerini, birbirleriyle çatışmalarını, ve  bulundukları coğrafyayı çok güzel anlatmış. Zaman zaman okumakta zorlansamda masal tadında bir roman. NURİZER


18 Nisan 2022 Pazartesi

Amin Maalouf

 


Amin Maalouf, 25 Şubat 1949 tarihinde Beyrut’ta dünyaya gelmiştir. Yazar, Beyrut’taki Fransız okullarında eğitimini tamamladı ve ardından, yine Beyrut’ta bulunan Fransız Üniversitesi’nde sosyoloji ve ekonomi eğitimi gördü. Yazarın Katolik bir Arap olan babası Ruchdi Maalouf, yazarlık, öğretmenlik, gazetecilik gibi meslekleri bir arada yapıyordu.

Maalouf da babası gibi gazeteci olmak istiyordu ve 22 yaşındayken yerel Beyrut gazetelerinden biri olan An-Nahar’da yazarlık ve yöneticilik yapmaya başladı. Bu görevi sırasında da Hindistan, Bangladeş, Somali, Kenya, Etiyopya, Yemen ve Cezayir gibi pek çok ülkeye seyahat etme fırsatı yakaladı. Yazılarında da genellikle buralardaki savaş ve etnik çatışmaları konu alarak, çözüm yolları aramaya çalıştı.

1975 yılında Beyrut’ta ortaya çıkan iç savaş nedeniyle yazar Amin Maalouf, ailesiyle birlikte Fransa‘ya mülteci olarak yerleşme kararı aldı. Yazar burada Jeune Afrique ve An-Nahar’da gazetecilik çalışmalarına devam etti.

Yazarın yaşadığı yöredeki farklı etnik yapıları ve Asya ile Akdeniz çevresi kültürlerine ait sorunları kitaplarında dile getirmesi başarıya ulaşmasındaki en büyük etkendi.

Maalouf 1983 yılında yayımladığı ilk kitabı “Les Croisades vues par les Arabes” (Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri) ile tanındı. Bu kitap birçok dile çevrildi ve büyük başarı kazandı.

Yazar ikinci romanı olan “Léon l'Africai” (Afrikalı Leo)’yı 1986 yılında yayımladı. Roman bir klasık olarak kabul edilmektedir. Maalouf bu kitabıyla aynı zamanda Fransız - Arap Dostluk Ödülü'nü kazanmıştır.

Yazarın 1988 yılında yayımlamış olduğu Semerkant (Samarcande) uluslararası alanda çok ilgi gördü ve birçok dile çevrildi.

Maalouf'un daha sonra yayımladığı eserler de roman türüne aitti. Bu eserler, 1991 yılında yayımlanan “Işık Bahçeleri” (Les Jardins de Lumiére) ve 1992 'de yayımlanan Beatrice'den Sonra Birinci Yüzyıl (Le premier siècle après Béatrice) adlı eserlerdir.

Yazar, 1993 yılında yayınlamış olduğu “Tanios Kayası” (Le Rocher de Tanios) adlı eseriyle, Fransa’nın en prestijli ödülünü olan Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü 'nü kazandı.

1996 yılında Doğunun Limanları (Les Echelles du Levant) adlı eserini iki yıl sonra çok sevilen Ölümcül Kimlikler (Les Identités Meurtrières) adlı deneme takip etti. Maalouf, 2009 yılında yayımlamış olduğu Çivisi Çıkmış Dünya (Le Dereglement Du Monde) için “Her şeye rağmen birbirimize saygı duymayı ve birlikte yaşamayı başarmak isteyenler için bir tür pusula” sözlerini kullanmıştır.

Yazar,2012 yılında “Doğudan Uzakta” kitabını yayınlamıştır. Maalouf bu roman için “eve dönüş” zamanı demiştir.


29 Mart 2022 Salı

Fotoğrafta Kadın da Vardı

                                           

                                               Yazar: Heinrich Böll

                                               Orijinal Adı: Gruppenbild mit Dame

                                               Orijinal Dili: Almanca                                     

                                               Yayınevi: Can Yayınları

                                               Çeviren: Sezer Duru

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021 – 3. Baskı

 

Çağdaş Alman edebiyatının büyük ustası Heinrich Böll, Fotoğrafta Kadın da Vardı adlı romanını yayımladığı yıl, 1972’de, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Almanya gerçeğini, özellikle de savaş yıllarında faşizmin pençesi altında kıvranan Alman toplumunun çöküşünü bu kitabında büyük bir ustalıkla dile getiriyor yazar. Ellisine yaklaşan, 1922 ile 1970 arasında yaşanan o “Tarih”in yükünü sırtlanan bir Alman kadının hikâyesi bu. Her türlü toplumsal tutuculuğa karşı çıkan, şimşekleri üzerine çeken Leni ve tutsak düşmüş Rus askeri Boris... Tutkulu bir anlatımla gözler önüne serilen bu aşk atmosfe­rinde Alman ruhunun iyi ve kötü yanları, savaş yılları, Türk işçilerinin Almanya’ya gidişlerine rastlayan 60’lı yılların başlarında yaşanan sürtüşmeler... Bütün eserlerinde olduğu gibi sevgi, dostluk, içtenlik gibi değerleriyle insan olmanın estetiğini vurguluyor Heinrich Böll.                                         


Yorumlarımız:

 

Yazarın Leni Gruyten Pfeiffer’ın hayatını yazmak için onu tanıyan kişilerle yaptığı görüşmelerden oluşturduğu bir kitap “Fotoğrafta Kadın da Vardı”.

Leni kim?? Hakkında kitap yazılacak kadar neden önemli?? Romanın sonuna kadar bunu merak ederek okudum.

Aslında Leni’nin Hitler döneminde yaşamış sıradan Alman vatandaşlarından hiçbir farkı yok.Yazar Leni ve çevresindeki insanları romanlaştırırken, Almanya’nın 50 yıllık tarihinde (1920 – 1970), hatta bazı karakterler şahsında Birinci Dünya Savaşı yıllarına bile inerek geniş bir zaman diliminde sıradan insanların yaşamlarını konu ediyor. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı yıllarında hayatta kalmaya çalışan bu insanların, savaş bitti dendiğinde bile uzunca bir süre hayatlarının normale dönmemesi, sefaletleri, açlıkları, psikolojileri, cinsel ilişkileri, aşkları, arkadaşlıkları, dayanışmaları anlatılıyor.

Aslında roman Leni’nin romanı olduğu kadar “Savaş”ın da romanı. Bugünlerde televizyonda Rusya – Ukrayna Savaşını izlerken bu romanı okumak içimi çok acıttı. Evlerini terk etmek zorunda kalan insanlar, yanmış, yıkılmış evler, başka ülkere göç edenler… Savaş bittiğinde ne olacak … eski hayatlarına, hayallerine kaldığı yerden devam edebilecekler mi??

1939 yazında, 17 yaşında, yeni ehliyet almış, araba kullanan, dans etmeyi seven, tenis oynayan, babasının iş yerinde çalışan, seveceği ve kendisini sevecek bir erkeğin hayallerini kuran Leni’nin hayatı İkinci Dünya Savaşının başlaması ile alt üst olur.İlk sevdiği erkeğin, abisi ile birlikte savaşın başında şehit düşmesi….. İzne geldiğinde tanışıp üç gün evli kaldığı Alman Subay Alois Pfeifer’ın birliğine döner dönmez şehit olması… annesinin ölmesi… babasının şirket hesaplarında sahtecilik tespit edilmesi ile iflas etmesi ve ortadan kaybolması… savaş zamanında bile insanların ölülerine saygıdan çelenk yaptırmak istemelerinden dolayı bir çiçekçide çalışmaya başlaması… çalıştığı iş yerinde bir Rus savaş esirine aşık olması… aşkını kimseye belli etmeden gizli gizli yaşaması…. Bombardımanlardan korunmak için mezarların altını kazıp kendilerine sığınak yapmaları… Karaborsaya düşen yiyecekleri alabilmek için sık sık borç alması… borçlarını ödeyemeyince doğduğundan beri içinde oturduğu evi çok ucuza satması…. Yasak aşkın sonucu hamile kalıp oğlunu binbir zorlukla doğurması… Savaş bitti diye sevinirken Rus sevgilinin yakalanıp başka bir kampa gönderilmesi ve orada ölmesi…. Zorlukla büyüttüğü oğlunun 25 yaşında hapse girmesi… Şimdi 48 yaşında iken Türk sevgilisi çöpçü Mehmet’ten hamile kalması….

Yani 17 yaşında iken ‘Kentin en Alman Kızı’ seçilen bu güzel kız, 48 yaşına geldiğinde hala etrafında olan kişiler tarafından arzulanan ve güzel diye nitelenen bir kadın olmasına rağmen geçen yıllarda ülkesi gibi büyük bir çöküntü yaşamış. Yine de her şeye rağmen piyano çalarak, kitap okuyarak, şiirler söyleyerek, keyifli kahvaltılar yaparak hayata tutunmaya, etrafına yaşam sevinci saçmaya çalışıyor ne kadar kederli bir yaşamı olursa olsun.

Romanda yalnız Leni’nin değil onlarca karakterin daha hayat hikayelerine tanık oluyoruz. Bu toplumda özellikle kadın olarak yaşamanın zorlukları anlatılıyor. Aslında Alman toplumunun savaşa karşı bakışını, insanların ikiyüzlü maddiyatçılığını, yapılan iyilikleri nankörce unutanları, "savaşın tadını çıkar dostum, barış korkunç olacak" mantelitesini gözler önüne sermiş. Faşizme karşı oldukça güçlü yergiler barındıran eser, aynı zamanda savaş sonrası başlayan cinsel serbestlik devrimini de anlatıyor. Savaştan sonra ülkeye gelen yabancı işçilere yönelen öfke ve nefret de çok güzel anlatılıyor. Yazar 2. Dünya Savaşında Nazi rejiminde savaşmış, savaş sonunda da Amerikalılara esir düşmüş bir Alman olduğundan savaşın içinde biriken anılarının elbette yazılanlara da yansıması oluyor. Kendisi de savaşa istemeden gittiği için romanda bazı karakterin savaşa gitmemek için yaptıklarını okuyoruz.

Değişik bir yazım tekniği kullanmış yazar, elinde kamerayla adeta bir belgeselci gibi adım adım Leni’nin hayatıyla ilgili bilgi topluyor onu tanıyan insanlardan ve bu parçaları birleştirerek hikayeyi anlatıyor. Okuması çok kolay değil. Oldukça fazla karakter var ve bu karakterlerin Almanca isimlerini karıştırmak çok kolay. Ayrıca birde kısaltmalar var.Yazar bazı isimleri ve kelimeleri kısaltarak yazıyor. Mesela ‘bundan sonra gözyaşına g. diyeceğiz’ diyor ve gerçekten gözyaşı kelimesi yerine g. kullanıyor. Veya ilk bölümde Marja van Doorn diye bahsedilen karakterin sonradan MvD olarak yazılması. Bunlar gibi onlarca kısaltma okurken zorluyor,  unutmamak için not almak gerek.

Zor okudum desem de çok beğendiğim bir roman oldu. Alman Edebiyatının çok sevilen bir yazarının okuduğum ilk kitabı idi. Şimdiye kadar İkinci Dünya Savaşı ile ilgili okuduğum kitaplar veya seyrettiğim filmler genelde cephedeki askerleri veya toplama kamplarındaki Yahudileri anlatıyordu, ilk defa cephe gerisindeki sıradan insan hikayerini anlatan bir roman okudum.

Herkese tavsiye ederim, hele savaş dönemi romanlarına meraklı olanlar için okunması gerekli bir roman. NURİZER

 

Sevgili Okur,

Kitap kulübümüzün Mart 2022 için kitap seçimi oy çokluğu ile çağdaş Alman yazar Heinrich Böll’ün  ‘Fotoğrafta Kadın da Vardı’ adlı romanı idi. Bu romanı seçtiğimize sevinmiştim, çünkü bu zamana kadar bu meşhur yazarın hiçbir kitabını okumamıştık ve üstelik yazar bu kitabı yazdıktan hemen sonra yani 1972 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı.

Sonda yazmam gereken bir konuyu hemen başta yazarak sizlere bir şeyi samimiyetle ifşa etmek istiyorum: şayet kitap kulübü için olmasa idi kitabı başladıktan kısa bir süre sonra bırakabilirdim. Benim için çok  zor okunan bir kitaptı  ve bu nedenle de dikkatim kolayca dağılabiliyordu. Bitirince ise iyi ki bu düşünceyi kafamdan atıp, okumuşum dedim. Çünkü bence bu romanın en özgün tarafı yazılış şekli, yepyeni bir kurgulama yaklaşımı , çok katmanlı yapısı, kısaltmaların kullanılması gibi ilginç yazım teknikleri ve düşünmeye sevkeden yazının griftliği, derinliği. Öyle ki yazılanlar okunup, akıl süzgecinden geçirilip, herkesin kendi kurgu anlayışıyla roman yeniden yazılıp, daha sade ve akıcı hale getirilebilir. Bu tür bir fantezi tabi ki romanın öznel değerini ve Nobel adaylığını yitirmesine neden olurdu!

Kitap birinci dünya savaşının sonundan 1970 lere kadar olan, özellikle de ikinci dünya savaşı döneminde ve sonrasında  yaşanılan acıları ve diğer sosyal, toplumsal yaklaşımları paylaşan adeta bir belgesel gibi. Yazarın bu dönemi çok iyi bilmesi, ikinci dünya savaşında esir alınması yazılanları çok gerçekçi kılmış.  Kitabın ana karakteri Leni Gruyten Pfeiffer. Yazar Leni’yi direk olarak değil çevresindekilerle konuşarak anlatıyor: yani ailesi, arkadaşları , sevgilileri , okul ve iş arkadaşları ile. Bu görüşmeleri ve yorumları bir üçüncü şahıs romanda anlatıcı olarak kaleme döküyor. Ayrıca romanda tek bir olay başlayıp, gelişip sonuçlandırılmamış. Edebiyatçıların deyişine göre söylersek bu roman ne olay, ne karakter ne zaman açısından lineer değil. Ayrıca 125 e yakın karakter olduğu için romanı tam kavramak, anlamak hatta zevk almak için belli başlı karakterleri mutlak not etmek gerek. Bunlar olmadan bu kitap ancak bence ‘öylesine okunmuş’ olur…

Romanda özellikle ikinci dünya savaşı sırasında Almanların faşizan davranışları , halkın çektiği acılar, savaş sırasında ve sonrasında kadınlara, göçmenlere karşı olan adaletsiz tutum, daha çok  Leni gibi toplumun katı prensiplerine, önyargılarına karşı gelen bir karakter vasıtası ile anlatılıyor. Kitapta çok çeşitli , birbirinden bağımsız, ancak hemen her zaman Leni ile ilişkilendirilen olaylar ve kişiler var: örneğin Leni’nin büyük aşkı Boris; Leni’nin  göçmen sevgilisi Mehmet; hapisteki oğlu Lev, rahibe Rahel ve daha  niceleri. Bu anlatımlarda tasvirler çok canlı. Ancak bazen o kadar derine iniliyor ki konu dağılıp gidiyor. Son derece gereksiz gibi görünen ayrıntılara yer verilmesi insanı düşündürüyor: acaba bu da yazarın bir kurgu bilmecesi mi diyerek..

Son olarak bu roman konusunda şunları söyleyebilirim: Savaşlar hep acılarla dolu: Bunları şimdi de yaşıyoruz. Göçler, vatan dışında yaşamak insanları hep ikinci hatta sonuncu pozisyona sokuyor toplumda: Bunları şimdi de yaşıyoruz. Kalıp dışına çıktığında, önyargılara baş kaldırdığında tokmağı hep kadın yiyor, özellikle cinsel kavramlarla bağdaştırılarak: bunları dün de yaşadık, bugün de. Onun içindir ki bu roman içeriğinden/olaylardan  çok, değişik yazı ve kurgulama teknikleri  ile romancılığa yeni bir rüzgar, radikal bir bakış açısı getirmiş. İşte tüm bu nedenlerle okuması zor da olsa iyi ki okudum diyorum. Ve meraklısına siz de okuyun diyorum. LEYLA

 


8 Mart 2022 Salı

Heinrich Böll

 



Heinrich Böll, 21 Aralık 1917’de, Viktor Böll’ün ikinci eşi Bayan Maria’dan, ailenin üçüncü çocuğu olarak doğuyor. Savaş yılları olması sebebiyle, Böll ailesi, 1921’de, Köln-Raderberg’de, eski kentin güneyine taşınır, ancak aile, 1930’un ilkbaharında, para sıkıntısından dolayı, evlerini satıp, yeniden Köln’ün güney semtine göç etmek zorunda kalır. Heinrich Böll, 1924 yılında okula gitmeye başlar. 1928 yılında da, Köln Hümanist Keiser-Wilhelm Gymnasium (lise) Devlet Okulu’na girer.

Erken yaşlarda şiir yazmaya ve küçük işlerde çalışmaya başlıyor. Üniversitede okurken, ilk gençlik aşkıyla evleniyor. Bu arada yükselen milliyetçi, faşist  dalgaya karşı duruyor. Savaş başlayınca, kaçmak için çok çabalıyor ama sonunda, birçok genç erkek gibi, okuluna, aşkına ve hayatına el sallıyor. Çalışma kampının ardından savaşa gönderiliyor. Piyade olarak doğu ve batı cephesinde kaldıktan sonra esir düşüyor. Savaş bitince,  doğup büyüdüğü Köln’e geri dönüyor.

Savaşa, ölüme inat, art arda üç tane çocukları oluyor. Üstelik bu kadar yoksulken! Yarım bıraktığı üniversite öğrenimini tamamlamak istiyor fakat çalışmak zorunda olduğu için bunu başaramıyor. 1947 yılında ilk kısa öyküsü “Haberci”, sonra ilk romanı “Ademoğlu Neredeydin?” yayınlandı. Yapıtlarında İkinci Dünya Savaşı'nı, özellikle de insanların nasıl savaştıklarını, savaşın yıkıntılarını ve acılarını anlattı.Telif ücretleri yetmediği için düşük ücretli işlerde çalışıyor.  

 1953 yılında "Ve O Hiçbir Şey Demedi" adlı en ünlü romanını yazarken aklında tek bir gerçek vardı. Savaş yanında yoksulluk ve zor koşullar getirmiş, hayatını değiştirmişti. Mayına bastığı için yaralanan dizini iyileştirebilmek için para gerekliydi. O yüzden Böll, 5 gün evden çıkmadan bu eseri yazdı. Yayınevinden aldığı para ile de dizini eski hale getirmeyi başardı ve yazar olarak kariyerine devam etti ve Alman Dili ve Edebiyatı Akademisi'ne üye oldu.

1954 yılında yayınlanan “Babasız Evler -Haus ohne Hüter” romanı Fransız yayınevleri tarafından en iyi yabancı roman ödülüne lâyık görülür.  Aynı yıl Böll, P.E.N. Yazarlar Derneği'nin Federal Almanya şubesine üye olur.

 “İrlanda Güncesi -Irisches Tagebuch”, “Dokuz Buçukta Bilardo -Billard um halbzehn”, “Savaş Çıktığında -Als der Krieg ausbrach”, “Savaş Bitince -Als der Krieg zu Ende war” “Palyaço -Ansichten eines Clowns” adlı eserleri peşpeşe yayınlanır. Kısa sürede, bütün dünyada tanınıyor, yüzyılın önde gelen klasikleri arasına giriyor. Savaşı, sıradan faşizmi, yıkımı, yoksulluğu, hastalıkları, tarifsiz acıları, çözülüp dağılmış bir toplumun debelenmesini keskin gözlem yeteneği ve sade üslubuyla anlatıyor. Sıradan insanları, savaşçıları, çocukları, öksüz olanları, savaşta sakatlananları, dul kadınları, aklını yitirenleri…

1971 yılında “Fotoğrafta Kadın da Vardı -Gruppenbild mit Dame  adlı romanı yayınlanır. 1972 yılında Nobel Edebiyat Ödülü de,  Sokaktaki insanın yıkım, acı ve umutlarını işlerken,  kalemini otoriteye, zorbalığa, suçluluk ve hınç duygusuna karşı mızrak edinirken sergilediği dürüstlüğü, kişisel bütünlüğü ve ilkeli çağdaşlığına karşılık bir takdir” olarak veriliyor.

Yazarlığın yanında, etkin bir insan, politik bir özne, “küçük” insanların  avukatı, her türlü şiddete karşı ahlaki duruşun sembolü oluyor. Düşünce özgürlüğünü, her yerde, herkese karşı savunuyor. Sovyetler Birliği'nde çok popüler olduğu halde, Soljzestin, Saharov gibi yazarları destekliyor. Angela Davis'e karşı yürütülen dava nedeniyle ABD kamuoyuna çağrıda bulunuyor. Kore’de yıllarca hücre hapsinde tutulan yazar Kim Chi Ha’nın “insanlık namına” serbest bırakılması için kampanyalara girişiyor. Polonya'daki askeri rejimi protesto ediyor. ABD'nin Nikaragua'ya müdahalesine karşı çıkıyor. Kısaca Böll, tüm dünyadaki her türlü hak ihlaline karşı mutlaka bir eylem içine giriyor.

1974 yılında “Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru -Die verlorene Ehre der Katharina Blum” adlı öyküsü yayımlanır. Böll, İnsan Hakları Birliği (Liga für Menschenrechte) tarafından Carl-von-Ossietzky madalyasına lâyık görülür. Öyküyü aynı yıl sinemaya uyarlar.

Böll'ün ilk biyografik metni olan “Ne Olacak Bu Çocuğun Hali? Ya da Kitaplarla Alakalı Bir Şey -Was soll aus dem Jungen blo? werden? Oder: Irgendwas mit Büchern” 1981’de yayınlanır. Alman Ordusu'nun teslim oluşunun 40. yıldönümü vesilesiyle, 1985’te “Dört Oğluma Mektup ya da Dört Bisiklet -Brief an meine vier Söhne oder vier Fahrräder” adlı eseri yayınlanır.

Heinrich Böll’ün ölümü de, yaşamının bir özeti sanki. 1985'te, Langenbroich'deki çiftlik evinde, gelen misafirlere kapıyı açmak için koşarken merdivenden yuvarlanıyor. Cenazesi çok görkemli oluyor. Sıradan insanlar, yazarlar, politikacılar, belediye başkanı, devlet başkanı…

Kasım 1987’de  dostlarının girişimiyle kurulan Heinrich Böll Vakfı, pek çok yazarla buluştuğu, güzel kitaplar yazdığı çiftlik evini  dünya yazarlarının kullanımına açıyor. Evin içinde herkesin bir izi, bir hatırası var. Burada çalışan yazarlar her sabah kapıyı açtıklarında girişteki şu pankartla karşılaşıyor.  “Aufstehen für den Frieden!” Her sabah, her sabah, böyle dağ başında… Barış için ayağa kalk!”

 


28 Şubat 2022 Pazartesi

Deniz Kenarında

 




                                               Yazar: Abdulrazak Gurnah

                                               Özgün Adı: By The Sea

                                               Orijinal Dili: İngilizce

                                               Yayınevi: İletişim Yayınları

                                               Çeviren: Müge Günay

                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, 2021, 2.Baskı

  

Deniz Kenarında göç deneyiminin yol açtığı kimlik karmaşası, aidiyet sorunu ve kültürel etkileşim üzerine sarsıcı bir roman. Ülkesinden sahte bir pasaportla kaçıp İngiltere’ye sığınma talebinde bulunan Salih Ömer’in eski hayatıyla yeni hayatı arasındaki eşikte bir pasaport memuru durmaktadır. Bir mülteci olarak ayak bastığı yeni ülkede İngilizce bildiğini saklayarak görünmez olmayı seçen ve bir tür pasif direniş sergileyen Salih Ömer zamanla hikâyesini çevresindeki insanlara anlatmayı öğrenir. İngiltere’de tanıştığı Latif’le ilişkisi ise onu kendi geçmişiyle yüzleşmeye götürür. Aşk, ihanet, mültecilik ve yabancılık deneyimlerinin sömürgecilik çağındaki anlamlarına dair sarsıcı bir anlatı sunan Deniz Kenarında, Abdulrazak Gurnah’ın unutulmaz yapıtlarından biri.

 

Yorumlarımız:

 

Bu ay okuduğumuz “Deniz Kenarında”, 2001 yılında yayınlanan bir Abdulrazak Gurnah romanı.

Gurnah bir Doğu Afrika anlatıcısı; o coğrafyadan uzaklaşıp İngiltere’de yaşamını sürdürse de ruhen orada bulunanların hikayelerini yazıyor. Yaşamı ile romanları bu noktada kesişiyor. Gurnah’ın diğer yazmış olduğu dokuz romanında olduğu gibi bu romanında da ana karakter Zanzibar’dan İngiltere’ye iltica eden bir sığınmacı. 

Romanın iki anlatıcısı var. Salih Ömer ve Latif Mahmut. Her ikisininde yaşantısı, aile ve aile ilişkisi ayrı ayrı hikâye edilir. Romanını bir yerlerinde iki anlatıcının yolu kesişir. Her ikisi de farklı zamanlarda Zanzibar’dan İngiltere’ye sığınmacı olarak gelip, yerleşirler. Geçmişte Zanzibar’da aralarında olan miras davası, İngiltere’de yollarının ikinci kez kesişmesi ile aralarındaki hesaplaşma yeniden başlar. Flashback’ler ile geçmişte yaşananlara gidip gelinir. Her ikisi de olayları farklı hatırladıkları ve yaşadıklarını görürler. Anlatıcıların arasındaki husumet, romanın sonunda yabancı oldukları ülkede dostluğa dönüşür.

Anlatıcılar hikayelerini anlatırken; arka planda sömürge ve sömürge sonrası yaşamı, mülteci olma ve yabancı ülkede hissettiği yabancılık ve kendi ülkesine de artık yabancılaşması anlatılır.

Romanın dili sade ve akıcı bir anlatımı var. Başarılı bir kurgu ile olay örgüsü romanın sonunda açıklığa kavuşuyor. Bu da romanın merak ve sürükleyici özelliklerini artırıyor. Doğu Afrika romanı olmasına rağmen Müslüman ve Arap toplumunun hikayesini anlattığından dolayı okurken çok da yabancılık çekmediğimi söyleyebilirim.

Karakterlerin isimlerinin Türkçe olması, İslam dini öğelerini sıklıkla kullanması gibi.

2021 de Nobel Edebiyat Ödülünü almış, yeni bir yazar tanımış olmak bu ayın ödülü oldu. IŞIL