29 Aralık 2013 Pazar
İnci Gibi Dişler
Yazar: Zadie Smith
Orijinal Adı: White Teeth
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: Everest Yayınları
Çeviren: Mefkure Bayatlı
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2011- 12.Baskı
Her türlü aşırılığın
revaçta olduğu Londra'nın kenar semtlerinden birinde, farklı renklerin, farklı
dinlerin ve farklı kuşakların, Jones'lar İkbal'ler ve Chalfen'ler gibi üç
renkli ailenin, .oluk çocuk birbirinden matrak hikayeleri etrafında,
göçmenlerin, geleneklerin, İngiliz orta sınıf ailesinin ve alt-kültürlerin
ağzına kadar dolu bir cümbüş sürahisine daldırılıp daldırılıp çıkarılan
parodisini...
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)
İddia ediyoruz ki, milenyumun ilk parlak edebiyat yıldızı olan Zadie'nin İnci Gibi Dişler'ini ya her gün bir öğün yirmi sayfa eğlence ve keyif şöleni olarak yuvarlayıp bir aylık bir rüyaya yattığınızda, ya da işinizden üç gün izin alarak bir defada oturup gözleriniz kan çanağına dönene kadar yutarak bitirdiğinizde, kesinlikle tadı damağınızda kalacak ve ''keşke daha çok sayfa, daha çok olsaydı...'' diye söyleneceksiniz.
İnci Gibi Dişler, uçuk bir kızdan delice ironilere dolu çılgınca bir roman...'' (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
İnci Gibi Dişler romanına Zadie Smith
Cambridge Edebiyat Fakültesi’nde okurken daha 21 yaşında başlamış ve 25 yaşında
bitirmiş. Birçok önemli ödüller kazanan bu romanı bu yaşta yazabildiği için
yazara büyük saygı duyuyor ve önünde şapka çıkarıyorum. Bence müthiş bir
donanım ve entelektüel kapasite. Kadınları tanımış, erkekleri çözmüş, çeşitli dinlerin
içerikleri konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmuş, hatta yaşlı, genç her
insanın karakterlerini, ruhunu rahatlıkla betimlemiş…
Romana gelince: Bangladeşli Müslüman Iqbal,
Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi-katolik Chalfen ailelerinin İngiltere’ye göçtükten
sonraki ve birbirine geçmiş hayat hikâyelerini uzun uzun anlatıyor. Bu
hikâyeler bize göçmenlerin veya azınlıkların ne tür ekonomik, sosyal, kültürel,
etik ve eğitim sorunları ile karşı karşıya olduklarını bir kez daha
gözler önüne seriyor. . Bunları okurken hep aklıma 1960 lı yıllardan beri
Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göç eden ve sayıları şimdi milyonları bulan
Türk işçilerinin, onların çocuklarının ve torunlarının bitmek bilmeyen
çilelerini aklıma getirdi. Hatta yaklaşık iki hafta önce, Almanya federe
hükümeti, Göç İşlerinden sorumlu bakanı için bir Türk göçmenini seçerek
bu sorunlara yardımcı olabileceğine kanımca inandığını gösterdi.
‘İkinci vatan’ teması ve onunla ilişkili insan manzaraları globalleşen
dünyamızda artık hep var olacağa benzer. Bunu bir roman tadında ve okuyucunun
ilgisini çekerek yazmak maharet işi. Ben romanı okurken zaman zaman sıkıldım,
çünkü bazı bölümler bana lüzumsuzca uzun ve hatta kopuk geldi. Takip etmekte
güçlük çektim. Gene de farklı kültürleri okumak isteyenler için güzel ve
kapsamlı bir roman… LEYLA
Zadie Smith “ İnci gibi Dişler” adlı romanında
Londra- İngiltere’de göçmen olarak yerleşmiş farklı etnik guruplara ait
kişilerin entegrasyon sorunlarını, gelenek ve görenek çatışmalarını, yaşam
şartlarını özellikle üç aile üzerinden anlatmakta. Kitaba bu gözle baktığımda
oldukça başarılı ve detaylı anlatımla bu yaşamlara tanık oluyoruz. Diğer
taraftan ise oldukça uzun ve zaman zaman sıkıcı olabilen bir üslupla karşı
karşıya kalıyor insan. Bu nedenle kitabı sevdim veya sevmedim diye bir yorum
getirmekte zorlanıyorum. Ancak benim için kitabı okurken tekrar tekrar karşıma
çıkan, çok enteresan bulduğum bir simge “diş” oldu. Diş her ne kadar köklere
vurgu yapmak için kullanılmış olsa bile bence yazar “diş”i aynı zamanda tüm
ırk, renk ve etnik köken farklılıklarının yok olduğu yani kişilerin her hangi
bir sınıfa sokmanın mümkün olmadığı bir uzuv olarak- hatta beyaz İngiliz
olmayanların dişleri daha “beyaz”, daha göz alıcı olabiliyor- kullanılmış diye düşünüyorum. DEMET
Londra’nın kenar
semtlerinden birinde yaşayan üç farklı ülkeden göçmüş üç farklı dine inanan üç
ailenin üç kuşağının başından geçenleri trajikomik bir şekilde anlatan bir
roman okuduk bu ay. Yazar kendiside göçmen bir aileden geldiğinden göçmenlerin sorunlarını,
psikolojik durumlarını çok iyi gözlemlemiş. Hangi pozisyonda olursa olsun her
göçmen değişik umutlarla yurtdışına gider, ama bir gün daha iyi şartlarla
ülkesine dönmek hep aklındadır. Uzaktayken ülkesine, geleneklerine, kültürüne
ve dinine daha çok bağlanır. Aslında çok yorum yapmadan kitaptan aldığım şu iki
alıntı karakterlerin ikilemini çok iyi anlatıyor:
''Gerçekten anlayamıyorum. Bugünlerde, bana bu ülkeye ayak
bastığın anda şeytanla anlaşma yapıyorsun gibi geliyor. Giriş kapısında
pasaportunu uzatıyorsun, damgalanıyorsun, biraz para kazanmak istiyorsun, bir
işe girişiyorsun... ama niyetin geri dönmek! Kim burada kalmak ister ki! Soğuk,
nemli, berbat bir yer: Kötü yiyecekler, iğrenç gazeteler, kim burada kalmak
ister? Kimsenin seni hoş karşılamadığı, sadece tahammül ettiği bir yerde
kalınır mı? Sadece tahammül ettiği. Sonunda evcilleştirilmiş bir hayvanmışsın
gibi. Kim kalmak ister? Ama şeytanla anlaşma yaptın... seni ele geçiriyor ve
birden dönecek halin kalmıyor, çocuklarını tanımakta güçlük çekiyorsun, artık
yersiz yurtsuz birisin.''
''Bu yüzyılın başlarında Tayland Kraliçesi, çok sayıda
uşakları, hizmetçileri, halayıkları, ayak yıkayıcıları ve çeşnicibaşılarıyla
tekne gezintisi yaparken, aniden teknenin kıçı büyük bir dalgaya çarpınca, Kraliçe,
Nippon-Kai'nin mavi sularına düşmüş, yardım istemesine rağmen teknedeki hiç
kimse yardımına koşmayınca Kraliçe ölmüş. Yapılan açıklama dış dünyaya anlamsız
gelse de Taylandlılar durumu hemen kavramıştı: Gelenek, o gün de günümüzde de
hiçbir kadın veya erkeğin Kraliçe'ye dokunmasına izin vermez.
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''
Din eğer toplumların uyuşturucusuysa, gelenek de kötülük saçan bir ağrı kesicidir, çünkü ender olarak kötü görünür. Din eğer bir bantla sıkılan kolda atan bir damar ve şırıngaysa, gelenek daha çok ev yapımında kullanılan bir karışımdır: Çaya katılan öğütülmüş afyon çekirdekleri; kokain katılmış şekerli kakao; büyük annenizin hazırlayabileceği türden bir şey.''
Romanın başında her olayı
fazla detaylı anlatan yazar sonuna doğru bu detaylardan vazgeçince okuması daha
keyifli oldu. Bittiğinde ne kadar çok karakter ve konu vardı diye düşündüm,
yine de okuması zaman zaman sıkıcı olsada okumanızı tavsiye ederim. NURİZER
Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;
Birincisi, yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.
Güzel kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA
Jamaika
kökenli İngiliz yazar Zadie Smith 1997 yılında yazmaya başlayıp 2000 de
yayımladığı İnci gibi romanı ile aynı sene en çok satan kitaplar arasına
girmeyi başarmış. Yazar bu romanında farklı kültürler ve dinler arasına
sıkışmış Londra’nın kenar mahallelerinde yaşayan yabancı kökenli bir
gurup insan ve bunların arayış ve çelişki içinde geçen yaşantısını anlatıyor. Zadie
Smith Jamaika ve Bengladeş’den göçen iki ailenin batı kültürüyle sürekli
kavgalarını, o kültürü reddetmelerini oldukça detaylı [ yer yer sıkıcı
olacak kadar] olarak aktarıyor. Kitap her iki ailenin yaşamlarına
Yahudi Chalfen’lerin girmesi ile biraz da olsa hareketleniyor
ancak karekterlerin kalabalıklığı, uzun anlatımlar kitabı sıkıcı olmaktan
kurtaramıyor. BEYZA
Ben romanı iki yönden yorumlamak istedim;
Birincisi, yazarı Zaide Smith. Çok genç yaşta meşhur olmuş. Cambridge Edebiyat fakültesinde okumuş, göçmen bir aileden olduğu için konuya vakıf bir kişi. Yazarın bu kadar meşhur olmasında ''çok genç yaşta yazma başarısının önemi büyük'' diye düşünüyorum. Zira romanı okurken hissettiğim kopukluklar, beni '' acaba çevirisinden mi?'' diye düşündürdü.
İkincisi, romanın konusu. Romanda Bengaldeşli Müslüman Iqbal, Jamaikalı Jones ve Polonya yahudisi üç ailenin İngiltere'ye göçtükten sonra ki hikâyeleri anlatılıyor. Kültürel, sosyal, ekonomik tüm sorunları, çelişkileri, gelenekleri ve yaşadıkları ilgimi çok çekti. Yazar genç olmasına rağmen her yaşta, her kültürde insanı, filim sahnesi gibi canlandırabiliyordu. Umutlarını, beklentilerini dile getiriyor. Gelenekleri ve iç dünyaları ile çelişkilerini bizlere yansıtabiliyordu. Zaman zaman içim ezildiğinde '' keşke dünya daha adil olabilseydi'' dedim. Farklı farklı aileler anlatıldığı için de bazen koptum, toparlamakta zorlandım.
Güzel kurgulanmış bir roman, konusu da önemli bir sosyal sorunu dile getirdiği için ilgimizi çekebiliyor. Neticede okuduğumuz kitapları tartışmamız, farklı bakış açılarımız romana ayrı bir güzellik katıyor. ZELİHA
26 Aralık 2013 Perşembe
Zadie Smith
Zadie Smith,
Londra'nın kuzey batısında çoğunlukla işçi sınıfının yaşadığı Brent
kasabasında, Jamaikalı bir anne ve Britanyalı bir babanın çocuğu olarak Sadie
Smith ismiyle (ismini 14 yaşındayken değiştirmiştir) 1975 yılında doğdu. Jamaika’da
doğup büyüyen ve 1969 yılında İngiltere'ye göç eden annesi, babasının ikinci
eşidir.
İngiliz
edebiyatı eğitimi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne bağlı King's College'da
okurken kısa hikâyeler yazmaya başlayan yazarın bu hikâyelerinden bir kısmı
öğrencilerin yazdıklarından derlenen Mayıs Antolojisi'nde yayınlandı. Bu
hikâyeleri ile bir yayıncının ilgisini çekip ilk romanı için teklif aldı.“İnci
GibiDişler”in yayınlanacağı tamamlanmasından çok önce 1997 yılında duyuruldu.
Pek çok yayıncının almak için çabaladığı roman Smith'in Cambridge'deki son
senesinde bitti ve 2000 yılında yayınlanır yayınlanmaz en çok satan kitapların
arasına girdi. Roman yazara Whitbread İlk Roman Ödülü'nü, The Guardian İlk
Roman Ödülü'nü, Commonwealth İlk Roman Ödülü'nü, Betty Trask Ödülü'nü ve James
Tait Black Memorial Prize for Fiction'ı kazandırdı. 2002 yılında Channel 4
tarafında televizyon dizisi olarak çekildi.
Röportajlarında
ilk romanının başarısından sonra bir süre yazamama krizine girdiğini söyleyen
Smith'in bu krizi uzun sürmedi. 2002 senesinde ikinci romanı “İmza Toplayan
Adam”ı yayınlandı.Üçüncü romanı “Güzelliğe Dair” Eylül 2005'de yayınlandı ve
Man Booker Ödülü'ne aday oldu.
Yazar kendisi
gibi edebiyatçı olan Nick Laird ile 2004 yılında evlendi. Çift şu anda Kuzey
Londra'da yaşamaya devam ediyor.
19 Aralık 2013 Perşembe
Beşinci Yılımıza Girerken....
Biz 8ekiz Kitap
Kulübü kadınları bugünlerde dört yılımızı doldurup, beşinci yılımıza girmenin
heyecanını yaşıyoruz. Bu yıllar boyunca baştan tahmin edemediğimiz kadar anı biriktirdik
ve bunlardan en güzellerini sizlerle paylaşmak istedik:
Her şeyden önce
ve önemlisi kırk üçü aşkın roman okuduk. Bu kitapların yaklaşık yarısı
yerli yarısı yabancı yazarlara aitti. Kitapları seçerken böyle eşit bir ağırlık
olsun diye yola çıkmadık, bu kendiliğinden gelişti. Zaman zaman popüler
kitaplar, zaman zaman klasiklerden okuduk. Romanları tartışırken hem yazarı,
hem yazarın kurgusunu, üslubunu ve hem de içeriğini/karakterleri uzun uzun
konuştuk. Çoğu zaman çevirilerden dert yandık. Tartışmalarımızla dağarcığımıza
bir dolu yeni bilgi kattık, ufkumuzu genişlettik, eğitildik ve eğlendik.
Birlikteliğimizin
ikinci yılının sonunda 8ekiz Kitap Kulübünün bloğunu açtık. Bloğumuzda
okuduğumuz kitapları ve bu kitaplara ait eleştirilerimizi sizlerle paylaştık.
Aynı zamanda güncel sanat olaylarına da bloğumuzda yer verdik. Okuduğumuz
kitapları tartışmak için her ay birimizin evinde toplanmak bize büyük zevk
verdi. Özenle hazırlanan yiyeceklerin hepimizin ortak merakı olduğunu
sevinerek gördük. Hazırladığımız pastalardan şimdiye kadar 83 tanesine de
bloğumuzda yer verdik.
Biz sekiz kadın
bu süreçte bir aile gibi olduk. Bu aileden bir arkadaşımızın bir torunu oldu;
iki arkadaşımızın çocukları evlendi; bir arkadaşımızın kızı nişanlandı; iki
arkadaşımızın çocukları üniversiteye girdi. Güzel günlerimizde sevinçleri
paylaştık, zor günlerimizde birbirimize destek olduk. Ama hiçbir zaman kitap
okumayı ertelemedik. Kısacası 8ekiz kitap kulübü bizim için bir başarı hikâyesi.
Çünkü orada hepimizin yürekten katıldığı değerlerimize sarıldık: kitaplar
bizim arkadaşımız, dostumuz oldu. Bunun için birbirimizle rekabet etmedik, ya
da edebiyat kibirliliği yapmadık. Herkes bildiğini, düşündüğünü ortaya koydu ve
hararetle tartıştık. Ancak sonunda demokrat yaklaşımdan ve çoğulcu kararlardan
vazgeçmedik. Hepimiz olgun, kendi ile barışık kişiler olsak da eksik
kaldığımızda birbirimizi tamamlamasını bildik. Her zaman eğlenmenin de bir
yolunu bulduk. Şimdi bu bütünlüğün ve beraberliğin hep devam etmesini
istiyoruz. Bu birliktelikte kitaplar bizim ışığımız olacak; dostluğumuz bizim
yüreklerimizi besleyecek; ortak meraklarımız keyfimizin anahtarı olacak.
Dileğimiz odur
ki, 8ekiz Kitap Kulübümüz biz var oldukça hep yaşasın, kimse bizi kıskanmasın,
ama imrensin. Böylece yeni kitap kulüpleri kurulsun, kültürümüz, dünyamız
zenginleşsin.Yoksa Virginia Woolf’un Deniz Feneri kitabında söylediği gibi
‘gündelik hayatın hayhuyu içinde…..insan her şeyin tekrarlandığını hisseder..
’. Tekdüzelik ve teklik mutsuzluk getirir. Güzel kitap birliktelikleri
dileklerimizle yeni yılınızı kutlarız. LEYLA
3 Aralık 2013 Salı
O Muhteşem Hayatınız
Yazar: Oya Baydar
Yayınevi: Can Sanat Yayınları
Kapak Tasarımı: Ayşe Çelem
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2012- 1.Baskı
“Hangisi gerçek
hayatım benim? Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı?"
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
Ünü dünyayı sarmış Türkiyeli bir primadonna, bir diva... Onunla ilgili her türlü fotoğrafı, ses kaydını, gazete küpürünü toplamayı hayatının amacı edinmiş, tutkulu hayranı bir müzik öğretmeni... Annesinin izini süren genç bir kadın... Eski fotoğrafların ayrıntılarında gizli, derin bir sır: sadece Diva'nın yaşamının değil, Türkiye'nin yakın tarihinin puslu, karanlık bir kesiti...
Muhteşem hayatlar, parlak dekorların arkasında neler saklar? Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde, kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizlidir? Kendini tanımak, kendi gerçeğiyle yüzleşmek insanı nerelere sürükler? Oya Baydar, beklenen romanı O Muhteşem Hayatınız'da, her biri kendi kimliğini arayan roman kahramanlarıyla, insanın ve bu coğrafyanın derinliklerine götürüyor bizi. Roman, derinlerde saklı gerçeklerle yüzleşmeye hazır okurunu bekliyor. ( Arka Kapak)
Yorumlarımız:
Coşkularının
peşinden koşan, toplumdaki önyargı ya da alışılmışlıklara pirim vermeyerek
kendi hayatlarını ellerinden geldiğince ödün vermeden yaşayan, birbirleriyle
kaderleri garip bir şekilde geri kalan yaşamlarını tamamen değiştirecek
şekilde kesişen kahramanlar alıp götürüyor "Oya Baydar" ın
hikayesini...
Keyifle ve çok
akıcı bir şekilde okunan kitabı kahramanları yargılamadan ve kendinizle
özdeşleştirmektense , duygularını, heyecanlarını anlamaya çalışarak okumak
öykünün hümanist bakışına ulaşmanızı sağlıyor....Onlar hayatta
"yüreklerinin onları götürdüğü yere" gitme cesaretini gösteren
insanlar olarak ayrı ayrı özeller bana göre...Ve ayrı ayrı alkışlanmayı hak
ediyorlar.....Diva (Aliye Sema), Arya,Toplayıcı, Cansa.......
Toplumsal ,
kültürel değerlerin DNA larımızın derinliklerine hiç farkında olmadığımız kadar
güçlü sızabileceği, yer yurt mekan demeden fırsat bulduğunda kendini açık
edivereceği gerçeği son derece etkileyici sunuluyor kitapta......Ve bu değerlerin
insanları nasıl zenginleştirebildiği sarıp sarmaladığı hiç hesapta yokken, ne
kadar duyguyla aktarılıyor...
Memleketimizin
maalesef çok iyi bilmediğimiz ve tartışamadığımız yakın tarihine ışık tutup
merakımızı kışkırtıyor roman biraz acı biraz gurur biraz şaşkınlık
yaratarak..... UFUK
Oya Baydar’ın “O
muhteşem Hayatınız”ı zevkle okudum; hem romanın tadına vardım, hem tarihimizde
acılı bir sayfa olan Dersim’i daha iyi anlamak ve öğrenmek için bir fırsat
doğmuş oldu. Deyim yerinde ise kuru kuru roman okumaktansa bilgi dağarcığıma
bir şeyler eklemek beni mutlu etti…
Romanda ilginç
karakterler var: Tutkunun, bir şeye kafayı takınca azimle, hiçbir engel
tanımadan gitmenin ne olduğunu ‘toplayıcı’da görüyoruz. O muhteşem hayatların aslında
madalyonun yalnızca bir yüzü olduğunu, gerçek yüzünün madalyanın arka yüzünde
olduğunu, meşhur olmanın bedellerinin, daha doğrusu meşhur olma yolunda gidilen
adımların arkasında ne gibi hikâyeler olduğunu ‘diva’ karakterinde görüyoruz.
Sakin, huzurlu, sorunsuz aile ortamında bile ne gibi özlemler olduğunu,
ne çok ‘mış’ gibi yapıldığını ‘divanın kızı’ karakterinde görüyoruz. Romanların
olmazsa olmaz ‘aşk’ konusunun erkek karakteri romanda belirtilen her
türlü olumlu özelliklerine rağmen gençliğinde karanlık işlere bulaşan bir kişi
olduğunu seziyoruz. Kısacası Oya Baydar bence tüm bu karakterleri ve daha
fazlasını son derece akıcı bir dille anlatıp, önümüze koymuş. İyi de etmiş.
Ben romanı
politik açıdan değerlendirmiyorum. Dersim olaylarını okuyup anlamadan Oya
Baydar’ı ‘gündeme göre yazan yazar’ eleştirisi için de bir hüküm getirmem
mümkün değil, doğru da değil. Ben romanı roman olarak sevdim ve okunmasını da
tavsiye ediyorum. LEYLA
Oya Baydar'ın çok akıcı ve ilgiyle
okunabilecek bir romanı diyebilirim. Yakında okuduğum romanlar arasında en
keyif aldıklarımdan biriydi. Çeşitli karakterler başarıyla anlatılmış, zaman
zaman beni içine alan bir romandı. Esas olarak müziğe tutku çok yönlü, değişik
kişilerin bakış açısıyla canlandırılmıştı. Dersim konusu ise son yıllarda
çok gündemde olduğu için, ilk bakışta popülerlik katmak için yazılmış olabilir
diye düşünsem de Oya Baydar'ın röportajını okuyunca bu fikirden
vazgeçtim.
Konun kahramanı müzik uğruna özel yaşamını
ikinci plana atan veya özünü birinci plana çıkaran bir kadın sanatçı. Kocasının
ona bakış açısıyla davranışları. Ayrıca çok enteresan toplayıcı bir müzik
öğretmeni, onun iç dünyası, insanların kaderine yön vermesi, yıllar sonra bir
araya gelmelerine vesile olduğu anne ve kızı. Ayrıca şahane bir doğa ve
acılarla dolu bir Dersim. Orada yaşanan aşk.
Artık sizlerin de romanı okumanız için
burada duruyorum. Sanatçı için konuşulacak çok şey var. Ya kızı, gerçekten bir
anda duygularımızın esiri olup incittiklerimizi hiçe sayarak davranabilirmiyiz? ZELİHA
2 Aralık 2013 Pazartesi
Oya Baydar
1940’da
İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız kız lisesini bitirdi. Bu okulun
son sınıfındayken yazdığı “Allah Çocukları Unuttu” romanı 1958 yılında
yayınlandı. 1960’da girdiği Istanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü 1964
yılında bitirdi, aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve “Türkiye’de
İsçi Sınıfının Doğuşu” konulu doktora tezine başladı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye’nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960’larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye İşçi Partisi üyesi olduğu için tutuklandı, üniversiteden çıkarıldı.
Serbest kaldıktan sonra 1980’e kadar Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında Türkiye’den çıkmak zorunda kaldı. 1992 yılına kadar Almanya’da sürgünde yasadı. Berlin duvarının ve sosyalist sistemin çöküşünü içinde yasayarak izledi. Edebiyata dönüşü, 1990’ların başında, bu çöküşün psikolojik ağırlığıyla baş edebilmek için yazmaya başladığı hikâyelerle oldu. Sürgün ve çöküş dönemi hikâyelerini topladığı “Elveda Alyoşa” kitabı 1991’de Türkiye’de yayınlandı ve Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı.
1993’te “Kedi Mektupları” romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1998’de “”Hiçbir yere Dönüş”, 2000’de “Sıcak Külleri Kaldı” romanları yayımlandı. Bu romanla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı, 2004’te basılan “Erguvan Kapısı” ile de Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü aldı. 2007 sonunda “Kayıp Söz”, 2009’da “Çöplüğün Generali”, 2012’de ise “O Muhteşem Hayatınız” romanları basıldı.
30 Ekim 2013 Çarşamba
Sapma
Yazar: Stephen Greenblatt
Orijinal Adı: The Swerve
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: Can Sanat Yayınları
Çeviren: Suat Ertüzün
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2013, 1.Baskı
"Her şey görünmez
parçacıklardan oluşur. Maddenin temel parçacıkları -şeylerin tohumları-
ebedidir. Temel parçacıklar sayıca sonsuz ama şekil ve boyut bakımından
sonludur. Evrenin bir yaratıcısı veya tasarlayıcısı yoktur. Her şey, bir
sapmanın sonucunda meydana gelir.
Özgür iradenin kaynağı sapmadır.
Doğa durmadan deney yapar. Ruh ölümlüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Tüm örgütlü dinler hurafelerle dolu yanılgılardır. Dinler şaşmaz biçimde zalimdir. Melekler, şeytanlar, hayaletler yoktur. İnsan hayatının en yüksek amacı, hazzı artırmak ve acıyı azaltmaktır.
Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgılardır."
Lucretiusun Evrenin Yapısı adlı, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirinden bu dizeler, tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doludur. Gelgelelim yüzyıllardır kayıp elyazmasını 1417 kışında, Almanyanın güneyindeki ücra bir manastırın tozlu raflarında bulan büyük kitap avcısı Poggio Bracciolini, bu keşfiyle Batı medeniyetinin kaderini değiştireceğini ve tarihe yön vereceğini herhalde bilmiyordu... (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Özgür iradenin kaynağı sapmadır.
Doğa durmadan deney yapar. Ruh ölümlüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Tüm örgütlü dinler hurafelerle dolu yanılgılardır. Dinler şaşmaz biçimde zalimdir. Melekler, şeytanlar, hayaletler yoktur. İnsan hayatının en yüksek amacı, hazzı artırmak ve acıyı azaltmaktır.
Hazzın önündeki en büyük engel acı değil, yanılgılardır."
Lucretiusun Evrenin Yapısı adlı, bin yıldan uzun geçmişi olan kadim şiirinden bu dizeler, tarihin her dönemi için tehlikeli ve aykırı fikirlerle doludur. Gelgelelim yüzyıllardır kayıp elyazmasını 1417 kışında, Almanyanın güneyindeki ücra bir manastırın tozlu raflarında bulan büyük kitap avcısı Poggio Bracciolini, bu keşfiyle Batı medeniyetinin kaderini değiştireceğini ve tarihe yön vereceğini herhalde bilmiyordu... (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
2012 Pulitzer
ödülü ve 2011 National Book award almış bir kitap SAPMA. Yazarı Harvard
Üniversitesi’nden profesör, aynı zamanda bir Shakespeare uzmanı olan Stephen
Greenblatt. Kitabı satın almaya gittiğimde kitapçılarda Araştırma bölümünde
buldum. Bazı yazarlar ise bir tarih kitabı olduğunu söylüyorlar. Kısacası bu ay
Kitap Kulübümüzde bir roman okumadık. Son derece ayrıntılı bir çalışmayla, çok
çeşitli kaynaklara başvurularak hazırlanmış bir kitap okuduk. Sapma
merakla okunuyor, sürüklüyor, öğretiyor ve düşündürüyor. Keşke biraz teoloji,
tarih, felsefe, filoloji bilseydim, o zaman şüphesiz daha derin anlamlar
katardı okuduklarım dağarcığıma, çünkü bu konularda sayısız bilim adamına
referans ver ve bilgisizce okumak doğrusu incitiyor.
Kitap aslında
sekiz papaya hizmet etmiş, hümanist Pooggio Bracciolini’nin 1417 yılında
keşfettiği Epikürcü Lucretius’un ‘Evrenin Yapısı’ adlı şiirinden yola
çıkarak kaleme alınmış. Bu şiir kitabı bin yıl boyunca raflarda saklanmış,
çünkü bu dönem Hıristiyanlığın yayılma dönemi; paganizmi aşağılama dönemi;
zulüm dönemi. Lucretius’un şiir kitabında başlıca kavramlar atom, haz,
ölüm sonrası hiçsizlik, ilahi takdirin inkârıdır. Bu temalar çerçevesinde o
kadar çok konu anlatılmış ki özümsemek, hepsini anlamak, bilgilenmek emek
istiyor. Örneğin Paganizm-Hıristiyanlık hatta Ortodoksluk-Katoliklik; Klasik
dönem-Rönesans; Yunanca-Latince; Gericilik-Medeniyet gibi karşılaştırmaları
yapabileceğiniz bilgiler sarmalamış kitabı. Buradaki görüşlere katılıp
katılmamak önemli değil, bu herkesin şahsi görüşü. Ancak bir gerçek var ki o
önemli: İnsanoğluna hurafeler, zalimlikler, aşağılamalar her dönem acı
çektirmiş. Ne zaman ki bilimsel yaklaşım hız kazanmış o kadar tünelin sonunda ışık görünmüş, Umarım bu ışık artarak devam
eder, bu ışık yalnızca insanoğlunun değil tüm evrenin mutluluğu için
kullanılır…
Son olarak
kitapla ilgili bir eleştirim var ki o da kitap kapağındaki kadın resmi. Bunu
açıklayan bir not yok. Umarım bu resim bir satış politikası aracı değildir,
çünkü içerik bunu kaldırmayacak kadar güçlü. Gene de, bir okur olarak, Can
Yayınları’nın bu soruma tatminkar bir cevap bekleme hakkımın olduğuna
inanıyorum .. LEYLA
Sapma (The
Swerve) Stephen Grenblatt tarafından Rönesans’ı yani felsefede, sanatta ve
bilimde “Yeniden Doğuş” u tetikleyen eski Roma’da yaşamış Lucretius adlı bir
filozof/şair’in “Dererum Natura - On the Nature of Things” ( Evrenin Yapısı)
şiirinin 15.yy da bulunmasını anlatıyor. Kitap özetle eski Yunandan başlayarak
günümüze dek inanç sürecinin tarihçesi niteliğinde. Kitapla ilgili ne
yazacağımı düşünürken benim hayatımda mihenk taşı olmuş bir eser ve ilk cümlesi
hep aklıma geldi; Shakespeare’in Kral Lear adlı trajedisinin başında kral küçük
kızı Cordelia’ya ona karşı sevgisi ile ilgili ne söyleyeceğini sorunca “hiçbir
şey” cevabını alır. Eserin sonunda
“hiçbir şey”in kelimelerle ifade edilemeyecek çok şeyi kapsadığı anlaşılır. Bende
bu kitapla ilgili “hiçbir şey” söylemeyeceğim. Sadece herkese muhakkak
okumasını tavsiye ediyorum. DEMET
Günümüzde kısa bir maziye sahip bilgisayar
ve internet, insanların her çeşit bilgiyi avuçlarının
içinde yakalamasını sağlıyor. Sınır tanımayan bu
gelişmeler, toplumları hızla değişen bir yaşam biçimine
dönüştürüyor. Hâlbuki M.Ö. yıllara dayanan Antik Mısır, Yunan ve Helenistik
dönemdeki birçok buluşların, yıllarca gerçek değerleri anlaşılamamıştır. Ben bu
dönemleri yüzeysel olan bilgilerimle felsefe ve mitoloji dönemi diye
tanımlayabilirdim. Dünya tarihinde ise esas medeniyetin Rönesans ve
reform dönemiyle geldiğini söyleyebilirdim. Bu kitap benim görüşlerimi
değiştirdi. Şimdi ise Avrupa'da kilise baskısının antik dönemdeki birçok
buluşu ve aydın düşünceyi baskı altına almaya çalışarak kendi hegemonyalarını
kurduklarını, antik dönemle ,Fransız ihtilalı arasındaki kopukluğun sebebinin
kilise olduğunu düşünüyorum. Moleküler yapı ve sonsuzluk, madde ve hacımda
sınır, moleküler yapıda hareketlilik, hareket halindeyken yollarında sapmalar,
meydana gelen değişimler... Bu fizik ve metafizik tezlerinin M. Ö ne ait
olması. Birçok bilim adamı ve felsefe insanına ışık tutan bu bilgilerin
Lucretius'un şiirinde saklı kalması ve Almanya'nın güneyinde bir manastırda
Poggio Bracciolini tarafından 1417 yılında bulunan bu kitapla batı
medeniyetlerinin kaderinin değişmesi..
Kitabı biraz daha felsefe ve antik dönemi bilerek okumayı
çok isterdim. Yazarı Stephen Greenblatt'e büyük bir hayranlık duydum. Çok
çok uzun çalışmalar, araştırmalar yaptığı ve esriyle
bizleri bilgilendirdiği için. ZELİHAStephen Greenblatt
7 Kasım 1943 Boston
doğumlu Stephen Jay Greenblatt, Harvard Üniversitesi’nde edebiyat profesörüdür.
Edebiyat çevreleri Stephen Greenblatt’ın adını 1990’larda Yeni Tarihselcilik
akımıyla duydu. Aslında 1980’lerden beri önemli kuramlar geliştirmiş, edebiyat
yapıtına yeni bir bakış kazandıran kuramlar öne sürmüş bir edebiyat tarihçisi
olarak biliniyordu fakat Yeni Tarihselcilik kuramı gerçek anlamda 90’larda
popüler oldu. Greenblatt, Yeni Tarihselcilik kuramında edebiyat eserini
yazıldığı dönemin kültürel ve toplumsal koşulları ışığında ele alır; yazarın
tüm bilgileri, eseri aydınlatan data olarak görülür. Başta İngiltere, Avusturya
ve ABD olmak üzere birçok ülkenin üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak
dersler vermektedir. Guggenheim Bursu’nu iki kez kazanmış olan Greenblatt, aynı
zamanda da Modern Language Association’ın başkanlığını yürütmektedir. 2010
Pulitzer Ödülü’nü kazanan Greenblatt’ın başlıca eserleri: Representing the
English Renaissance, Shakespeareve Kültür Birikimi, Marvelous Possesions,
Practicing New Historicism, Hamlet in Purgotary ve Learning To Curse.
28 Ekim 2013 Pazartesi
Kızıl Darı Tarlaları
Yazar: Mo Yan
Orijinal Adı: Hong gaoliang jiazu
Orijinal Dili: Çince
Yayınevi: Can Sanat Yayınları
Çeviren: Erdem Kurtuldu
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Haziran 2013, 1.Baskı
Çin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Yimou Zhang'ın beyaz perdeye aktardığı Kızıl Darı Tarlaları, tarihsel bir anlatımla kara mizahı ustalıkla kaynaştırıyor. Roman, geçmişle bugün, ölüyle diri, iyiyle kötü arasında belirgin bir ayrım yapılmadan sürüyor.
Nobel ödül töreninde konuşan Per Wästberg'in dediği gibi, Mo Yan, bireyi kimliksiz insan yığınlarından çekip ortaya çıkaran; alaycı ve iğneleyici bir üslupla tarihe, tarihî çarpıtmalara, yoksunluklara ve siyasal riyakârlıklara karşı çıkan bir yazar. (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
Kızıl Darı
Tarlaları, 2012 yılı Nobel edebiyat ödülü almış olan yazar Mo Yan’ın 1920- 1950
arasında Çin’in kırsal kesimindeki yaşamı anlatan bir kitabı. Yazar anneanne/
babaanne/ dede ve anne/ babasının yaşamını anlatırken zamanlar içinde ileri,
geri gitme tekniğini kullanmış dolayısıyla kronoloji takip etmemekle bu
yeknesak kırsal hayatın hikâyesini bir ölçüde daha enteresan kılmış. Ancak hem
sıradan yaşamların anlatılışında yaşam şartları, gelenek ve görenekler, hem de
Japon istilası, aynı zamanda iç savaş ve komünist cephenin kurulması sürecinde
o kadar çok açlık, ızdırap, vahşet ve kan var ki kitap akıcılık açısından kolay
okunur olmakla birlikte içerik konusunda okuyucuyu oldukça boğuyor ve içini
şişiriyor. Bu yüzden hiç kolay bir kitap değil kanımca. Ancak bence her şey son
derece gerçekçi ve sarı ırka mahsus bir soğukkanlılıkla dile getirilmiş- belki
de bizler için düşüncesi bile tüyler ürpertici olan yaşam biçimleri ve olaylar,
bir doğulu için o kadar da itici ve tiksindirici değil ve bu nedenle de kitap
bol bol- hatta nerdeyse baştan sona kadar bu tip insanın ruhunu daraltan hadise
veya tasvirlerle dolu. Bu kitaptan aklımda pek bir şey kalmasını özellikle
istemememe rağmen bana üçüncü kuşak anlatıcının kitabı sonunda şehir hayatı
yerine tüm bu ağır şartlar ve yaşananlara rağmen kırsal kesime duyduğu özlem
ile bitirmesi enteresan geldi. Bu nedenle insanın köklerinin ne olduğunun
gerçekten önem taşıdığını ve sonunda her ne olursa olsun köyden geliyorsa köye,
şehirden geliyorsa şehre özlem duyulmasının kaçınılmaz olduğunu bir kere daha
gördüm. Bugünde halen geçmişe ait aynı tip özlemler yaşanmıyor mu? DEMET
Yıllar önce Çinli
yazar Jung Chang ‘in “Wild Swans: Three Daughters of China” adlı romanını
okuyup bazı Çinli arkadaşların bulunduğu bir grupta tartışmıştık. Roman aynı
ailenin üç nesil kadınlarını anlatırken aynı zamanda ülkenin siyasi tarihinide
çok güzel anlatıyordu. Sonrasında benim tavsiyemle okuyan herkes çok
beğenmişti. Yaz kitabı olarak bir Çinli yazarın üstelik geçen sene Nobel edebiyat
ödülünü kazanmış bir yazarın kitabını okumamız fikri tartışılınca ben eski
tecrübemi düşünerek çok istedim. Ama maalesef hayal kırıklığı oldu. “Kızıl darı
Tarlaları” da üç nesil bir aileyi ve aynı dönemde yani 1923 – 1976 yıllarında
ülkenin içinde bulunduğu durumu anlatıyor.
Fonda kırmızı darı
tarlaları, havada ağır kan kokusu, insan cesetleri her yerde, leşlere saldıran
köpekler, kuşlar… Birbirlerine saldıran çeteler, Japon işgali altında can veren
Çinliler, canlı canlı derileri soyulan insanlar… Savaş tüm çıplaklığıyla
gözlerimizin önünde… Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet bütün
açıklıklarıyla karşımıza çıkıyor. Bir torunun dilinden anlatılıyor her detay..
Ama daha çok savaş ve ölüm anlatılıyor. Japonların ikinci dünya savaşındaki vahşetinden
ve Çinlilerin gruplaşıp birbirlerini öldürmelerinden başka bir şey kalmıyor
akıllarda…
Çincesini bilemem
ama tercümesi güzel rahat okunuyor ama okurken boğuluyorsunuz. Sonuç olarak
kitabı hiç sevmedim, tavsiye etmem. NURİZER
Mo Yan 2012 Nobel Edebiyat Ödülünü kazandığında Türkçeye
çevrilen ilk ve tek romanı "Kızıl Darı Tarlaları "nı kitap kulübünde
okumaya karar verdik. Roman son derece akıcı, anlatım gücü tasvirlerle
kuvvetlendirilmiş, tek düze anlatımdan uzak olarak kurgulanmış. Bütün bu
özelliklerine rağmen konusu itibariyle okuyucuyu okurken çok fazla zorluyor. Çin
- Japonya savaşı ve Çinlilerin iç savaşı sırasında yaşanan vahşet, ölüm ve kan
romanın ilk sayfasından son sayfasına kadar aralıksız devam ediyor. Anlatıcının
güçlü anlatımı acı ve vahşet duygularının çok daha yoğun yaşanmasına sebep
oluyor. Çin kültürüne olan yabancılığımdan, gelenekleri ve yasam tarzlarına
uzak olmam anlatılanların gerçek mi yoksa masal mı olduğu ikileminde bıraktı.
Çinli bir yazar okuduğum için memnun olmakla birlikte
romanı herkese tavsiye edemeyeceğimi belirtmek isterim. IŞIL
2012 Nobel edebiyat ödülü alan Çinli Yazar Mo Yon
romanında Shandong ailesinden üç kuşağının 1923-1976 yılları arasında ki yaşam hikâyelerini
anlatıyor. Japonlar- Çinliler arasında geçen, vahşet dolu bu savaşla, savaşın
nasıl acımasız, hunharca duyguların zaferi olduğu bir kere daha belgeleniyor.
Yazar kronolojik olmayan kurgulamasıyla romanı bazen daha
ilginç kılmış, bazen de zorlaştırmış. Genelde inanılmaz tasvirler var. Çin
kırsalının muhteşem doğa güzelliğini anlatırken, savaş tasvirlerinde
ise insanın midesini bulandırıyor, ruhunu karartıyor. Kan kokan olayları adeta
yaşatıyor. Bu bakımdan yazar çok çok başarılı. Ayrıca 387. sayfadaki aşk ve üç
evresi hakkında ki yorumlarını dikkatle okumanızı öneririm.
Eleştirmenler yazarı Çinlilerin sevmediklerini
yazıyorlar. Savaş sırasında kendi milletinin entrikalarını ve birbirlerine
düşmelerini, sarı ırkın zaaflarını tarafsızca dile getirmesinin de bunda rolü
olabilir diye düşünüyorum. ZELİHA
21 Ekim 2013 Pazartesi
Mo Yan
2012 Nobel Edebiyat
Ödülü sahibi Mo Yan 17 Şubat 1955 yılında Çin'de bir
köyde doğmuş, 12 yaşında okuldan çıkarılmış, çobanlık yapmıştır. Kızıl
Muhafızlık da yapmıştır.
İlk eseri 1981'de yayımlanan 57 yaşındaki Mo Yan onlarca
öykü yazmış. Asıl adı Guan Moye olan yazar Çince "konuşma" anlamına
gelen Mo Yan mahlasıyla yazıyor.
Halk Kurtuluş Ordusu'nda askerken yazmaya başlayan Yan, 1987'de yayımladığı
“Kızıl Süpürge Darısı: Bir Çin Romanı” eseriyle uluslararası ün kazandı. Bir
filme de konu olan roman, Çin'in doğusundaki kırsal bölgelerde 1920 ve 30'larda
uygulanan şiddeti konu ediniyor.
Yan eserlerinde tarihsel konuları ele almayı yeğliyor. 1911 devrimi,
Japonya'nın Mançurya işgali ve Mao Zedung'un Kültür Devrimi bu konular arasında
yer alıyor.
Zaman içinde yazdıklarının temalarının
değiştiğini söyleyen yazar, “Red Sorghum” romanını yazdığında 30 yaşına bile
gelmemiş olduğunu, bu nedenle geçmişine baktığında daha duygusal davrandığını,
oysa 40'lı yaşlarında yazdığı “Life and Death Are Wearing Me Off” romanında
önceden hissettiği duygusallığın, yerini daha mantıklı bir düşünce yapısına
bıraktığını söyler.
Ün kazanmış eserleri arasında bulunan “Büyük Göğüsler, Geniş Kalçalar “1995'te yayımlandığında cinsel
içeriği ve Komünist Parti çizgisi dışında bir sınıf mücadelesi tarifi yüzünden
tartışmalara neden olmuştu. On yıl sonra kitap İngilizceye çevrildiğinde Yan,
Asya Erkek Edebiyat Ödülünü aldı.
Çin'deki "tek çocuk" politikasını konu edinen son romanı “Kurbağa”, geçen yıl Çin'in en önemli
edebiyat ödüllerinden olan Mao Dun Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
Nobel ödülü
jürilerine göre, "realizm ile halk masallarını, geçmiş ile çağdaşı
birleştiren Mo Yan, Çin kırsallarında geçen hayat hikâyelerini
anlatmasıyla" bu önemli ödülün sahibi oldu. Ama Çin Komünist Partisi'ne
olan yakınlığı, hükümet politikaları konusunda konuşma isteksizliği ve yakın
zamanda sansürün gerekli olduğunu belirten açıklamasıyla bütün şimşekleri
üstüne çekti ve Nobelli pek çok yazarın, özellikle de Salman Rushdie'nin ağır
eleştirilerine maruz kaldı.
Yan ile ilk kez bir Çin vatandaşı Nobel Edebiyat ödülü almış oldu. 2000'de
ödül alan Gao Xingjian Çin kökenli olmakla birlikte Fransız vatandaşıydı.
1987 yılında filmi çekilen “Kızıl
Darı Tarlaları” 1988 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanarak Çin
sinema tarihinde bir ilki gerçekleştirir.
20 Ekim 2013 Pazar
2013 Man Booker Ödülü
İngiltere’nin en prestijli ödüllerinden Man Booker’ın 2005’ten bu yana her iki yılda bir İngilizce yazan yahut kitapları İngilizceye çevrilmiş olan yazarlara verdiği Uluslararası Man Booker Ödülü’nü bu yıl 28 yaşındaki yazar Eleanor Catton aldı.
Eleanor Catton, The Luminaries adlı 832 sayfalık romanıyla ödülü kazanan en genç yazar olurken, kitabı da ödülü kazanan en uzun kitap oldu.
Yalnızca hayattaki yazarlara bir kere verilen Uluslararası Man Booker Ödülü’nü Catton’dan önce kazanan en genç yazar ünvanına ödülü 1991 yılında, 32 yaşındayken kazanan Ben Okri; en uzun roman ünvanına ise 672 sayfalık romanı Kurtlar Hanedanı (Wolf Hall) ile Hillary Mantel sahipti.
Yazar, 19. yüzyılda altına hücum döneminden gizemli bir cinayeti anlatan epik romanı 25 yaşındayken yazmaya başlamıştı.
Jüri kitabı anlaşılır, şaşırtıcı ve uçsuz bucaksız olarak tanımlarken okuyucunun hikayede kaybolacağını dile getirdi.
14 Ekim 2013 Pazartesi
2013 Nobel Edebiyat Ödülü
İsveç Kraliyet
Bilimler Akademisi, "duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan,
incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı" Kanadalı kısa öykü yazaru Alice
Munro'yu Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık gördü.
Nobel Edebiyat Ödülü tarihine 110. kazanan olarak geçen 82 yaşındaki Munro, aynı zamanda bu ödüle değer görülen 13. kadın yazar oldu.
Kanadalı yazar Alice Munro 1931'de Ontario'da Wingham'da dünyaya geldi, öğretmen annesi ve çiftçi babasıyla burada büyüdü.
Batı Ontario Üniversitesi'nde gazetecilik ve İngiliz dili eğitimi gören Munro, 1951'de evlendi ve eşiyle taşındığı Victoria'da kitapçı dükkanı açtı. Edebiyat kariyerine 1960'lı yıllarda başlayan Munro, ilk kitabı "Dance of the Happy Shades"i 1968'de yayımladı.
Nobel Edebiyat Ödülü tarihine 110. kazanan olarak geçen 82 yaşındaki Munro, aynı zamanda bu ödüle değer görülen 13. kadın yazar oldu.
Kanadalı yazar Alice Munro 1931'de Ontario'da Wingham'da dünyaya geldi, öğretmen annesi ve çiftçi babasıyla burada büyüdü.
Batı Ontario Üniversitesi'nde gazetecilik ve İngiliz dili eğitimi gören Munro, 1951'de evlendi ve eşiyle taşındığı Victoria'da kitapçı dükkanı açtı. Edebiyat kariyerine 1960'lı yıllarda başlayan Munro, ilk kitabı "Dance of the Happy Shades"i 1968'de yayımladı.
“Who do You Think Are (1978)” adlı kitabı Booker Prize'ye
aday gösteriliyor. Ödülü kıl payı kaçırıyor yazar ama emeği boşa gitmiyor ve
2009 yılında Man Booker International Prize ile bir kez daha ödüllendiriliyor.
Yazı hayatının sonbaharında, bugüne kadar yazılmış olan
en etkileyici, otobiyografik hikâyelerini yazdığı “The View From Castle Rock
(2006)” yayınlıyor.
Son kitapları “Runaway” ve “Too Much Happiness”de daha
çok yaşlılığı, yalnızlığı ve anıların gücünü anlatıyor.
2009 yılında kanser tedavisi gördüğünü ve bypass
ameliyatı geçirdiğini bildiren yazar bundan üç yıl sonra yaşam dolu bir kitap
olan “Dear Life” ile yeniden yazım dünyasına gelerek herkesi şaşırtıyor.
İsveç Akademisi'nin açıklamasında, "Bazı
eleştirmenler onu Kanadalı Çehov olarak görüyor. Metinlerinde çoğu zaman günlük
fakat etkili olaylar, bir şimşek çakma anı kadar kısa sürede hikâyeyi
aydınlatan tezahürler öne çıkıyor" denildi. Hikâyelerinde Kanada'nın küçük
kasabalarında yaşayan insanların hayatlarını anlatan Munro, yaşam, aşk ve ölüm
gibi temaları öne çıkarıyor.
Üç çocuk annesi Munro'nun Türkçe yayımlanan öykü derlemeleri arasında "Çocuklar Kalıyor" ve "Bazı Kadınlar" da bulunuyor.
Üç çocuk annesi Munro'nun Türkçe yayımlanan öykü derlemeleri arasında "Çocuklar Kalıyor" ve "Bazı Kadınlar" da bulunuyor.
25 Temmuz 2013 Perşembe
Yaz Sergileri -2
Pera Müzesindeki
“Manola Valdés” sergisini kaçırdıysanız lütfen İstanbul Modern’deki “Erol Akyavaş – Retrospektif” sergisini
kaçırmayın. 25 Ağustos’ta bitiyor fazla zamanınız kalmadı. Yaz sıcağında
klimalı bir ortamda çok güzel hazırlanmış, güzel eserlerden oluşan bir sergiyi
gezmek çok zevkli, üstelik bu aralar İstanbul trafiği rahatlamış durumda. Yani
gitmek için neden çok, ama biraz uzun vakit ayırın sergiyi keyfiyle gezin.
Sergi, Akyavaş’ın Doğu-Batı sanat ve kültür dünyası
arasında kurduğu kendine özgü sentezi, zaman içinde dönüşüm geçiren, tuval
üzerindeki perspektif ve mimari düzenlemelerini, insan figürünü merkez aldığı
bilinçaltı arayışlarını ve son döneminde dünyanın farklı kültürleri ile
hesaplaşmalarını geniş bir çeşitlilik içerisinde bir araya getiriyor. Yaklaşık
290 yapıtlık seçki, sanatçının 1950’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yılların sonuna
uzanan yarım asırlık sanatsal birikiminin bir dökümünü çıkartıyor.
Türkiye’de
doğan, Avrupa ve Amerika’da mimarlık ve sanat eğitimi alan, Doğu sanatlarına ve
özellikle de İslam sanatına duyduğu ilgi ile tasavvuf geleneğini sanatının
merkezine yerleştiren Erol Akyavaş’ın çalışmaları, Batı dışı modernlik
arayışlarının en yetkin örneklerinden birini oluşturuyor.
“Padişahların Zaferi” adlı resmiyle, New York’taki Modern
Sanatlar Müzesi’ne yapıtı kabul edilen ilk Türk ressamı ünvanını kazandığı
zaman henüz 30 yaşındaymış. 1999 yılında kaybettiğimiz Erol Akyavaş’ın çoğu
koleksiyonerlerden toplanmış eserlerini bir arada görmek için belki de son
fırsatınızdır bu sergi, kaçırmayın.
22 Temmuz 2013 Pazartesi
Yaz Sergileri - 1
Pera Müzesindeki
Manola Valdés sergisinin son günü olduğunu okuyunca dün müzeye gittik. Gerek
gazetelerdeki sanat köşelerinde gerekse yollardaki afişlerde gördüğüm kadın
portreleri çok hoşuma gidiyordu. Sergiyi gezdiğimde bunların yağlı boya
tablolar değilde çuval bezi üzerine yapılmış katmanlı boyalardan oluşan farklı
yapıtlar olması beni çok şaşırttı. Heykellerinde kullandığı malzemelerin
çeşitliliği, formları, boyutları çok etkileyiciydi.
1942’de Valencia
İspanya’da doğan Manolo Valdés, Pop sanatın İspanya’daki öncüsü olan “Equipo Cronica”nın
kurucuları arasında yer alır. Eserlerinin çoğunu eski ya da günümüze dair bir
tabloyu seçip, öncesinde resmin dili, ardından heykelin bakış açısıyla
yorumladığını söylüyor sanatçı. Geçmişin başyapıtlarından yola çıkan, tarihsel
izler, renk tonları ve dokulardan oluşan sonsuz bir görsel zenginlik sunan ve
sanat tarihinden referanslarla hareket eden sanatçının yapıtları, Velázquez’den
Zurbarán’a, Matisse’ten Picasso ve Lichtenstein’a izler taşıyor. Resmi, özgün
bağlamından çıkartıp pop bir anlayışla yeniden yorumlayan sanatçının konuları
özellikle figür, nesne ve serilerden oluşuyor.
Sergide Valdes’in
resimlerinin yanı sıra metal, ahşap ve su mermeriyle gerçekleştirdiği
heykelleri de var. “Baş”ı anatominin heykele en uygun kısmı olarak
ifadelendiren Valdes’in biçim verdiği başları süsleyen kelebekler ya da
palmiyeler zengin bir görsellik sunmaktalar.
21 Temmuz 2013 Pazar
Leyla Erbil
“Balat Hastanesi'nde lösemi tedavisi gören edebiyatçı, yazar Leyla Erbil
hayata gözlerini yumdu.” haberini gazetede okuduğumda çok hüzünlendim. Bilmem sizde öyle hisseder misiniz, kitabını
okuduğunuz ve de sevdiğiniz bir yazarı kendi arkadaşınızmış veya bir
yakınınızmış gibi hisseder misiniz?
Geçen sene Mart ayında “Kalan” adlı romanını okuduğumuz Leyla Erbil 1950’den
bu yana çağdaş Türk edebiyatının en özgün yazarlarından biridir. Erbil, cesur
ve yenilikçi yazarlık tavrıyla dikkat çekmiş ve yapıtlarında her zaman
toplumsal ve siyasal sorunlara duyarlılık göstermiştir. Ayrıca Erbil, romanlarında
ve öykülerinde yeni biçimler ve teknikler geliştirmiştir. “Kalan”ı hiç büyük
harf kullanmadan yazması bizi çok şaşırtmıştı. Karakter çözümlemeleri ve
zengin felsefik içeriği ile uzun uzun tartıştığımız romanını 80 yaşında yazmış
olması ise bizi şaşırtan diğer bir nokta idi.
Edebiyat dünyasının ve sevenlerinin başı sağ olsun.
5 Haziran 2013 Çarşamba
Murat'ın Düğünündeydik
Bu bahar grubumuzda
hareket çok. Can’ın düğününden bir ay sonra aynı yerde 5 Mayıs’ta Yüksel’in
oğlu Murat evlendi. Yine tam kadro düğündeydik. Gençler kitap kulübümüzün
üyelerine hayran kaldı, çünkü onlara taş çıkarırcasına dans ettik, pistten
inmedik, çok eğlendik. Grubumuzun yeni kayınvalideleri çok şık ve çok
heyecanlıydılar, bizde onların bu heyecanına ortak olduk.
Ela ve Murat’a ömür boyu
mutluluklar dileriz.
30 Mayıs 2013 Perşembe
Kanatsız Kuşlar
Yazar: Louis de Berniéres
Orijinal Adı: Birds Without Wings
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi
Çeviren: Bahar Öcal Düzgören
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2012- 8.Baskı
Güneybatı Anadolu’nun küçük bir kasabasında, Müslüman ve Hıristiyan toplumu
yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşamaktadır.
Kasabada süregelen gizli karasevdalar, farklı inançlardaki iki din adamının
bakış açıları, birbirine karışmış ve kaynaşmış iki toplumun ilginç karakterleri
Anadolu’nun bu kıyısını dünyanın birçok yerinden ayırmaktadır.
Ne var ki kısa bir süre sonra o büyü bozulur. Savaş korkunç yüzünü din ve
milliyetçilik uğruna işlenen katliamlarla gösterir. Artık açlık ve düşmanlık
ortalıkta kol gezmektedir.
Ve bu küçük kasabanın dışında askeri dehası ve akıl almaz cesareti ile
ülkenin kaderini hayalinde yaşattığı biçimde yeniden çizen bir Mustafa Kemal
vardır.
Zamanımızın en iyi ve en sevilen yazarlarından olan Louis de Bernières,
Kanatsız Kuşlar’daki destansı anlatımı ve derinden etkileyen temalarıyla
geçmişimize muhteşem bir yolculuk yaptırıyor. (Arka Kapaktan)
Yorumlarımız:
İngiliz yazar Louis
de Berniéres tarafından yazılan Kanatsız Kuşlar ilk defa 2004 yılında
basılmış. Şu anda okuduğum kitabın yedinci basımı. Kitap alışılagelmiş bir
roman kurgusundan çok tarihle/gerçeklerle kurguyu harmanlamış bir
yazı niteliğinde. Fethiye’nin Eskibahçe köyünde 1. Dünya savaşı sonrası
yıllarda farklı din ve etnik gurupların barış içindeki yaşamlarını ve
köydeki belli başlı aileleri anlatarak başlıyor roman. Osmanlı
topraklarını ve daha sonra özellikle Anadolu’yu istila eden düşmana karşı
yapılan mücadeleler savaşın sıkıntılarını, sefaleti, acımasızlığı, açlığı,
hasretleri, zorla yapılan göçleri, topraktan/evlerden /sevgiliden/aileden
koparılışı göz önüne seriyor. Bu arada Atatürk’ün hayatı ve bilhassa kurtuluş savaşı
ve hatta daha sonra cumhuriyetin kurulması sırasındaki olağanüstü çabaları
romana paralel anlatım yöntemi ile Eskibahçe’nin hikâyesi ile
birleştiriliyor. Bu kurgulama sırasında her bir bölüm neredeyse başka bir
kahramanın ağzından anlatılıyor. Ben bu romanı okurken bu paralel anlatımı açıkçası
biraz yapay hatta zorlayıcı buldum. Farklı kişilerin anlatımı da bazen kafamı
karıştırdı.
Roman bir bütün
olarak ele alındığında kurtuluş savaşını tekrar hatırlamamızda, yapılan
inanılmaz mücadeleyi göz önüne sermekte çok başarılı. Hele yabancı bir yazarın
bu kadar ayrıntıya girebilmesi için son derece çok okuması ve kavraması kolay
bir durum olmasa gerek. Ancak benim için gene de en çarpıcı olan kısmı
kurgulanmış olan Eskibahçe’deki savaş öncesi ve savaş sonrası hayatlar. Yazar
bu farkı öyle çarpıcı anlatmayı başarmış ki insan bazen insanlığından utanıyor.
. Günümüzde de farklı din ve etnik kökenden insanların huzurla bir arada
yaşama istek ve arzuları politik nedenle bir karabasana dönüşüp birçok
ölümlere, sonsuz acılara dönüşmüyor mu; kanadı kırık kuşlar gibi
ortalıkta kalınmıyor mu?
Birlikte sınıfsız,
farksız, ötekileştirmeden yaşayacağımız mutlu günler dileklerimle… LEYLA
“Kanatsız Kuşlar”
İngiliz yazar Louis De Berniers tarafından yazılmış, Osmanlının son dönemi,
Kurtuluş savaşı ve mübadeleyi içeren süreci anlatan çok sürükleyici, çok uzun
olmasına rağmen okuması kolay ve olayları değişik açılardan vermesi yönüyle de
ilgimi çeken bir kitap oldu. Esas karakterler Fethiye’ye bağlı bugün Kayaköyü
diye adlandırılan tek edilmiş köyde yaşamakta. Burada insanların değişik
dinlere, ırklara mensup olmalarına rağmen dostça ve homojen bir topluluk olarak
yaşamaları, bu farklılıkların birer “renk” olarak algılandığı, iç içe geçmişlik
olgusu çok güzel işlenmiş. Diğer taraftan bu gündelik yaşamlara paralel olarak
Osmanlının son dönemi, Rumeli’de M. Kemal Kemal’in doğuşu, yetişmesi, yenilikçi
hareketler (İttihat ve Terakki Cemiyeti), saray ve saraya yakın çevreler
anlatılmış. Her ne kadar zaman zaman bu bölümler romandan ziyade tarih dersi
gibiyse de kitabın sadece Türkler tarafından değil, yabancılar tarafından da
okunduğu ve onların bu detaylardan habersiz olduğu düşünülürse bizim zaten
dağarcıklarımızda mevcut olan bu bilgilerin kitap içine serpiştirilmesinin
nedenini anlayabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü bu kısımlar atlanıldığında
hikâyenin tamamlanamayacağı kanısındayım- her ne kadar bir kurgu olsa da gerçek
tarih üzerine monte edilmiş bir hikaye olduğunu unutmamak gerekir ve tüm bu nedenlerle
kitabın çok başarılı olduğunu, bilhassa insan çeşitliliği, birbirleriyle olan
ilişkileri, dostlukları, aşkları, değişik görüşlerin tartışıldığı, araya nifak
sokanların genelde mensup oldukları kendi gurupları tarafından dışlandığı,
savaş ve acıları, diğer taraftan her iki taraf insanının tüm masumiyetlerine
rağmen evlerinden, yurtlarından istemeye istemeye edilişleri (mübadele) ve
üzüntüleri çok içten ve sade bir dille anlatılmış, neredeyse orda yaşıyormuş ve
olaylara şahit olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Yakın tarihi bir roman kurgusu
içinde özümsemek isteyen herkese tavsiye ederim. DEMET
I.Dünya savaşının
son yılları ve Kurtuluş savaşı yıllarında din, dil ve ırk ayrımı nedir
bilmeden Fethiye'nin Eskibahçe ismindeki şirin bir köyünde Osmanlı olarak aynı
çatı altında birleşen insanların öyküsü ile Mustafa Kemal Atatürk
ün çocukluğundan başlayarak devlet başkanlığına giden öyküsü paralel bir
kurgu çerçevesinde anlatılmış''Kanatsız Kuşlar'' romanında.
İngiliz yazar
Luois de Bernıeres’in eserinde birden fazla anlatıcı var. Köy
halkanın hemen hemen hepsi sırayla bir veya birden fazla anlatıcı olup
kendi öykülerini dile getiriyorlar. Bütün bu karakterlerin ortak olarak
birleştikleri kader aynı. Sonu savaş ve mübadeleye varan ''hüzün''.
Köyde yaşayan
Müslüman ve Hıristiyan halk birbirlerinin azizlerine adak adayacak kadar
dinlerine ve inançlarına saygılılar, öyle ki Müslüman Karatavuk ile can
arkadaşı Hıristiyan Mehmetçik vatan için orduya katılmak üzere aynı heyecanı
hissediyor. Çünkü onlar iki ayrı dinden değildirler. Onlar''Osmanlılar''. Böyle
biliyorlar kendilerini. Diğer taraftan Mustafa Kemal ve onun askeri dehasının
anlatımında yazarın kapsamlı bir araştırma yaptığını görüyoruz. Paralel
kurgu halinde anlatılan hayatlar Çanakkale Savaşında birleşiyor. Ana
karakterlerden Karatavuk savaşta Atatürk'ü tanıma şansına erişiyor.
Savaş sonrası
değişen hayatlara üzülerek tanık oluyoruz. Mübadele yine acımasızca insanları
ve hayatları bölüyor. Hıristiyanların hepsi evinden, yurdundan
koparılarak siz Yunansınız diyerek nerede olduğunu dahi
bilmedikleri Yunanistan'a gönderiliyor. Hemen döneceklerinden o kadar
eminler ki ev anahtarlarını komşularına bırakıp gidiyorlar. Onların yerine
Yunanistan'ı vatanı bilen ve hiç Türkçe bilmeyen Türkler getiriliyor.(bunun
gibi insanlık onuruna yakışmayan öyküleri bugün Kayaköy olarak
bilinen yörede maalesef utanarak dinliyoruz)
Özet olarak
yukarıda anlatmaya çalıştığım roman gerçekler üzerine kurgulanmış
içinde masum aşkların yer aldığı, savaşın acımasız yüzünün anlatıldığı, mübadelenin
anlamsızlığının bir kez daha sorgulandığı bir yapıt. Savaş sırasında
çekilen acıları ve sefaleti derinden hissettiriyor verilen olağanüstü
mücadeleyi bir kere daha hatırlatıyor ancak birbirinden yer yer kopuk
karakterlerin gereğinden uzun anlatımıyla romanın ana temasından
uzaklaşarak devam ediyor. Bu da kitabın okumasını güçleştiriyor.
Haklı gerekçelere
dayanarak gerçekleştirilen mübadelenin insanları ne kadar mutsuz ve
perişan ettiğini, özlerinden kopardığını ve bu hislerin günümüzde halen birkaç
nesildir yaşanmakta olduğunu esefle görüyoruz. BEYZA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)