26 Aralık 2020 Cumartesi

Elena Ferrante


Elena Ferrante ilk romanından itibaren gerçek kimliğini gizleyip müstear isimle yazan bir İtalyan yazar. 1943 yılında Napoli'de doğan Ferrante'nin gerçek kimliği bilinmemekte olup yayıncısı basına yazar hakkında kısa bilgiler vermekle yetinmektedir.

İlk romanı “L'amore molesto” 1992 yılında yayımlandı. “Bir Yazarın Yolculuğu - Frantumaglia” romanında ise küçük küçük kendi ile bilgiler vermektedir.

Kendisine dünya çapında başarı getiren Napoli Romanları serisinin ilk kitabı “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım” ise 2011'de basıldı. İtalya’da bir kenar mahallede yetişen iki genç kızın çekişmeler, kıskançlıklar ve sırlarla örülü dostluklarını, zorluklarla geçen büyüme ve varoluş serüvenlerini anlatır. Serinin diğer kitapları ise, “Yeni Soyadının Hikayesi”, “Terk Edenler ve Kalanlar”, “Kayıp Kızın Hikayesi”.

 İki zeki kadının ömür boyu devam eden dostluğunu anlatan serinin gördüğü ilginin ardından gizemli yazarın kim olduğu daha çok merak edilir hale geldi. Bugüne kadar çok sayıda yazar, çevirmen ve yayıncının o olduğu iddia edildi.

 “Ayrılık Günleri” adlı eseri büyük okuyucu kitlesine sahip olan Ferrante edebiyat alanında verilen Uluslararası Man Booker Ödülü ile Strega Ödülü 'ne aday olmuş.

Yazarın hafta sonu eki için The Guardian’a yazılar yazdığı bir köşesi var.


23 Aralık 2020 Çarşamba

101. Kitabımız

 Sekiz kitap kulübümüz bundan 12 sene önce her biri meslek sahibi, kitap okumayı seven ancak edebiyatçı olmayan sekiz arkadaş tarafından kuruldu. 2020 senesi bizim 12 seneyi geri bıraktığımız ancak tüm dünya için son derece zorlayıcı bir yıl olmakla birlikte, bizlerin kitap okumaktan vazgeçmediğimiz, zoom aracıyla toplantılarımıza devam ettiğimiz ve okuduğumuz kitapları tartıştığımız bir yıl olarak geride kaldı. Sekiz kitap kulübümüz, özellikle bu dönemde, bize bir soluk da oldu- en azından ayda bir kere fiziksel olmasa da sanal ortamda birbirimizi görüp sohbet edebildik, tartıştık, güldük, dertleştik kısaca birbirimize daha da bağlandık. Hepimiz 2021’de daha olumlu şartlarda birlikte olmayı iple çekmekteyiz. Son toplantımız 29 Aralık’ta gerçekleşecek ve bu bizim şimdiye kadar okuduğumuz 101.ci kitap olacak! Bu ciddi bir rakam ve bence tamamen hepimizin birbirine saygı ve sevgisinin sonucu; hepimizin her kitabı çok severek okuduğunu söylemek gerçekçi olmaz ancak herkes sevsin, sevmesin seçilen kitabı gayet ciddiyetle okuyup bitirip, tartışmalara çok değerli katkıda bulunabildi. Bana göre kitap kulübümüzün hala keyifle sürmesinin en büyük nedeni bu ciddiyet ve ortak sorumluluk hissi.  Daha nice on’ar senelere….  DEMET



7 Aralık 2020 Pazartesi

Arı Kovanı

 

                                                             Yazar: Camilo Jose Cela

                                                             Özgün Adı: La Colmena

                                                             Orijinal Dili: İspanyolca

                                                             Yayınevi: Jaguar Kitap

                                                             Çeviren: Gökhan Aksay

                                                             Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2016, 1.Baskı

 

 

"Bayan Rosa, heybetli kalçasıyla müşterilere çarpa çarpa, kafedeki masaların arasında koşuşturur durur. 'Lanet olası! Tövbeler olsun!' diye sıkça mırıldanır. Onun dünyası kafeden ibarettir; evrenin geri kalanı ise kafenin çevresidir."

Bayan Rosa'nın evreninin dışında yer alan kadınlar ve erkekler, birer ikişer onun dünyasına girerler: Dertli kadınlar ve dertli erkekler, birbirleriyle ve birbirlerinden konuşurlar orada. Kendileriyle birlikte acılarını, umutlarını, aşklarını ve her birinin bağlı olduğu hayatları da getirirler. Arı Kovanı onların dünyalarıyla dolar. Böylece Bayan Rosa'nın Madrid'deki kafesi sadece onun için değil, üç yüzden fazla karakter -ve bu romanın okuru- için "bir dünya"dan ibaret olur.

Ülkesinde "İspanyolcanın Cervantes'ten sonraki en önemli yazarı" olarak görülen Nobel ödüllü Camilo José Cela'nın kendisine has grotesk realizminin en yetkin örneği Arı Kovanı, Gökhan Aksay'ın İspanyolca aslından çevirisiyle…

"Arı Kovanı, İspanyol edebiyatının tartışmasız temel taşlarından biridir." (Tanıtım Bülteninden)

 

Yorumlarımız:

 

Kitap Kulübümüzün yüzüncü romanı.  Yüzüncü kitabımız olduğunu bilmeden seçtik. Hem Nobel ödüllü bir yazarın romanı, hem de şimdiye kadar okuduğumuz romanlardan çok farklı bir roman Arı Kovanı.

Romanda, yazar sokakları, sinemaları, kafeleri, genelevleri ile Madrid’i ve Cumhuriyetçisi, Milliyetçisi, zengini, fakiri, ezeni, ezileni ile Madrid halkını anlatmış. Kimseyi kahramanlaştırmadan, iç savaş döneminin gerçeklerini aktarmış. Yüzlerce karakter var, çoğu bir görünüp bir kaybolmuş. Aynı Arı Kovanı gibi… Vızır vızır… Bir sürü insan. Yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk.. Onların umutları, umutsuzlukları, açlıkları, yoksullukları, aşkları, acıları, korkuları…. Bu kadar karakter yaratırken çelişkiye düşmemiş yazar. Hepsinin hikayesini, o tarihteki gerçeğine dokunarak anlatmış. Bu küçük hikayelerle petek petek örmüş romanı.

Kitabı bitirince tam adına uygun bir roman diye düşündüm. Önce “Dona Rosa’nın Kafe”sinin Arı Kovan’ı olduğunu düşündüm. Kovanın Kraliçe Arısı Bayan Rosa. Garsonlar, kahve içmek için gelen müşteriler, sigara satıcıları, ısınmak için girenler, gazete satan çingene çocuk, satranç oynamak için gelenler, çay saati müşterileri de işçi arılar.

 Ama romanın bir yerinde kendimi Madrid sokaklarında yürürken buldum. Celestino Ortiz’in kafesinde, Bayan Ramona’nın sütçü dükkanında, Bayan Elvira’nın evinde ya da Martin Marco ile annesinin mezarında… Savaş sonrası Madrid ve Madrid halkı hakkında o kadar çok bilgi sahibi oluyoruz ki roman bitince. Toplumun farklı katmanlarını, düşünce yapılarını, sabunlarını, tütünlerini, kültürel aktivitelerini, yazarlarını, fırıncılarını, fahişelerini,… O zaman acaba “Madrid” mi Arı Kovan’ı??

Sonuçta romanın kendisinin Arı Kovanı olduğuna karar verdim. Bu kadar insanı bir arada tutan ve onların dünyalarına dalan, birbirleri ile ilişkilerini bize küçük öykülerle çok başarılı bir şekilde anlatan, 1943 Madrid’ini tüm gerçekliği ile gözler önüne seren roman tam bir “Arı Kovanı”.

Ben romanı çok sevdim. Herkese tavsiye ederim. NURİZER

1989 yılında Nobel Edebiyat ödülü alan Ispanyol yazar Camilo Jose Cela' nın ülkemizde var olan tek kitabı.

Çok farklı bir kurguyla yazılmış, neredeyse her paragraf ayrı bir hikâye. Başlangıçta bütünü bulmak için uğraşıyorsunuz. Okuduğumuz romanlardan çok farklı. Eserde üçyüzün üzerinde karakterle tanışıyorsunuz. Adeta dramatik bir öyküler yumağı.

Olaylar İspanya iç savaşından sonra, Franco döneminde, 1940’lı yıllarda Madrid'de geçiyor. Rosa'nın kafesi. Akşam 7’den önce ve sonra gelenler. Siyasetçisi, garsonu, ayakkabı boyacısı, müzisyeni, yalnızı, fahişesi, zengini, yoksulu herkes bu kovana girip çıkıyor.  Ayrıca bu şahısların dışardaki hayatları, yakınları, yaşamları, apartman hayatları....

Akıcı, okunması kolay, ilginç bir kitap, ilginç bağlantılar.  Merak mı ediyorsunuz? Hemen okumalısınız. ZELİHA

 


27 Kasım 2020 Cuma

Camilo Jose Cela

 



Modern İspanyol edebiyatının en büyük yazarı kabul edilen Camilo Jose Cela, 1 Mayıs 1916’da İspanya’nın Galiçya bölgesindeki Iria Flavia’da doğdu. Ailesi başkente taşınınca Cela eğitimine dokuz yaşından sonra kilise okuluna devam etti. 1931’de yakalandığı tüberküloz sonrası yattığı sanatoryumdaki iki yılını kitap okuyarak geçirdi. 1934’te tıp fakültesine kaydolsada, buradaki dersleri yerine edebiyat fakültesinin derslerini takip etti. Çağdaş edebiyat dersleri veren Pedro Salinas’tan oldukça etkilenen Cela, ilk şiirlerini ve yazılarını “Onunla tanışmasaydım, yazmayı bu denli ciddiye alamazdım,” dediği hocası Salinas’a gösterdi ve onun yönlendirmelerine sadık kaldı. İç Savaş patlak verince Cela’nın ve daha sonra İspanya’nın önemli entelektüelleri arasında yer alacak arkadaşlarının öğrenimleri yarıda kesildi. Cela, milliyetçi tarafta yer aldı. Savaşta yaralandı. Bu sırada şiir yazmaya devam etti ve ilk kitabını oluşturdu. 1940’ta hukuk okumaya başladı.

Annesini öldüren bir adamın öyküsünü anlattığı ilk romanı “Pascal Duarte ve Ailesi” 1942’de yayımlandı. Romanın kazandığı olağanüstü başarı Cela’ya hukuk öğrenimini de yarıda bırakma cesareti verdi ve Cela hayatını yazmaya adadı.

Gençliğindeki görüşlerine veya sınıfına rağmen Franco rejimi ile uyuşamadı. 1945 ve 1950 yılları arasında “Arı Kovanı’nı (La colmena)” yazdı. Roman, uzun bir sansür sürecinin sonunda 1951’de yayımlanabildi ve kısa bir süre sonra yasaklandı. Uzun bir edisyon ve sansür süreci geçiren kitap resmî basım iznini ancak 1963’te alabildi.

1953`te yakın akrabayla cinsel ilişki sorununu işleyen “Mrs. Caldwell habla con su hijo (Mrs. Caldwell Oğluyla Konuşuyor)” romanını yayınladı.

1954 yılından itibaren Mallorca adasında yaşamaya başladı ve orada aylık Papeles de Son Armadans adlı edebî dergiyi kurarak politik fikirleri nedeniyle edebî sürgünde olan yazarların ürünlerini yayımladı. Şiir, roman, öykü, gezi kitabı, deneme, fabl türlerinde art arda eserler vermeye devam eden Cela, Franco’nun ölümünden sonra daha aktif bir yaşam sürmeye başladı ve politik görevler de üstlendi.

1989’da “zengin ve yoğun nesri”nden ötürü Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

Kendisine has gerçekçiliğin en iyi örneğini verdiği Arı Kovanı romanı, 1982’de Mario Camus tarafından beyaz perdeye aktırıldı. Cela'nın da küçük ama önemli bir rol de oynadığı bu film, 1983 yılında, 33. Berlin Şenliği'nde, Altın Ayı Ödülünü kazanmıştır.

“Karanlık Gerçekçi” edebiyatın öncüsü olarak tanınan Cela, on ikisi roman olmak üzere çeşitli türlerde yetmiş eser verdi. “İspanya’nın Cervantes’ten sonraki en önemli yazarı” olarak da nitelendirilen Jose Cela, 2002 yılında Madrid’de hayata gözlerini yumdu.


20 Kasım 2020 Cuma

Middlesex

 

  


                                                     Yazar: Jeffrey Eugenides

                                                     Özgün Adı: Middlesex

                                                     Orijinal Dili: İngilizce

                                                     Yayınevi: Domingo Yayınları

                                                     Çeviren: Solmaz Kamuran

                                                     Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Kasım 2019, 8.Baskı 

 

Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey'de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak. 

Bu cümleyle başlıyor, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük romanların biri olarak gösterilen Middlesex. Kuşaklar boyunca ondan ona geçip sonunda küçük bir kızın, Calliope Stephanides'in bedeninde çiçeklenen bozuk bir genin hikayesi bu. Genin yolculuğunun sonlandığı yerde, Calliope'nin kendi yolculuğu başlıyor, karşısında ise o yaman soru: Bizi biz yapan şey nedir; genlerimiz mi, seçimlerimiz mi? Ve böylece dinlemeye başlıyoruz Stephanides ailesinin Osmanlı Bursası'ndan Henry Ford'un Detroit'ine uzanan, çağın tüm gelgitlerinden nasibini almış seksen yıllık büyüleyici öyküsünü. Koza Han, İzmir yangını, hayalleri taşıyan dökük gemiler, fabrika dumanları altında kıpırdanan Detroit, içki yasağı, ayaklanmalar, onca hayal kırıklığına rağmen tükenmeyen olasılıklar… Sonunda birleşip Calliope Stephanides'i oluşturacak tüm parçalar.

Eugenides dokuz yılda yazdığı Middlesex'te üç kuşak ve iki kıtaya yayılmış bir aile hikâyesini tabulara ve dogmalara alaycı bir dille karşı çıkarak, inanılmaz bir akıcılıkla anlatıyor. Bugüne kadar 35 dilde yayımlanan ve üç milyonun üstünde okura ulaşan Middlesex, bir modern zamanlar destanı. Ve tüm destanlar gibi, kahramanlarının hikayesinden çok daha fazlasını söylüyor bize. (Tanıtım Bülteninden)

 

Yorumlarımız:

 

Middlesex Jeffrey Eugines tarafından yazılmış Pulitzer ve diğer üç edebiyat ödülüne layık bulunmuş bir kitap. Kitabın arka yüzüne baktığınızda öne çıkan mesaj kahramanın 14 yaşında Hermafrodit olduğunu anlamış bir kişinin hikayesi olarak düşünüyorsunuz. Halbuki kitap bundan çok fazlası; 3 kuşak bir ailenin tüm fertleriyle ilgili hem yaşadıkları, hem psikolojileri, ayrıca bu süreçte bulundukları coğrafi konumdaki politik değişiklikler, dünyadaki akımlar gibi çok kapsamlı bilgileri de içeren çok katmanlı bir roman. Ayrıca kitapta enteresan zıtlık anlatımları mevcut ve semboller kullanılarak ip uçları verilmiş; bunun en güzel örneği kahramanın babasının kol düğmeleri; trajedi ve komediyi simgelemekte. Kurgulanan hikâye içinde bu zıtlık kavramsal olarak en güzel bebeğin cinsiyetinin belirlenmesinde yani geleneğe (gümüş kaşık) karşı bilimsel metod (yumurtlama dönemine göre çiftleşme) ve kitabın özellikle ikinci yarısında vurgulanan kadercilik’e karşın özgür iradeyle karşımıza çıkmakta. Kitabın genelinde ise mitolojik öğelerle zenginleştirilmiş bir anlatım mevcut. Middlesex’in hikayesi ve kahramanlarıyla ilgili detaya girmeksizin söylenebilecek en güzel tanımlama kitabın değişim/ dönüşüm süreçleriyle ilgili bir roman olduğu kanımca. Bu süreçler üç kuşak üstünden şöyle sıralanabilir;

-        Çocukluktan yetişkinliğe, ebeveyn olmaya ve büyük anne/ babalığa

-        Yerli olmaktan göçmenliğe

-        Kardeşlikten karı kocalığa

-        Kırsaldan şehirliye

-        Eski dünyadan yeni dünyaya

-        Orta halden fakirliğe ve sonradan tekrar hali vakti yerinde olmaya

-        Sevgi dolu ifadelerden konuşma yetisinin kaybına

-        Teknoloji hokkabazlığından hippiliğe

-        Savaştan sulha, sulhtan anarşi ve isyan dönemine ve tekrar sulha

-        İnançtan inançsızlığa

-        Kurtarıcıdan kurtarılmışlığa

-        Üst ahlak/ normlardan ahlaki bozulma/ yolsuzluk ve hatta cinayete

-        En sonunda kızdan erkekliğe geçiş

Middlesex uzun ancak tercümesi başarılı, okumakta zorlanmayacağınız bir kitap. Okurken ve sonrasında içeriği ile ilgili düşünmeye başlıyorsunuz ve bilgi dağarcığınız birçok konuda zenginleşiyor. Romanın mükemmel kurgusu, enteresan konuları içermesi ve bu nedenle sürükleyiciliğiyle okunmasını tavsiye ederim. DEMET


“Ben iki kez doğdum: İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey'de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak.”

600 sayfalık kitaba bu etkileyici giriş cümlesi ile başlayınca, 14 yaşında geçireceği ameliyat ile erkek olan çift cinsiyetli bir kişinin psikolojisi, yaşadıklarını ve dönüşümünü okuyacağımı düşünerek oldukça yanılmışım.

Yazar, Callie Stephanides’in hermafrodit olmasına neden olan bozuk genin peşine düşerek kendinden önceki iki neslin hikayesini anlatıyor. Anadolu kökenli Rum bir ailenin İzmir’den Amerika’ya göçü ve üç kuşağın Amerika’daki yaşamı anlatılırken, ailenin değişimi ile Amerika’nın değişimi iç içe geçiyor.

14 yaşına kadar kendindeki problemi bilmemesine rağmen çok mutlu bir çocuk görünümünde değil; saçını kestirmemesi, yüzünü saçları ile örtmesi, görünüşünü beğenmemesi… Ama bunu hep ergenlik problemi olarak düşündüm. 14 yaşında çift cinsiyetli olduğunu öğrenmesi ile 41 yaşında Berlin’de bir diplomat olarak çalıştığı dönem arasındaki 27 yıl ise son yüz sayfada yüzeysel olarak geçiştirilmiş.

“Beni ben yapan genlerim mi yoksa seçimlerim mi?” diyen Cal, nasıl dünyaya geldiyse öyle yaşamaya karar verir. Ama sanırım kolay bir hayatı olmamış ve kaçarak saklanarak yaşamış.

Dediğim gibi kitap Cal’in hikayesi değil. Çok katmanlı bir göçmen hikayesi. Çok başarılı kurgulanmış. Yazar kitabı 9 yılda uzun araştırmalar sonunda yazmış. Çok fazla detay var. Çok uzun olmasına rağmen Cal’e ne olacak merakı ile rahat okunuyor. NURİZER

Middlesex, 2002 yılında yayınlanan Jefrey Eugenides tarafından yazılmış, Pulitzer ödüllü bir roman.

Bursa'dan, İzmir yangınına, oradan Amerika'ya göç.  

Bir dizi toplumsal olaylar dönemi; sanayi devrimi, zenci ayaklanması, hakları ayaklanması, içki yasağı ve....

Farklı bir kromozom bölünmesiyle oluşan genin yıllar sonra Calliope Stephanides'de ortaya çıkması ve kız olarak yetişip ondört yıl sonra farklılığının anlaşılması. Bir dizi ailevi olaylar, aile içi ensest ilişkiler, doğru ile yanlış kavramları arasında çabalar, yaşanmışlıklar. Sosyal olaylar; fakir semtten, bir yangının yarattığı fırsatla zengin semte taşınma. Aşklar, hikayeler...

Bir hastane odasında gerçekle yüzleşme, öncesi ve sonrası kırklı yaş anıları...

Roman altıyüz sayfa. Belki bazı tekrarlar, tasvirler fazla diye düşünülse de çabuk okunulan, bence etkileyici ve düşündürücü, gerçekle yüzleştirici bir hikâye.

Çeviriyi yapan Solmaz Kamuran'ın payı da inkâr edilemez. Düzgün akıcı bir Türkçe.

Sonuç "Hayatı sorgulayabiliriz, ama gerçekleri asla"....

Okumanız tavsiyesiyle... ZELİHA


Jeffrey Euginides

 



Jeffrey Kent Eugenides 8 Mart 1960 da Amerika’nın Detroit şehrinde doğdu. Kökleri Türkiye'ye dayanır, babaannesinin büyükanne ve babaları küçük Asya göçmenleridir. Babası Michiganlı, annesi İngiliz ve İrlanda kökenlidir. Liggett School ve Brown Üniversitesi'nde lisans eğitimini tamamladı, 1982'de Avrupa'ya ve Kalküta'ya gitti. Rahibe Teresa ile gönüllü olarak çalıştı. Daha sonra Stanford Üniversitesi'nden Yaratıcı Yazarlık dalında yüksek lisans eğitimi gördü.

Eugenides, nispeten erken yaştan bir yazar olmak istediğini şöyle ifade eder: "Yazar olmaya çok önce karar verdim; lise yılları boyunca Joyce'un “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”ni okuduk ve bunun üzerimde büyük bir etki yarattığını söyleyebilirim." Eugenides'i etkileyen ünlü yazarlar arasında Joyce, Proust, Faulkner, Musil, Woolf bulunuyordu.

1986'da "Here Comes Winston / Kutsal Ruh'la Dolu" adlı öyküsü için Sinema Resim Sanatları ve Bilimleri Akademisi Nicholl Bursu'nu aldı. San Francisco'da birkaç yıl yaşadıktan sonra New York, Brooklyn'e taşındı ve Amerikan Şair Akademisi sekreteri olarak çalıştı. New York'tayken Jonathan Franzen gibi benzer şekilde mücadele eden çok sayıda yazarla arkadaşlık kurdu. Eugenides, 1999'dan 2004'e kadar Berlin'de yaşadı.

Eugenides'in 1993'te yazdığı "Bakire İntiharları / The Virgin Suicides" adlı romanı 34 dile çevrilmiş ve 1999'da Sofia Coppola tarafından filme çekilmiş ve eleştirmenlerce beğenilmiştir. Bu romanda Michigan, Grosse Pointe'de bir yıl içinde ardarda intihar eden beş kız kardeşi anlatır.

Eugenides bu yapıtından sonra yazdığı "Middlesex" romanının yayınlanmasına kadar geçen süre içinde başta The New Yorker olmak üzere çeşitli dergilerde kısa öyküler yayınladı. 2002'de yayınlanan romanı Middlesex, Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü, Uluslararası Dublin Edebiyat Ödülü ve Fransa'nın Prix Médicis ödülü için finalist olmanın yanı sıra 2003 Pulitzer Kurgu Ödülü'nü kazandı.

Dokuz yıl sonra üçüncü romanı "The Marriage Plot"u Ekim 2011'de yayınladı. Romanda, Brown Üniversitesi'nden mezun olan ve bir aşk üçgeni oluşturan üç genç yetişkini anlatmaktadır.

2007 sonbaharından beri eşi ve çocuğu ile Princeton'da yaşıyor ve New Jersey Peter B. Lewis Sanat Merkezi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri veriyor.


Yeni Bir Döneme Başlarken............

 

Şubat 2009’dan beri her yıl Ekim – Haziran ayları arasında yaptığımız 8ekiz Kitap Kulübü toplantılarımız tüm hızıyla devam ediyor, üstelik tüm dünyayı etkisi altına alan Korona virüs salgınına rağmen. Mart ayındaki toplantımızdan sonra ne yazık ki son üç toplantımız, internet üstünden yaptığımız Zoom toplantısına dönüştü. Arkadaşlarımızın güzel yemeklerinden, zevkli sofralarından, bir arada olmanın verdiği mutluluktan mahrum kaldık ama tartışmalarımız hararetini kaybetmedi ve beklediğimizden çok başarılı oldu.

Ekim 2019 – Haziran 2020 arasında yaptığımız 8 toplantıda tartıştığımız kitaplar şöyle:

-        Benim Hikayem / Michelle Obama ve Alman Subayın Evi / Liz Behmoras

-        Kapı / Magda Szabo

-        Kuşlar Yasına Gider / Hasan Ali Toptaş

-        Portakal’ın Yüzyılı / Enis Batur

-        Otomatik Portakal / Anthony Burgess

-        Kış Ortasında / Isabel Allende

-        Adem’den Önce / Jack London

-        Talebe / Tara Westover

      Her biri farklı bir tat, yeni bir bilgi, bambaşka dünyalarla tanıştırdı bizi. “Kapı”da Macar bir yazarı tanırken, kendini dünyaya kapatmış bir temizlikçinin evine girdik. “Talebe”de Mormon bir ailenin inançlarını, yaşayışını, bağnazlıklarını okuduk. “Portakal’ın Yüzyılı”nda Türkiye’nin antikacılık tarihini öğrendik. “Benim Hikayem”de Michelle Obama’nın hayatını okurken, bizimde yaşamımızda tanıklık ettiğimiz Amerikan tarihindeki olayları yeniden hatırladık. “Adem’den Önce”de maymunlar dünyasının gelişimi ile insanların gelişiminin paralelliğini gördük. Kültleşmiş “Otomatik Portakal”ı okurken zaman zaman tüylerimiz diken diken de olsa çok zevk aldık. “Kış Ortasında” yaşın ne olursa olsun aşk her an kapını çalabilir dedi. Minibüsü ile yollarda özgür olmaya alışmış bir insanın protez taktırdıktan sonraki çaresizliği, yalnızlığı, sessizliği o kadar dokunaklı anlatılmış ki “Kuşlar Yasına Gider”de. “Alman Subayın Evi”ni okurken ise İkinci Dünya Savaşı döneminde İstanbul’da ve Büyükada’da dolaştık. Sonuç olarak, her birinden ayrı keyif aldık, birkaç damla da olsa bilgi dağarcığımıza yeni şeyler ekledik, yeni yazarlar tanıdık. 

   8ekiz Kitap Kulübü olarak birlikte olmaktan, kitaplarımızı paylaşmaktan, tartışmaktan hep mutlu olduk. Geride bıraktığımız 12 dönemde 98 kitap okumuşuz, birlikte geziler yapmışız, sergiler gezmişiz, yemekler yemişiz,… Bildiklerimizi, öğrendiklerimizi, tecrübelerimizi kısacası hayatı paylaşmaya çalışmışız….

    Kasım’20 de başladığımız yeni dönemimizin bir yerinde umarım ki salgın biter ve tekrar evlerimizde toplanmaya başlarız. Sağlıkla, keyifle, yeni kitaplarla yeni bir döneme….

 

3 Haziran 2020 Çarşamba

Talebe






                                               Yazar: Tara Westover
                                               Özgün Adı: Educated
                                               Orijinal Dili: İngilizce
                                               Yayınevi: Domingo Yayınları
                                               Çeviren: Duygu Akın
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Nisan 2020, 3. Baskı


Tara Westover’ın bir doğum belgesi olmadı. Okul kaydı yoktu çünkü hayatında hiçbir sınıfa ayak basmamıştı. Tıbbi dosyası yoktu çünkü babası tıp biliminden ziyade kıyamete inanıyordu. Çocukluğunda Mormon babasının bağnazlığa, erkek kardeşinin şiddete teslim oluşunu izledi. Ve on altı yaşına geldiğinde Tara kendi kendini eğitmeye karar verdi. Bilgiye duyduğu açlık onu Idaho’nun dağlarından çok uzaklara, okyanusların ötesine, bir kıtadan diğerine, Harvard’dan Cambridge'e taşıdı. Neden sonra aklına şu soru düştü: “Acaba fazla mı uzağa gittim?”, “Eve dönmenin hâlâ bir yolu var mı?”
Çıktığı günden itibaren dünya çapında büyük övgü toplayan, pek çok yayın organı tarafından yılın kitabı seçilen ve şu ana dek 40 dile çevrilen Talebe bir kendini inşa öyküsü. Tara Westover, hiddetli bir sadakatle bağlandığı ailesinin, eğitim sayesinde yaşadığı değişimin ve ayrılık kederinin hikâyesini bizzat kendi hayat hikâyesini büyük yazarlara özgü bir içgörüyle anlatıyor. Yürek burkan ve umut saçan bir hikâye bu.
“Sarsıcı. . . Tara Westover’ın hayat hikâyesi sıra dışı ama kitabın merkezindeki sorular hepimize dair: Sevdiklerimiz için kendimizden ne kadar ödün verebiliriz? Büyüyebilmek için onlara ne kadar ihanet edebiliriz?”

Yorumlarımız:

Talebe otobiyografik bir kitap- Mormon dininde olan bir kızın çocukluk, gençlik anıları, ailesi, kardeşleriyle ilişkileri ve daha sonra aldığı eğitim sonucunda değişimi ve kökten dinci bir hristiyan babanın taassubundan kurtuluşu. Özetle Tara Westover tüm hayatını anılar şeklinde samimi olarak anlatmış. Kitap sürükleyici olmakla birlikte zaman zaman hadiseler karşısında insanı isyan ettiriyor ve katı bir iman’ın nelere varacağının, insanı nasıl körleştirebileceğinin belgesi niteliğinde. Beni en çok etkileyen olgu Tara’nın 17 yaşında bu ortamdan çıkmasına rağmen ve çok iyi bir eğitim sürecinde bile bir yanıyla tüm bu bağnaz felsefeye bağlı hissetmesi ve zaman zaman suçluluk duygusunu taşıması; eğitimi ne derece vizyonunu ve yaşam felsefesini değiştirse de hala o güçlü dogmanın pençesinde kıvranması. Sonunda rasyonalite ağır basıp, kendini ailesinin etkisinden kurtarabiliyor ancak bu çok zor ve sancılı bir süreç Tara için. Enteresan ve düşündürücü bir kitap, okunmasını tavsiye ederim. DEMET

Talebe’yi okurken eşzamanlı bir de kişisel gelişim kitabı okuyordum. Şöyle bir cümle vardı; “Her kişiyi ve her koşulu oldukları gibi kabul edin”. O sabah Talebe’yi bitirmiştim ve Tara’yı düşündüm. Eğitim sayesinde büyük bir değişim ve dönüşüm geçiren Tara’yı ailesi yeni haliyle kabul etse herşey daha güzel olmaz mıydı? Zaten Tara’nın istediği de buydu. O ailesini olduğu gibi kabul ediyordu, yeter ki onlarda yeni Tara’yı olduğu gibi kabullenselerdi.
Ama sanırım her dinde aşırı uçta olmak, bağnazlığa körü körüne bağlanmak insanların gerçekleri görmesini veya hoşgörülü olmasını engelliyor. Abisi Tyler’ın bile Mühendislik doktorası yapmasına rağmen çocuklarına aşı yaptırmamak için direnmesi ve onlara evde eğitim vermesi, çocukken ailesinin beynine ektiği din tohumlarının ömür boyu kararlarını etkilediğini gösteriyor.
Tara’nın gelecekteki yaşamını merak ediyorum doğrusu. Doktora sırasında ailesi ile yaşadığı sorunların sonucu yaşadıklarını kâğıda döküp romanlaştırmak acaba problemlerini çözmüş müdür? Geçmişte yaşadıklarını affedebilecek mi? Bu sadece dinin etkisi mi yoksa psikolojik bozukluğu olan bir babanın ve abinin davranışları mı? Tara için zorlu bir süreç oldu. Kendine yepyeni bir hayat kurdu, ama yine de onu sarıp sarmalayacak ve olduğu gibi kabul edecek ailesinin eksikliğini hissedip kendini sorgulamaya devam edecek sanırım. NURİZER

Yazar Tara Westover, cesur kararlarıyla hayat hikayesini anlatmış romanında. Rahat okunabilen, akıcı bir dille tercüme edilmiş bir kitap. 
Mormon bir ailenin en küçük kızı. Gittikçe daha da tutucu olan, okulda eğitime, doktora bile gitmeye karşı olan bir baba. Kocasına uyum gösterip, daha az tutucu olan ailesinden uzaklaşan bir anne. Çocukluğunda eziyet gördüğü abi. Okula yollanmamış, kimliği çıkarılmamış, evde okuma yazma öğrenmiş bir genç kız. Bu heyecan dolu hikâyeyi okumanızı öneririm. Tara ailesini seven bir kız, uzun bir mücadele, Cambridge' den Harvard’a giden bir eğitim, bir direniş, aynayla yüzleşme ve varoluş hikayesi. 
Kitabı okurken yargıladığım, her dinde olan, bazı müritlerle dinin yozlaştırılması, tarikatların yıkadığı beyinler, heba olan insanlar oldu. 
Bu romanın, zincirlerini kıramayan nice gence ilham olabileceğini düşünüyorum. Bill Gates'de yorumunda " ilham verici" söylemini kullanmış.  Umarım seversiniz. ZELİHA 


Talebe,Tara Westower’ın kendi hayatını anlattığı bir azim ve başarı öyküsü. Mormon bir ailede büyüyen ve dini aşırı uçlarda yaşayan/yaşatan ruhsal bozuklukları da olan bir babaya ve ona kendini teslim etmiş anneye sahip yedi çocuklu bir ailede abisinin de şiddetine ,babasının psikolojik baskılarına boyun eğen bir kız Tara.17 yaşına gelene dek ,babasının devlet eğitimini reddetmesi  nedeniyle daha önce bir dersliğe dahi adımını atmamış olmasına rağmen ısrarlı tutumu  ve kendi imkanları ile eğitim hayatında yakaladığı başarıyı dünyanın en prestijli üniversitelerinde sürdürüyor. Bütün bu başarılı dolu hayatı yaşarken aileden dışlanmanın psikolojisini ağır travmalarla yaşıyor. Aile sevgisi, aileden kabul görme arzusu hayatının yegâne mücadelesi oluyor ancak netice alamayacağını anladığında kendi hayatını kendi doğrularıyla sürdürmeye karar veriyor. Bu kitabı yazma nedeni ise, bana göre, kendisi ve geçmişiyle hesaplaşma arzusu. İlham veren bir kitap, yer yer insana imkansızmış gibi gelen hayatla mücadele detayları içeren, birçok gence rol modeli olacak bir yaşam Tara Westover ‘ın otobiyografisi. Okuması kolay, sürükleyici bir kitap. BEYZA


25 Mayıs 2020 Pazartesi

Tara Westover




Tara Westover, Mormon‘luğu benimsemiş, hastane, okul gibi kamu kurumlarının yanı sıra doğrudan doğruya devleti reddeden yedi çocuklu bir ailede 1986 yılında Idaho’da dünyaya geldi.
6 kardeşi ve ebeveynleriyle sosyal hayattan tamamen izole, kendi gerçekliğinde yaşayan Tara, küçük yaşlardan itibaren ailesinin hurdalığında çalışmaya başlar. Ailesinin okulda verilen eğitime karşı olmasından ötürü neredeyse hiç eğitim almaz. Kilise Korosunda şarkı söyleyen Tara, aldığı test kitaplarına kendi kendine çalışarak, profesyonel bir şekilde şarkı söylemeyi öğrenmek için Brigham Young Üniversitesi’nin sınavına katılır ve lise diploması olmamasına rağmen kazanır.
2008 yılında Brigham Young Üniversitesi Edebiyat Fakültesi diplomasını aldıktan sonra Gates Cambridge Bursu kazandı. 2009’da Cambridge, Trinity College’da lisansüstü eğitimini tamamladı. 2010’Da Harvard Üniversitesinde misafir araştırmacı oldu. Daha sonra Cambridge dönerek 2014’te Tarih Doktorasını tamamladı.
Halen, Harvard Kennedy School’un araştırma merkezi olan Shorenstein Center’da çalışmalarına devam etmektedir.
LA Times Kitap Ödülü,  Jean Stein Kitap Ödülü, Ulusal Kitap Eleştirmenleri Daire Ödülü gibi daha birçok ödülün sahibi olan  Tara Westover’ın sıra dışı hayat hikâyesini anlattığı Talebe 2018 yılında yayımlandığı günden bugüne 40 dilde 55 ayrı edisyon olarak basıldı ve satış listelerinde ilk sıralarda yer aldı.


28 Nisan 2020 Salı

Adem'den Önce




                                                    Yazar: Jack London
                                                    Orijinal Adı: Before Adam
                                                    Orijinal Dili: İngilizce
                                                    Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
                                                   Çeviren: Levent Cinemre
                                                   Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2020, 4. Baskı


Âdem'den önce rüyalarında tarihöncesi bir çağda yaşayan alter ego'su kocadiş'in başından geçenleri gören modern bir amerikalı çocuğun öyküsüdür. O çağda üç ayrı tür insansı bulunmaktadır: Henüz ağaçtan inmemiş vahşi maymunlara daha yakın ağaç insanları; kocadiş'in "halk" olarak adlandırdığı ve kendisinin de ait olduğu hem ağaçlarda hem de mağaralarda yaşayan tür; bir de bu insansıların en gelişmişi olan ateş yakıp ok ve yay kullanan ateş insanları.   eser 20. Yüzyıl başlarında evrim meselesini kamuoyunun gündemine taşımasıyla dikkat çeker. London modern anlatıcısının binlerce asırlık bir mesafeden baktığı ilkel insanın düşünce yapısını düş gücüyle zenginleştirerek aktarır. Uzak atalarımıza ve içinde yaşadıkları dur durak bilmeyen bir çatışma ve hayatta kalma mücadelesinin süregeldiği gaddar dünyaya ilişkin karanlık bir tablo çizer.


Yorumlarımız:


Ülkemizde ve tüm dünyada yaşanan korona pandemisi dolaysıyla mart ayından beri evlerimizde adeta karantina altındayız. Çok sıkıntılı bir dönem. Bütün ümidimiz bu günlerin biran önce bitmesi. Ancak, bizler,  8ekiz Kitap Kulübü üyeleri olarak bu zorlu süreçte bile kitap okumalarımıza hiç ara vermedik. Dijital ortamda toplantılarımıza da devam ediyoruz. Nisan ayında  Amerikalı yazar Jack London’un Adem’den Önce kitabını okuduk. Çevirmeni Pınar Kür . Hep ‘kitap’ diyorum çünkü bence bu  kitap bir romandan çok uzun bir öykü ya da hikaye gibi. Bazı eleştirmenler bilim-kurgu demiş. Ben ise ‘geri-kurgu’ diyorum , çünkü kitabın konusu bir çocuğun Orta Pleyistosen çağı insanının yaşamındaki düşleriyle ilgili. (Jeologların Orta Pleyistosen dediği çağa arkeologlar Paleolitik çağ diyorlar ve millatdan önce 2,5 milyon ile 14.000 inci yıl arasındaki buzul dönemi kapsıyor. Ancak, kitapta pek buzul devrinden bahsedilmediği gibi ilk defa buzu gören ahalinin  şaşkınlıkları uzun uzun anlatılıyor).
Bence kitabın ana teması hangi tarihsel dönemde olursa olsun insanların güdüsü hayatta kalmak ve bunun için mücadele etmek.. Bu temayı işlerken yazar enteresan bir yol bulmuş: hikayeyi bir çocuğun ağzından anlattırmış. Ki bu çocuk modern dünyada yaşıyor, ancak rüyasında ya da düşlerinde tarihin çok derinliklerindeki dönemde yarı hayvan-yarı insan toplulukların hayatlarını adeta yaşıyor.  Genlerle bu duruma düştüğünü söylüyor yazar, yani çocuk atavistik. Yaşadığı dönemde mağara adamları, ağaç adamları ve ateş adamları var. Aynı zaman dilimi içinde bu toplulukların yaşamından kesitler görüyoruz. Henüz konuşamıyorlar, ses çıkararak anlaşıyorlar. Tabiatta ne buluyorlarsa ot yada et onu yiyorlar. Yırtıcı hayvanlardan korunmak için  savaşıyorlar. Bu topluluklar aynı modern zaman insanı gibi temel ihtiyaçları olan  barınma, beslenme, korunma, üreme için devamlı mücadele veriyorlar. Davranış biçimleri de temel olarak aynı: aşık oluyorlar, savaşıyorlar, araştırıyorlar, arkadaş oluyorlar, eğleniyorlar. Hatta kadına ve çocuğa şiddet uyguluyorlar. Amaçları modern insandan kavramsal olarak hiç farklı değil, ancak araçlar farklı ve evrimin çok başındalar.
İlginç bir kitap, güzel bir çeviri. Darwin teorilerine meraklı olanlara özellikle tavsiye ederim. Anlatımda tekrarlar var, gene de insanın ilgisi dağılmıyor, okumak istiyor. Sonuçta modern çağın bütün zorluklarına karşın bu çağda doğduğum için şanslı olduğumu hissettim…LEYLA


Jack London, Adem’den Önce’de rüyalarında insan-maymun arası atalarından birinin hayatını yaşayan bir modern bir insanın ağzından insanoğlunun çok uzak geçmişini anlatıyor.
Kurmaca metinde, dönemin ilkel insanları Ağaç İnsanları, Ateş İnsanları ve Halk diye üç bölüme ayrılıyor. Sadece basit aletleri kullanmayı bilen, iletişim güçlüğü çeken, ağaçlarda yaşayan Ağaç İnsanları; mağaralarda yaşayan, su kabaklarını sürahi olarak kullanan, vahşi hayvanlara yem olmamak için dar girişli mağaraları kullanmayı düşünebilen Halk; daha gelişmiş bir evrenin temsilcisi olan ve ateş yakmayı, ateşi kullanmayı öğrenmiş, ok atmayı ve düşmanlarını bu şekilde yok etmeyi bilen Ateş İnsanları... Genç Dünya’da uçsuz bucaksız ormanın değişik bölgelerinde yaşayan üç topluluk. ( Romanda aynı dönemde yaşadığı varsayılan bu toplulukların aynı zamanlarda değil binlerce yıl ara ile yaşadığı günümüzde yapılan bilimsel çalışmalarla gösterilmiştir.)
Koca Diş, roman anlatıcısı modern insanın rüyalarındaki ikinci benliği. Ağaç insanı olarak doğuyor ama üvey babasının kovalamacası sonrası ağaçtan düşünce uzun bir zaman yürüdükten sonra Sarkık Kulak’la arkadaş olarak bir mağaraya yerleşiyor ve mağara insanları ile yaşamına devam ediyor. Koca Diş’in, yaşantısını, hayat tecrübesini, arkadaşlarını, maceralarını, aşık olmasını okurken aslında ilkellerinde modern insanlardan çok da farklı olmadığını görüyoruz.
Eski insanlar ne kadar saf olsalar da, içlerinde kötüleri de vardı. Ağaç insanı kızdığı hemcinsini ağacın en ince dalına kadar kovalayıp sonra dalı sallayarak onu aşağı düşürüp yaralayabiliyordu. Mağarada yaşayanlar ise kızınca taş fırlatarak birbirlerini yaralıyorlardı. Ok ve yay kullanmayı bilen Ateş İnsanları ise yaşam alanlarını genişletmek için istila ettikleri yerlerdeki insanları öldürüyorlardı. Belki hepsinin temelinde modern insanda da olduğu gibi kendini koruma içgüdüsü yatmakta. Yazarında dediği gibi “Her içgüdü ırksal bir hatıradır.”
Darwin’in Evrim Kuramını bilim dünyasına yeni yeni tanıttığı bir dönemde Jack London’ın bu konuya ilgi duyarak araştırıp o günün bilgilerini kendi hayalgücü ile harmanlayarak yazdığı bu romanı severek okudum. Keyifle okunan tavsiye edebileceğim bir roman. NURİZER


Şayet insanoğlunu merak ediyorsanız romandaki bilgiler, sizin için çok önemli. Başlangıçta rüya diye düşünsenizde, yazar  hayal gücünü kullanırken  birçok kaynakları  incelemiş.  O zamana göre  gerçeği, gelecekle örtüşebilen kurgularıyla aktarabilmiş.
Yazar Jack London çok ilgi çekici bir başlangıç yapmış, romanı için. Daha sonrası tekdüze olsa da muhteşem yazım diliyle okuyucularına rüyalarını adeta yaşatmış.  Tasvirler mükemmel. İnce bir kitap, fazla dikkat dağılmadan, merakla çabuk okunabiliyor. Hele  insanlık tarihine ilginiz varsa tavsiye ederim. 
Romanda da görüyoruz, insanoğlu hayatta kalabilmek için, şuur altında hep kendini korumak ve beslenme içgüdüsü ile yaşıyor. Evrilsek bile ana tema aynı.  Evrilmek, insanları geliştirdiği kadar acımasız da yapıyor maalesef. ZELİHA

24 Nisan 2020 Cuma

Jack London






Asıl adı John Griffith Chaney olan Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğdu. Jack London'ın annesi Flora Wellman, spiritüalist bir müzik öğretmeniydi. Babası olduğu düşünülen William Chaney ise astrologdu. Babası daha o doğmadan annesini terk etti. Doğumdan sonra bebeğin bakımı eski bir köle olan Virginia Prentiss'e verilir. Buna bağlı olarak Prentiss, London'ın hayatındaki başlıca anne imgesi olarak kalacaktır. Aynı yılın sonlarına doğru Flora Wellman, Amerikan İç Savaşı gazisi John London ile evlenince -sonradan Jack olarak anılacak- bebek John da onlarla birlikte yaşamaya başladı.

Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Beş yaşındayken kendi kendine okuma yazmayı öğrendi. Sekiz yaşındayken, bir çiftlikte işçi olarak çalıştı. Boş zamanlarında Oakland Yerel Kütüphanesi’nde kitap okuyarak kendi kendisini eğitti.
Henüz on yedi yaşındayken bir balıkçı teknesiyle Japonya'ya gider. Ama bu, oldukça uzun bir yolculuktur ve sonradan o seyahatle ilgili şu manidar cümleyi kurar: 'Bir daha o uzunlukta bir yolculuğa katlanamadım; çok sıkıcı ya da uzun olduğu için değil, yaşam çok kısa olduğu için'

Hayatının büyük bölümünü çalışmak ve para kazanmak için çabalamakla geçiren London, işçi sınıfının içine doğmuştur. Toplumsal konum olarak en alttadır ve tek çare olarak yukarı çıkmayı görür.
Serserilik ve denizcilik deneyimlerinden sonra Oakland'a döner ve Oakland Lisesi'ne kaydolur. Okurken aynı zamanda gazete satıcılığı, balıkçılık, tayfalık, çamaşırcılık gibi çeşitli işlerde çalıştı. Mançurya’da savaş muhabirliği yaptı. 1893 yılında Japonya yakınlarındaki bir tayfunu anlatan haberiyle gazetecilik ödülü kazandı.
Jack London umutsuzca Berkeley Üniversitesi'ne katılmayı istedi ve 1896 yılında yoğun bir yaz dönemi ders çalışmasından sonra başardı; fakat maddi zorluklar yüzünden 1897 yılında ayrılmak zorunda kaldı ve bu yüzden hiçbir zaman diploması olmadı.

25 Temmuz 1897'de London, kayınbiraderi James Shepard ile Klondayk Altın Avı'na (Klondike Gold Rush) katılmak üzere denizlere açıldı. İlk başarılı öykülerini de burada yazacak olan London için Klondayk dönemi sağlığı açısından pek de iyi gitmedi. Klondayk'taki diğer birçok kişi gibi o da gıda eksikliğinden iskorbüt hastalığına yakalandı. London, Klondayk'ın tüm güçlüklerine karşın hayatta kalmayı başardı. Bu çabası onun en iyi eserlerinden sayılan Ateş Yakmak adlı kitabını yazmasına esin kaynağı olmuştur. İlk kitabı Kurt Kanı (1900) geniş bir okur kitlesine ulaştı. Ona kalıcı bir ün sağlayan yapıtı ise Vahşetin Çağrısı (1903) oldu. Diğer önemli yapıtları arasında Beyaz Diş (1906), Demir Ökçe (1907), Martin Eden (1909) ve Yanan Günışığı (1910) sayılabilir. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş Amerikalı yazarlardan biri olan London, 22 Kasım 1916’da ardında çok sayıda eser bırakarak hayata gözlerini yumdu.

London için insanın en büyük başarısı, henüz gerçekleşmemiş olsa da, ölümsüzlüğü hayal etmesidir. Bir başka deyişle bu, var oluş içinde umudu canlı tutmaktır. Buna Göre Hayatının Anlamı'nın nirengi noktası da ortaya çıkmış olur: Umudu tüketmemek. London'ın kısa ömrüne sığdırdığı da budur zaten. Üretimi, söyledikleri ve ortaya koydukları hep buna işaret eder.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Kış Ortasında





                                               Yazar: Isabel Allende
                                                Orijinal Adı: Mas alla del invierno
                                               Orijinal Dili: İspanyolca
                                               Yayınevi: Can Sanat Yayınları
                                               Çeviren: İnci Kut
                                               Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Ocak 2020, 1. Baskı



Ölüm aşılması gereken bir eşiktir.
Tıpkı doğum gibi...
Gizleyecek ya da rol yapacak hiçbir şeyi olmadan kabul edilmeyi istiyordu; karşısındakini ruhunun derinliklerine kadar tanımak ve onu aynı şekilde kabul etmek istiyordu. Pazar sabahını yatakta birlikte gazeteleri okuyarak geçireceği, sinemada elini tutacağı, aptalca şeylere birlikte güleceği ve farklı fikirler üzerine tartışabileceği birini istiyordu. Kaçamak maceralara duyduğu hevesi geride bırakmıştı.
New York’ta şiddetli bir kar fırtınasının ortasında, görünüşte önemsiz bir araba kazası sonucunda yaşamları değişen üç insan; Guatemala, Şili ve Brezilya’da trajedilerle yoğrulmuş geçmişler, göç etmek, hayatta kalmak ve kendini yuvada hissetmek…
Isabel Allende bu romanında, kış ortasında içlerindeki yenilmez yazı keşfedenlerin beklenmedik ve dokunaklı aşkını anlatıyor.

Yorumlarımız:
Isabel Allende’nin Kış Ortasında romanının sonu Albert Camus’nun bir cümlesiyle bitiyor. “Kışın ortasında sonunda anladım ki içimde yenilmez bir yaz varmış.” Bu cümle romanda anlatılmak istenenin kısa bir özeti gibi.
Orta yaşın sonlarında iki insan Richard(60) ve Lucia(62)  geçmişlerinde derin acılar yaşasalarda, geçen yıllar vücutlarında fiziksel değişimlerin sebebi olsa da, kalplerinin hala aynı heyecanla attığını anlatan naif bir aşk romanı .
Bu aşkı anlatırken Allende Latin Amerika kıtasında ve Guatemala’da yaşanan trajedileri; darbe, göç,kanlı çatışmalar, çete savaşlarını siyasal bir yaklaşım ve gerçekçi bir dille anlatıyor.
Kış Ortasında bir trafik kazası sonucunda bir araya gelmiş üç kişinin hayatlarını ve gelişen olaylar zincirini akıcı anlatım, yalın ve mizahi dil, başarılı bir  kurgu ile anlatıyor.
Şilili Lucia, Guatemalalı Evelyn, Amerikalı Richard romanın başkahramanları; herbirinin göç ve göçmenlik ile ilgili yaşanmışlıkları ortak özelikleri.Bu özellik birbirlerini anlamalarına, birbirlerine yardımcı olmalarına sebep olur ve birlikte bir maceraya doğru yola çıkarlar.
Evelyn Guatemalalı genç bir kızdır.Onun yaşadığı yerde çocukların pek azı okulu bitirir. Diğerleri ya uyuşturucuya bulaşır yada çetelere katılırlar. Abisinin üyesi olduğu çeteye ihanet etmesi sonucu öldürülmesi sonrası ; Evelyn tecavüze uğrar, diğer abisi öldürülür.
Evelyn hayatta kalmak için köyünü terketmek zorunda kalır.Önce Meksika’ya ardından Amerika’ya zorlu bir yolculuğa çıkar. Evelyn zayıf,çelimsiz olmasına rağmen zor şartlara dayanarak , içindeki umutla yaşama tutunur.
Burada halkın acılarını, Amerika’ya kaçak olarak göç etmek zorunda kalanların dramını, göçmenlerin sınırı aşma çabalarını ve Meksika’dan ABD’ye uzanan insan ticaretini  Allende ustalıkla anlatır.
Şili’li Lucia, Allende’nin kendi yaşanmışlıklarından zenginleştirdiği bir karakterdir. Lucia’nin abisi Enrique Salvator Allende’yi destekleyen sol görüşlü bir millitan olmakla, Lucia’da sempatizan olmakla suçlanır. Enrique ortadan kaybolurken, Lucia Venezuela’ya sığınmacı olurak iltica eder. Sonrasında Kanada’da yaşasa da tekrar ülkesi Şili’ye döner. Uzun yıllar sürecek evliliğini yapar, ta ki kanser olduğu için kocası terkedene kadar. Kongrelerden tanıştığı NY üniversitesinden Prof.Richard’ın Lucia’yi üniversitede geçici okutman olması için davet etmesiyle NY gider. Richard’ın alt komşusu ve kiracısı olur.
Lucia’nin kendiyle barışık , hayatı seven, kendi kusurlarıyla dalga geçebilen, aynı zamanda karşılaştığı zorluklarla başa çıkmayı beceren güçlü bir karakter olması, Allende’nin  kişisel özellikleriyle ve kadın gücünü savunan bir feminist olmasıyla örtüşür.
Richard’ın babası Alman Yahudisi olduğun için Nazi döneminde Filistin’e göç ederler, Richard’da eğitim için Fransa’ya gider. Sonrasında Portekiz’e yerleşen Richard akademik bir iş için Brezilya’ya gider. Orada hayatının aşkı Anita ile evlenir. İki çocuğunun ölümü Anita’yı depresyona sokar ve evlilikleri dayanılmaz bir hal aldığında NY üniversitesinden aldığı teklif ile NY’da yaşamaya başlarlar. Depresyondan çıkamayan Anıta intihar eder.
Richard yirmi beş yıllık pişmanlıklarla dolu yaşantısını sürdürürken karşısına çıkan Lucia ona unuttuğu heyecanları hatırlatır.
Romanda işlenen bir cinayet, kurtulmaya çalışılan bir ceset ve katil ile yaşanan polisiye olaylar ikinci planda kalıyor. Çizilen güçlü karakter tahlilleri, karakterlerin yaşadıkları olaylar, mekanların tasvirlerinin gücü cinayeti kimin nasıl niçin işlediğini önemsizleştiriyor.
Allende’nin anlatım tarzı ve olaylara mizahi yaklaşımı yaşanan tüm trajedilere rağmen romanı okurken okuyucunun sıkılmadan, keyifle okunmasını sağlıyor. IŞIL

Isabel Allende Kış Ortasında kitabında (sayfa 317 ve 318) şuna benzer betimlemeler yapmış:
‘Geçmiş’ birbirine dolanmış olayların oluşturduğu bir hikayedir: her an değişen, karmakarışık, kusurlarla dolu . ‘Bugün’ ise hayallerle, rüyalarla anılarla, utançlarla, yalnızlıkla, acıyla dopdoludur. Hayat bunların hepsidir  ta ki karşınıza  sevdiğiniz biri çıkıp  size  kış ortasında yaz sevinci yaşatana kadar….Ve demiş ki evreni dengede tutan yer çekiminin gücü değil, sevginin iyileştirici gücüdür.
Kış Ortasında,  korona günleri nedeniyle evde kaldığımız şu günlerde okunacak öyle güzel bir roman ki. Çünkü bu kışın ortasında bizi yaza, düzlüğe çekip çıkarıyor. Hem de hiç abartıya kaçmadan, doğallıkla, sessizce…Bence bu roman ne tamamen bir göçmen hikayesi, ne olgun bir aşk hikayesi ne de bir cinayet romanı. Guatemalalı Evelyn’in, Şilili Lucia’nın ve Brezilyalı Richard’ın dolambaçlı, çoğunlukla sıkıntılı, acılı, kederli ve sonuçta Amerika’da kesişen , bir hayat hikayeler bütünü. Roman, okurken su gibi akıp gidiyor. Kitaptaki çetin, acınaklı Güney Amerika göç hikayeleri halen ülkemizde de varolan göç hikayelerini anımsatıyor. Kadınların mücadelesi , hasta çocuğun çilesi , politik katliamlar  insanlık ayıbı olarak burada da karşımıza çıkıyor. Bence yazar hayatın her parçasını ilmik ilmik örmeyi kalemiyle çok güzel başarmış..
Ancak benim en çok sevdiğim romanın son bölümü oldu. Bize dünyanın kaç bucak olduğunu, hayatın dikenlerini sayfalarca hem de  duygularımızı   acite etmeden, doğallıkla  anlatan Allende, sonunda hep bir umut olduğunu güzel bir aşkla bağlamış. Kısacası  her kışın bir yazı vardır yeter ki isteyelim, umudumuzu yitirmeyelim demiş….  LEYLA


Isabel Allende, kendisi de bir göçmen olmak zorunda kalmış bir Şili’li olarak, Latin Amerika politikasını ve sonucunda yaşanan traumaları  üç değişik hayat üzerinden vermekte  Kış Ortasında adlı kitabında. Ana karakterler Şili’li Lucia, Brezilya’da yaşayan Robert ve Guetamala’lı Evelyn. Her üç karakter üzerinden o ülkenin yaşam koşulları, gelenek ve görenekleri, ekonomik yapısı ve zamanının politikalarıyla ilgili fikir edinmek mümkün. Üç karakterde farklı nedenlerle göç etmek zorunda kalıp, Abd’de bir yaşam kurma mücadelesi içindeyken yolları kesişip, birlikte sıradışı bir olayın içinde buluyorlar kendilerini ve bu en umulmadık zamanda bir aşk filizleniyor. Bu macera sırasında kişiler kendilerini birbirlerine dürüstçe, sansürsüz açmaları sonucu bu duygusallık yaşanabiliyor ve ayrıca üç karakter arasında da güçlü bir bağ oluşuyor. Kitap sürükleyici ve bence o dönem ve Latin Amerika ile ilgili bilgi vermesi açısından da okunmasını tavsiye edeceğim bir kitap- özetle hem hoş vakit geçirmek, hem de Güney Amerika ve göç olgusuyla ilgili bir fikir edinmek için ideal. DEMET

Lucia, Richard, Evelyn.... Üç Latin Amerikalı.....
Üçünün yolu yoğun bir kar fırtınasının yaşandığı gün New York’ta kesişir... Üçününde geçmişlerinde sevdikleri birinin acı ölümü var.... Bu ölümler hayatlarını değiştirince ülkelerinden göç etmek zorunda kalmışlar....
Yazar başarılı anlatımıyla hepsinin geçmişini ve bugününü, aile bağlarını, geleneklerini yoğun bir olaylar zinciri ile veriyor. Her karakterin geçmişinde de onlara destek olan yan karakterler; Evelyn’in anneannesi, Lucia’nın erkek kardeşi, Richard’ın okul arkadaşı; o kadar güzel anlatılıyor ki onların geçmişini öğrenirken, ülkelerini de tanıyoruz.
Yaşanan acılara rağmen içiniz burkulmadan okuyacağınız, umut dolu keyifli bir roman..
Koronadan dolayı karantinada olduğumuz bu günlerde içimi ısıtan bir kitap oldu. NURİZER



Kış ortasında...Oldukça sürükleyici bir roman. Elinize aldığınızda hep meraktasınız, bırakmak istemiyorsunuz. Latin Amerikalı kahramanlar sayesinde o bölgenin yakın tarihini, insanların yaşam tarzını, sosyolojisini buluyor, etkileniyorsunuz. Sizin de beğeneceğinizi umuyorum.
Gelişmiş ülkelere göre demokrasileri oturmamış, acıları fazla  insanların hikayeleri. Çeteler, uyuşturucu, kadın  tacirleri, cinayetler, tacizler herşey var bu romanda. Ama daha önemlisi  mutsuzlukta ışığı, kış ortasında yazı yakalayıp,  yaşayabiliyorsunuz. Yazarın son sözlerinde derlediği gibi.
Konu; karlı bir gecede yaşanan  trafik kazası, kazayı yaşayanların geçmişte ve kaza sonrasında ki hayat hikayeleri. 
Roman gerek kurgusuyla, gerek anlatım dili, tasvirleri, karakterleri ile güzel, iyi ki okudum dedirtiyor. Baş kahramanları;  hepsinin ayrı   acılarla dolu geçmişi  olmasına rağmen bizi daraltmıyor, aksine umutlara yolculuk yaptırıyor. Bu noktada yazarı taktir etmemek mümkün değil. Tabiki çevirmenini de. Seveceğinizi umuyorum. 
Bu birbirinden ilginç, bazen içinizi burkan , bazen kalbinizde kıvılcımlar  çaktıran romanı artık okuyacağınızı  düşünüyorum. ZELIHA


Şili’li yazar İsabel Allende’nin “Kış Ortasında” romanı üç ana karakterin - Lucia, Richard ve Evelyn- zorluklar içinde geçen geçmişleri ile günümüz arasında, New York'da bir kış ortasında şiddetli kar fırtınasında yaşanan  bir araba kazası sonrasında, kesişen yaşamlarının anlatıldığı, son derece keyifle okunan bir eser.
Guatemala, Şili ve Brezilya’nın zorlu yaşam koşulları, siyasi darbeler, çeteler, uyuşturucu  ve kadın ticareti gibi dram dolu kaosun içinden herbirinin  ayrı bir mücadele ile geldikleri Amerika’da Lucia, Evelyn ve  Richard yaşama tutunmaya çalışırken geride bıraktıkları aileleri, göçmen sorunları bu insanları birleştirici güç oluyor.
İyimser, mücadeleci ve baskın Latin ruhunun gayreti ile yazar karakterlerinin içindeki umudu hep diri tutuyor ve kitabını Albert Camus’un “Kış ortasında sonunda anladım ki içimde yenilmez bir yaz varmış” cümlesi ile bitirerek bunu özetliyor .
Konusunun dinamikliği, akıcı anlatımı ile “Kış Ortasında “ romanı yaşadığımız bu zorlu korona günlerinde elinizden düşürmeyerek okuyacağınız, herkese tavsiye edeceğim bir eser. BEYZA