Hayallerinizin romanlardaki
gibi mutlu sonlanacağı keyifli bir yıl dileriz….
25 Aralık 2012 Salı
12 Aralık 2012 Çarşamba
Deniz Feneri
Yazar: VirginiaWoolf
Yayınevi: İletişim Yayınları
Orijinal Adı: To The
Lighthouse
Orijinal Dili: İngilizce
Çeviren: Naciye Akseki Öncül
Kapak Tasarım: Fatoş Gençosman
Basım
Yeri/Tarihi: Istanbul, Mayıs 2011 - 11. Baskı
Deniz Feneri
kaybedilen bir mutluluğun anılarda yeniden canlandırıldığı olağanüstü bir
romandır. Ramsay ailesi her yıl yaz tatillerini İskoçya da ki yazlıklarında
geçirirler bu tatillerin sonsuza dek süreceği duygusu hepsini sarmıştır.
Çocuklar için cennetten farksız olan bu yaz evinde yetişkinler sık sık
sonsuzluğu anımsatan zaman parçalarıyla karşılaştıkları hissine kapılırlar..(Arka Kapak)
Yorumlarımız:
İngiliz yazar
Virginia Woolf’un bir romanını nihayet okuduğum için çok memnunum. Amacım
fırsat bulduğum ilk anda bir romanını daha okuyup, bu romancıyı daha iyi
tanımak. VW’un Deniz Feneri romanı ilk kez 1927 yılında basılmış. Roman,
bay ve bayan Ramsay, onların sekiz çocuğu ve dostları ( bunlardan en öne çıkanı
bana göre ressam Lily) ile birlikte İskoçya’daki yazlıklarında geçirdikleri
tatili anlatıyor. Bay Ramsay bir bilim adamı, aynı zamanda katı bir baba, hatta
zorba. Anne Ramsay güzel bir kadın, evi çekip çevirmek ve çocuklarını
yetiştirmek için gayret sarf ediyor ve aynı zamanda dışarıdaki güçsüzlere
yardım ediyor.
Roman baştan sona
tasvirlerle dolu: tabiatın, dağların, denizlerin ve insanların tasvirleri
ile. Aslında ben çok tasvir sevmem romanı okurken: olaylar olsun, beni
sürüklesin isterim. Ancak bu romanda çok değişik bir yapı var: Çok az olay var,
fakat romancı bir olayı anlatırken veya birisini veya bir şeyi tanımlarken o
anda aklından geçen bağlantılı diğer olayları, düşünceleri ve hatta duyguları
da işin içine katarak uzun cümleler kuruyor. ‘Bilinç akışı’ denen bu
anlatım ya da yazım tarzı roman sanatında farklı bir akım olarak ortaya
çıkıyor.. Bence bu son derece gerçekçi bir durum ve bir o kadar da zor bu
şekilde yazabilmek, bunu yaparken okuyucuyu sarıp sarmalayabilmek. İnsan bir
yazıyı okurken ya da bir konuyu düşünürken veya söylerken kafasından bin türlü
başka düşünce ve duygu geçmiyor mu, veya başka ilintili konuları hatırlamıyor
mu? Bu, gündelik hayatta çoğu zaman bilinçaltı yaptığımız bir şey değil mi? Ve
daha da önemlisi bu düşünceler bence bizim ne tür duygular içinde olduğumuzu,
karakterimizi, zafiyetlerimizi ele vermiyor mu? İşte bu açıdan bence roman
önemli bir olguyu / gerçeği yazıya dökmüş cesaretle ve ilk defa. Sanırım bu üslup
1927 li yıllarda VW ın önemli bir yazar olarak ortaya çıkmasında rol
oynamış. Kaldı ki ailesinde birçok edebiyatçı ve sanatçının bulunduğu VW o
kadar yoğun duygular yaşayan bir yazar ki sonunda onların altında ezilmiş ve
intihar etmiş maalesef….Yazımı romandan bir alıntıyla bitirmeden önce bence
mükemmel tercümesi ile Kıvanç Güney’e teşekkür etmeliyim:
‘‘Ama ben daha hırçın bir denizde
Ondan daha derin girdaplarda boğuldum’’ LEYLA
2002 yılında
Nicole Kidman’ın Oscar kazandığı “The Hours” adlı filmi seyrettikten sonra hep
bir Virginia Woolf romanı okumak istemiştim. Film Woolf’un “Mrs. Dalloway” adlı
romanını okuyan üç nesil kadının hayatlarının nasıl etkilendiğini anlatıyordu.
Leyla “Deniz Feneri”ni okumamızı önerdiğinde Virginia Wooolf’un otobiyografisine
en çok yaklaşan romanı diyince hepimiz ilgilendik.
Romanı
bitirdikten sonra bunun bir otobiyografi olmadığını düşündüm, çünkü roman sekiz
çocuklu bir ailenin ve onların bazı dostlarının bir yazlık evde on yıl arayla
birer gününü anlatıyor. Ancak yazarın hayat hikâyesini okuduktan sonra
benzerlikleri anladım. Annesinin ölümüyle birlikte ilk bunalımını yaşayan ve
sonrasında kaybettiği abisinin ölümüyle de başa çıkamayan Virginia, kitaptaki bazı
karakterlerin ölümlerini birdenbire parantez içinde yazarak okuyucunun da tıpkı
kendisi gibi sarsılmasını istiyor.
Zamanının yenilikçi yazarı olan Woolf’un çok başarılı bir şekilde
uyguladığı “Bilinç akışı “ tekniği bana anlaşılması zor geldi, eminim yazması
daha da zordur. Karakterlerin genelde iç sesleri ile düşünürken, yaptıkları da aynı
zamanda anlatıldığından bol virgüllü uzun cümlelerin yer aldığı romanda kopuk
kopuk anlatılan olayları bağlama işi okuyucuya bırakılmış. Beklediğim kadar
bunalımlı olmayan ama fazla olay örgüsü olmayan alışılmadık bir roman.
Edebiyat dünyasında bu kadar önemli bir yere sahip bir
yazardan ileride bir roman daha okuyarak daha iyi anlamak isterim, sadece bu
romanı ile değerlendirmem gerekirse yazarın yazım tekniğinin çok bana hitap
etmediğini söyleyebilirim. NURİZER
Virginia Woolf'un
okuduğumuz kitabı için söylemek istediğim, edebiyat adına yeni bir metodun
19.yy başlarında denenmesi açısından ve içinde feminist öğeler taşıdığından- yani kadının
da özgür bir birey olduğunu, evlilik haricinde bir yaşam düşleyebileceğini,
eğitim ve yaşamla ilgili konularda eşit haklara sahip olması gerektiğini,
kısaca o güne kadar ona biçilmiş "kadın" rolünun dışında bir varlık
olduğunu göstermesi açısından önemli bir eser olduğu kanısındayım. Ancak
"bilinç akışı" tekniği ile yazdığı bu eser bana çok haz verdi
diyemem- kahramanların kafalarında geçeni yansıtma adına devamlı konudan konuya
(düşünceden düşünceye) atlaması ve bunu tüm karakter için uygulaması hikâyeyi
takipte insanı oldukça zorluyor. Bunun yanısıra uzun tasvirler
ve simgeler de okumayı büsbütün zorlaştırıyor ve sıkıcı kılıyor kanımca.
Sonuçta okurken zevk aldığımı söyleyemem. Bu nedenle "Sanat için
sanat" i benimseyen okuyuculara tavsiye edebilirim ancak. DEMET
2 Aralık 2012 Pazar
Virginia Woolf
25 Şubat1882’de Londra İngiltere’de
dünyaya geldi. Hiç okula gitmedi, evde eğitim gördü. Woolf’un
aile üyeleri, İngiltere'nin seçkin entelektüellerindendi. Babası Sir Leslie Stephen editör, eleştirmen
ve biyografi yazarı olarak ün yapmıştı. Görkemli kütüphanesi sayesinde kızı
kendi kendini yetiştirme fırsatı bulmuştu. Özel öğretmenlerden Latince ve
Klasik Yunanca dersleri alan Woolf, henüz dokuz yaşındayken ağabeyi Thoby ile
evde “Hyde Park Gate News” adı altında haftalık bir dergi çıkarmaya başlamıştı.
Annesinin grip nedeniyle 1895’te ani ölümü sırasında küçük
Virginia 13 yaşındaydı. Bu ölüm onu derinden etkilemişti ve 2 yıl sonra sinir
bozukluğuyla kendini gösteren krizlere yol açmaya başlamıştı. Yaşadığı travma
ve ağır depresyon zaman zaman kendini gösteren hayali yaratıklarla konuşma ve
olmayan sesleri işitme gibi halüsinasyonlara dönüşse de tüm bunlar hayatının
tamamına yayılmamıştı. 1904’te
babasının kaybından sonra yeni bir krizin eşiğine gelen Woolf’un gerçek yaşama
dönmesi uzun zaman aldı.
Profesyonel olarak yazma işine 1905’te başlayan Woolf, Times Literary Supplement’e edebi
eleştiri yazıları yazıyordu. 1906’da
Thoby’nin kardeşleriyle çıktığı bir Yunanistan gezisi sırasında yakalandığı
tifodan ölmesi Woolf için yeni ve başa çıkılamaz bir şok oldu. Thoby’nin
ölümünden iki gün sonra ablası Vanessa’nın evlenmesiyle birlikte Virginia’ nın
yaşamında birtakım değişiklikler gerçekleşti. Kardeşi Adrian’la birlikte, yine
Bloomsbury yakınlarında bir eve taşınan Woolf, burada aydın çevrelerin yanı
sıra, Londra sosyetesinin tanınmış hanımlarının da katıldığı toplantılar
düzenlemeye başladı. Bu toplantılarda açık sözlülüğü ve sivri diliyle öne çıkan
Virginia Woolf, yine bu dönemde, Times Literary Supplement’in yanı sıra, aylık
olarak yayınlanan “Cornhill”
dergisine edebiyat eleştirileri yazmaya başladı.
1912’de ağabeyi
Thoby’nin arkadaşı, Cambridge’den
sol kanat siyaset kuramcısı Leonard
Woolf’ la tanışması Virginia Woolf’un hayatının dönüm noktası olacaktı.
Zira Leonard Woolf bir ömür boyu, onun ruh sağlığının gözeticisi ve yaratıcı
kişiliğinin en büyük destekçisi olacaktı. Ancak evlenmeden önce kendisine
"Beni bedensel olarak etkilemiyorsun hiç" diye yazacaktı Virginia.
Evliliklerinin ilk yıllarında, 1913’ten
1915’e kadar yaşamının en ağır
çöküntülerinden birini geçiren Woolf, intihar girişiminde de bulunacaktı.
Endişeyle yayınladığı ilk romanı “Voyage Out” yayınlandığında otuz üç
yaşında olan Virginia Woolf’un kitabı eleştirmenler tarafından övüldü; stiliyse
zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla dolu bulundu.
1917 yılında, adını
yaşadıkları evden alan Hogarth Press’i
kurdular. T.S.Eliot, Katherine Mansfield, E.M.Forster gibi günün öncü
yazarlarının şiir ve öykülerini basarak, aydın çevrelerde kendine saygın bir
yer edinen yayınevi Virginia Woolf’a da yazar olarak büyük özgürlükler
sağlıyordu.
1919 ‘da ikinci
kitabı “Night and Day”i yayınlayan Woolf, bu romanında alışılagelmiş
kalıpları izledi.
1919 tarihli ünlü “Modern Roman” yazısında savunduğu
gibi, yeni dil ve anlatım arayışlarına girişti. Bin bir izlenimden oluşan
hayatı ve bu bin bir izlenimin alıcısı olan kişiyi bütün renkleriyle verebilmek
için en uygun yöntem olarak bilinç akışı tekniğini benimseyen Woolf, 1922 yılında yayınladığı “Jacob's Room”da bu tekniği kullanmaya
başladı. Aynı yıl Vita Sackville-West’le
tanışan ve bir ilişki yaşamaya başlayan Woolf, kadınlara ilgisini daha önce de
fark etmişti ve romanlarında bundan bahsediyordu. Bu yüzden bir klasik olan “Orlando” isimli romanını bir aşk mektubuyla
beraber sevgilisi Vita Sackville-West'e adadı.
1925’te okuyucuyla
buluşacak olan “Mrs. Dalloway”,
yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneği olacaktı.
1927’de “Deniz Feneri”ni yazar. 1929
tarihli "Kendine Ait Bir Oda"
feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir.
"Virginia Woolf, 1931’de
yayımladığı “Dalgalar”ı yazarken ise, bu romanın o güne değin
yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. Çünkü Dalgalar, ‘hem
düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de
tiyatro oyunu.
“Perde
Arası” romanını yazdığı
sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini
kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin
vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart
1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında
bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir.
16 Kasım 2012 Cuma
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar
Yayınevi: Dergâh Yayınları
Kapak Tasarım: Işıl Döneray
Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Nisan 2012 - 17.
Baskı
Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın şiiri sembolist bir ifade üzerine kurulmuştur. Aynı anlatım tarzı
romanlarına da zaman zaman sirayet eder. "Saatleri Ayarlama Ensitüsü"
toplumumuzun bu değişme süreci içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma
varan bir teknikle anlatıyor.(Arka Kapak)
Yorumlarımız:
Romanın konusu
ilk bakışta sanki romanın başkahramanı Hayri İrdal’ın yaşam öyküsü gibi.
Kendisi fakir ve cahil bir aileden geliyor. Sonra şansı yaver gidip bazı iş
adamları ile tanışıyor ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde iyi bir görev ve
parayla çalışıyor, servet sahibi oluyor. Diğer taraftan Enstitü’nün kurucusu
Halit Ayarcı hayallerini hayata geçirmeyi iyi bilen, bürokrasi ile sıkı fıkı,
hayatı tiye alan, biraz da üçkâğıtçı biri. Dr. Ramiz batıda eğitim almış,
psikanaliz yapan bir hekim. Daha birçok gerçek veya hayali kahraman var
romanda. Özellikle kadın karakterler (eşler, sevgililer, çocuklar) geleneksel
ve modern aile yapısındaki konumları ile ortaya çıkıyorlar. Para, statü, ahlak,
değerler, moda hepsi kadın-erkek, kişi-kurum, devlet-kurum ilişkilerinde farklı
boyutları ile ortaya çıkıyor. Zaman zaman bu kavramlar imgelerle de
anlatılıyor.
Sonuç olarak bu
kitabı okurken çok zevk aldım: Çünkü yıllar önce bu şekilde ‘absürd/soyut’bir
romanı yazabilmenin hem cesaret hem müthiş bir hayal gücünü gerektirdiğine
inanıyorum. Bu bakımdan Ahmet Hamdi Tanpınar’a hayran kaldım. İkincisi roman
için Tanzimat-Cumhuriyet dönemi geçişindeki sancıları yansıtıyor dense de
bence bu roman ‘zamansız’. Değişim değişimdir ve her zaman sancıları olur
ve olacaktır. Tıpkı bugün bizim toplumumuzda olduğu gibi, tıpkı tüm dünyada
olduğu gibi. Önemli olan ailede/toplumda/kurumda/devlette kimlik arayışları
sürerken gelenek ile yeniliği birleştirmesini bilmektir, yüzeysel kalmamaktır…LEYLA
Saatleri Ayarlama Enstitüsü çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen,
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yaşayan Hayri İrdal'ın
anıları şeklinde kurgulanmıştır. Hayri beyin hayatına küçüklüğünden beri çok
enteresan tipler girip çıkıyor. Bunların yarısından çoğu şahsına münhasır
tipler. Yazar özellikle böyle tuhaf ama kişilikleri çok ayrı karakterleri bir
araya getirmiş sanırım. Böylece hayatımıza giren insanların bizi ne kadar
etkilediğini ve bizi biz yapmadaki rollerini belirtiyor.
Aslında roman
yalnız Hayri İrdal’ın değil, bu kalabalık karakter grubunun da farklı
dönemlerini, değişim süreçlerini inceler. Roman boyunca ortaya çıkan gelişmeler
sürekli aynı kişilerin etrafında şekillenir ve bu kişileri şekillendirir.
Tanzimat ile birlikte başlayan batılılaşma sürecinde bocalayan toplumun kimlik
arayışı, ahlaki değerlerin çökmesi, bürokraside yozlaşma ve aile yapısındaki
değişmelerle gösterilmektedir.
Aslında romanda
okuduklarımızın çoğunun yaşadığımız dönemde de geçerli olduğuna inanıyorum. Kişilerin çalıştıkları kuruma inanmadan kendini kandırma oyunu
oynadıklarını, bir şeyler yapmak yerine bir şeyler yapıyormuş görünerek “iş”
ürettikleri, hayatlarındaki değerlerin değişime uğradığı, para ve statünün çok
önemli olduğu, hayatlarını “mış” gibi yaparak yaşadıkları gerçeği zamanımızda
da geçerli değil mi?
Tanpınar’ın bu “zamansız” romanı kişiler arasındaki
ilişkileri ve zaman olgusunu tekrar düşünmenizi sağlayacak. Zaman geçirmeden
okumanızı tavsiye ederim. NURİZER
Kitap kulübü toplantısında tartışılan konulardan biri
Halit Ayarcı'nın müteşebbis veya üçkâğıtçı olduğu idi. Bence her iki
özelliğinde aynı bünyede toplanması mümkün ve Halit Ayarcı tam böyle bir
karakter. Müteşebbis çünkü yoktan bir kurumu yarattı, etrafında olan işsizlere
iş imkânı yaratarak onların yaşam seviyelerini yükseltti. Üçkâğıtçı çünkü yaşamamış
bir insan olan Ahmet Zamani için bir yaşam hikâyesi yazdı, hata onun için mezar
hazırladı. Bu gün hâlâ varolan kurumların ne kadarının hizmet amacı ile ne
kadarının iktidar yandaşlarına iş imkânı sağlamak için var oldukları
tartışılır.
Roman absürt komedi olmakla birlikte aradan geçen elli
yıla rağmen güncelliğini koruyarak aynı zamanda çağdaş ve gerçekçi. Anlatıcının
geniş hayal gücünü kurguda, gelişen olaylarda ve karakterlerde görüyoruz. Varolan
karakterler ilk bölümlerde geleneksel, doğulu bir yaşam sürerken ilerleyen
bölümlerde refaha çıktıkta batılı modern yaşama geçtiklerini görüyoruz.
Ben okurken çok eğlendim. Şiddetle okunmasını tavsiye
ediyorum. IŞIL
Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanında hayat hikâyelerinden
taşarak Türkiye meselelerini kendine özgü yorumlamıştır. O yıllarda doğudan
batıya kayma, medeniyet değişimi sırasında insanların girdiği çıkmazları
araştırmış, tahlillerde bulunmuştur.. Burada izlediği yol; şahıslardan yola
çıkarak toplumun, değişim süresi içinde yapısını anlatmaktır. Eski zamandan
yeni zamana geçerken saat ve zaman romanın odağı olmuştur. Bu geçiş döneminde
hayatı ince bir mizah ve şaşırtıcı bir üslupla sorgulamıştır.
Romanda Nuri Efendi saat ustası, Mübarek eski ayaklı
bir İngiliz duvar saati, Halit Ayarcı saat- zaman- insan
ilişkileriyle yer almaktadır. Çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen
Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde de yaşayan Hayri İrdal ise başkahraman olup roman
onun anılarıyla kurgulanmıştır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde insanların popülerliğe ve
paraya verdiği önem, zamana göre nasıl yüz değiştirebileceği başarılı ve absürt
bir dille anlatılmıştır. Türk Edebiyatında önemli bir yeri olduğu bir defa daha
kanıtlanmış Ahmet Hamdi'nin bu romanını herkese tavsiye ediyorum. ZELİHA
Diğer taraftan
kitapta “batı“ ile yapılan mukayeselerde batının üstünlüğü endirekt olarak
anlatılmakta kanımca. Örneğin sayfa 231 de müzik konusunda batı müziğinin öğrenilmesi
için yılların verilmesi gerektiği, ancak zamanın musiki anlayışıyla,
kalabalıklara hitap edip meşhur olmanın kolaylığı kitaptaki baş karakterden
biri olan Halit Ayarcı tarafından belirtiliyor. Sayfa 238 de ise Ahmet Zamani
adlı hayali kişinin yaratılmasını ve onun Graham’dan evvel Rabia hesaplarını
bulmuş olduğu iddiasının benimsenmesini, sayfa314te bunun toplumun bir ihtiyaca
cevap vermesi (yani o gün itibarıyla böyle bir ecdadın varlığının insanları
mutlu etmesi) olarak açıklıyor. Böylece batının pozitif bilimde üstünlüğüne
karşı bir isim ortaya atılmış oluyor. Bir diğer örnek ise sayfa 367 de Saatleri
Ayarlama Enstitüsünün ağırlıklı olarak Güney Amerika ve birkaç daha az gelişmiş
ülke tarafından kabul gördüğü oysa sanayisi gelişmiş “batı ülkelerinden” böyle
bir enstitüye ihtiyaç olmamasının belirtilmesi yazarın “gelişmişlik” ve “gelişmemişlik”
arasındaki farkı ortaya koyması olduğunu düşünüyorum. DEMET
7 Kasım 2012 Çarşamba
Ahmet Hamdi Tanpınar
23 Haziran 1901'de İstanbul'da doğdu.1923 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne atandı. 1942-1946 yılları arasında Maraş Milletvekili olarak görev yaptı. Bir süre Milli Eğitim müfettişliği yaptı. Sonra 1949 yılında Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki görevine döndü. Gençlik yıllarında Yahya Kemal ve Ahmet Haşim'in talebesi ve dostu olmuş, Batı edebiyatından Paul Valéry ile Marcel Proust'u kendisine üstad olarak seçmiştir.
Tanpınar şiiri hayatının en büyük ihtirası haline getirmiş, hece vezniyle yazdığı ilk şiirleri, imge zenginliklileri ve müzikal nitelikleriyle dikkat çekmiştir. Bu şiirlerde öteki hececilerden ayrı bir estetik peşinde olmuş, kendine özgü bir sözcük ve kavram dünyası yaratmaya çalışmıştır. Şiirlerinde zaman kavramı üzerinde sıkça durmuştur. Onun eserlerinde zaman, basit bir süreklilik göstermez, çok katlı ve karmaşıktır. "Bursa'da Zaman" şiiri bu olgunun güzel bir örneğidir. Altmış kadar şiirinden ancak otuz yedisi ile tek şiir kitabını ölümüne yakın çıkardı: Şiirler (1961).
Romanlarında, zengin hayatların hikâyesinden çok, Türkiye meselelerine kendine has yorumlar getirir. Medeniyet değiştirme girişimlerinin insanımızı soktuğu çıkmazları araştırırken yaptığı tahliller, insanımız ve toplum yapımız açısından dikkate değer hükümler taşır.
İlk romanı Mahur Beste'de dönemlerinin özellikleri, iş ve ev yaşamları, sarayla ilişkileri, alışkanlıkları, merakları, tutkuları, felsefeleriyle imparatorluğun son yıllarında yaşayan insanlar sergilenir.
Huzur'da Cumhuriyet'in ilk yıllarında kişiliğini kabul ettirmek isteyen okumuş genç kadın ve erkeğin sorunları, yeni toplumsal koşullarla ilişkileri, eski ile yeni arasındaki uyum arayışları işlenmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü toplumumuzun bu değişme süresi içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma varan teknikle anlatıyor. Sahnenin Dışındakiler, II. Abdülhamit döneminin artıkları ile II. Meşrutiyette ortaya çıkan XIX. yüzyıl kuşağının okumuş kesiminin romanıdır. Ölümünden sonra plan ve notlarına dayanılarak bir araya getirilen ve 1987'de yayımlanan "Aydaki Kadın"da da aynı irdeleme vardır.
Tanpınar, 24 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp krizi ile hayata veda etti. Cenazesi Rumeli Hisarı Kabristanı'nda, hocası ve dostu Yahya Kemal'in yanı başına defnedildi. Mezartaşı üzerinde çok bilinen şiirinin iki mısrası bulunmaktadır:
"Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında".
Ahmet Hamdi Tanpınar adına yapılan “İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali”, bu yıl Ekim ayının ilk haftasında Avrupa Birliği Kültür Programı ve Literature Accross Frontiers'ın stratejik partnerliğinde düzenlendi. 21 farklı ülkeden 79 yazarın katılımıyla gerçekleşen festival tematik yazar okumaları ve söyleşiler, interaktif edebiyat projeleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinliklerini kapsıyor.
29 Ekim 2012 Pazartesi
Elbet Sabah Olacaktır
Yazar:
Hıfzı Topuz
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Kapak Tasarım: Ömer Erduran
Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Nisan 2012 - 3. Baskı
Özgürlük şairi Tevfik Fikret'in romanı...
Tevfik Fikret aklın ve bilimin egemenliğine, aydınlanmaya ve aydınlık günlerin geleceğine
inanan bir şairdir ve kendinden sonra gelen kuşaklar için dürüstlük, özveri ve sessiz direnişin
simgesi olmuştur.
Dağılma sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu'nun can çekiştiği bir dönemde yaşayan şair,
önce Abdülhamit'in baskıcı yönetiminin, sonra da özgürlük vaadiyle gelip aynı baskıyı
devam ettiren İttihatçıların yarattığı korkunun içinde yükselen gür bir ses olur.
Aşiyan'a inzivaya çekildiği yıllarda ve hastalıktan günden güne eridiği sön dönemlerinde bile
hiçbir güç onu susturamaz; her fırsatta gençliğe özgürlüğü haykırır. Onun gür sesi, gelecek
kuşakların yarınlara daha umutla bakmasını ve karanlığı dağıtmak için savaşması gerektiğini anlatmıştır: Ufukları yine yoğun bir sis kaplamış olsa da, elbet sabah olacaktır! (Arka Kapak)
Yorumlarımız:
“Elbet
Sabah Olacaktır” da, Hıfzı Topuz, Tevfik Fikret’in hikâyesine doğumunun çok
öncesinden, anneanne ve dedesinin geçmişinden başlıyor. Sakız Adası’ndan
getirilen iki yetim olan anneanne ve dedesinin, hayata nasıl tutunduklarından
başlayıp Tevfik Fikret’in doğumuna kadar olan süreçte neler yaşadığını
anlatıyor. Hikâye ilerledikçe okul yılları, evliliği, Mehmet Tevfik’ten Tevfik
Fikret’e dönüşmesinin hikâyesini, Servet-i Fünûn yıllarını, oğlu Halûk’la
ilişkisini, Aşiyan zamanlarını, kısaca Tevfik Fikret’e dair her şeyi anlatıyor.
Tevfik
Fikret’in çocukluğuyla ilgili anılarda kişiliğinin izlerini buluyoruz. Sevdiği
bir kediyi ve kanaryayı hiç unutamayıp, onların yerine yeni evcil hayvanlar
beslememesi, onlara şiir yazması onun duygusallığını açığa çıkarıyor. Hac
yolunda kaybettiği kardeşinden sonra şiddetle savunduğu kadın hakları,
Edebiyatın yanı sıra resme olan yeteneği ve tutkusu onun duygusallığını ortaya
çıkarsa da prensipleri konusunda çok katı ve tutarlıdır. Müdürlük yaptığı
Galatasaray Lisesindeki yılları şairin eğitime ve gençliğe olan inancını ortaya
çıkarıyor.
Roman,
zamanın yazarları hakkında da detaylı bilgi vermeye başladığında kitap ders
kitabı havasına bürünse de ilerledikçe Tevfik’in hayatına tamamen odaklanıyor.
Onun ne denli özgürlüğe, adalete, barışa, eşitliğe âşık olduğunu görebiliyoruz.
Kitabı
okuduktan sonra Tevfik Fikret’i daha iyi anlayabilmek için ömrünün son dönemini
geçirdiği şu anda müzeye dönüştürülmüş olan Aşiyan’daki evini ziyaret etmemiz
gerektiğini düşünüyorum. NURİZER
Hıfzı Topuz Tevfik Fikret'in yaşamını romanlaştırırken bize bilmediğiz yönlerini anlatıyor. Hem hayat hikâyesiyle, hem de düşünceleriyle gerçekten takdir ettiğim şairimiz bugünün gerçekleri içinde de çok örnek alınacak değerli bir şair ve şahsiyet olduğu düşüncesindeyim.
Hıfzı Topuz'un yalın anlaşılabilir bir dili var. Roman olarak düşünürsek çok sürükleyici bir kurgu değil. Fakat anlattığı kişi, bilmediklerimizi öğrenme duygusu kitabı cazip hale getirmiş. Yakın geçmiş tarihimiz ve edebiyatçılarımızı okumak bizi besliyor, olgunlaştırıyor. Bunun için iyi ki okuduk diyorum.
Aile büyükleri adalardan geliş biçimleri, yaşam mücadeleleri gerçekten çok zor ama ayrıcalıklı ve başarılı. Tevfik Fikret'in beklentileri düşünce yapısı, düşündüklerinin arkasında durabilmesi, umutları karamsarlıkları çok içten duygularla gündeme getirilmiş. Yazar bize bu duyguyu hissettirebiliyor. Gerçek bir hayat hikâyesini, değerli bir şahsiyeti ve dik duruşunu ayni heyecanla bize yansıttığı için romanı başarılı buluyorum. ZELİHA
“Elbet Sabah Olacaktır” Hıfzı Topuz’un biyografi formatında kaleme aldığı Tevfik Fikret’in hayatını anlatmakta. Hepimiz en
azından lise çağlarında Tevfik Fikret’le tanışmış olmamıza ve
İstibdat devrine karşı özgürlükçü, modern görüşlü, zamanının çok ilerisinde bir
şair olduğunu bilmemize rağmen kitabı okurken birçok yeni bilgi edinmek bir şekilde beni etkiledi.
Örneğin büyükanne ve babasının Sakız adasından getirilmiş ve İzmirli bir aile
tarafından evlat edinilmiş yetimler olduğunu bilmiyordum!
Ayrıca kitapta tanıtılan Tevfik Fikret son derece onurlu
ve sefaleti göze almak pahasına ilkelerinden vazgeçmeyen son derece dürüst bir
kişi. Günümüzde bu duruşa sahip pek kimse kalmadığı görüşündeyim çünkü tüm
dünyayı ele geçirmiş olan maddiyatçılık bu tip insan davranışlarına tanık
olmamızı engelliyor.
Kitapta şiirlere de yer verilmesi ve onların hangi
şartlarda neye karşı yazıldıklarını görmek/ hatırlamakta benim için önemliydi.
Tek üzücü bulduğum şey, büyük umutlar bağladığı ve “gelecek” olarak gördüğü
oğlunun rahipliği seçip ABD’ye yerleşmesiydi. Bunun Tevfik Fikret için duygusal
olarak çok ağır bir darbe olduğunu sanıyorum. DEMET
Kâinat var oldukça umutlar hiç
bitmeyecek. ELBET YİNE SABAH OLACAK.....Hıfzı Topuz Tevfik Fikret'in yaşamını romanlaştırırken bize bilmediğiz yönlerini anlatıyor. Hem hayat hikâyesiyle, hem de düşünceleriyle gerçekten takdir ettiğim şairimiz bugünün gerçekleri içinde de çok örnek alınacak değerli bir şair ve şahsiyet olduğu düşüncesindeyim.
Hıfzı Topuz'un yalın anlaşılabilir bir dili var. Roman olarak düşünürsek çok sürükleyici bir kurgu değil. Fakat anlattığı kişi, bilmediklerimizi öğrenme duygusu kitabı cazip hale getirmiş. Yakın geçmiş tarihimiz ve edebiyatçılarımızı okumak bizi besliyor, olgunlaştırıyor. Bunun için iyi ki okuduk diyorum.
Aile büyükleri adalardan geliş biçimleri, yaşam mücadeleleri gerçekten çok zor ama ayrıcalıklı ve başarılı. Tevfik Fikret'in beklentileri düşünce yapısı, düşündüklerinin arkasında durabilmesi, umutları karamsarlıkları çok içten duygularla gündeme getirilmiş. Yazar bize bu duyguyu hissettirebiliyor. Gerçek bir hayat hikâyesini, değerli bir şahsiyeti ve dik duruşunu ayni heyecanla bize yansıttığı için romanı başarılı buluyorum. ZELİHA
Hıfzı Topuz
Hıfzı Topuz, 1923 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray
Lisesi’ni (1942), IÜ. Hukuk Fakültesi’ni (1948) bitirdi. Strasbourg
Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans
(1957-59) ve yine Strasbourg Hukuk Fakültesi’nde gazetecilik doktorası yaptı
(1960). 1947-58 yılları arasında Akşam gazetesinde önce istihbarat şefi, sonra
yazı işleri müdürü oldu. İstanbul Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında
yer aldı. Paris’te Unesco Genel Merkezi’nde Özgür Haber Dolaşımı şefi olarak
çalıştı (1959-1983). Uluslararası gazetecilik örgütleri arasında mesleksel
işbirliği, basın ahlâkı, gazetecilik eğitimi ve gazetecilerin korunması
projelerini yönetti. 1962 yılında Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi’nin, o
zamanki adıyla Basın-Yayın Yüksek Okulu’nun kuruluşu için, Paris’te Unesco’nun
merkezinde ilk projeleri hazırladı. TRT’de Radyolardan Sorumlu Genel Müdür
Yardımcılığı’nda bulundu (1974-75). 1986’da halen başkanlığını sürdürdüğü iletişim
Araştırmaları Derneği’ni (ILAD) kurdu. Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet
gazeteleriyle çeşitli dergilerde diziler ve inceleme yazıları yazdı.
Başlıca yapıtları: ınceleme: Information Internationale
dans la Presse Turque (Strasbourg, 1961), Kara Afrika (1970), Caricature et
Société (Paris, 1974), Uluslararası iletişim (1985), iletişimde Karikatür ve
Toplum (1985), Lumumba (1987), Kara Afrika’da iletişim (1987), Status, Rights
and Responsibilities of Journalists (Prag, 1989), Basında Tekelleşmeler (1989),
Yarının Radyo-TV Düzeni (1990), Siyasal Reklamcılık (1991), II. Mahmut’tan
Holdinglere Türk Basın Tarihi (2003), Dünya Karikatür Tarihi (1997), Dünyada ve
Türkiye’de Kültür Politikaları (1998). Roman: Meyyale (1998), Taif’te Ölüm
(1999), Paris’te Son Osmanlılar (1999), Hatice Sultan (2000), Gazi ve Fikriye
(2001), Çamlıca’nın Üç Gülü (2002), Devrim Yılları (2004). Anı: Paris’li Yıllar
(1994), Eski Dostlar (2000).
19 Ekim 2012 Cuma
Monet'nin Bahçesi
10. yılını kutlayan S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) düzenlediği “Monet’nin
Bahçesi” sergisi 9 Ekimde ziyarete açıldı. 6 Ocak 2013 tarihine kadar açık
kalacak çiçek ve doğa temalı tabloların yer aldığı sergi; “Belki de ressam
olmayı çiçeklere borçluyum.” sözlerinin sahibi Monet’nin olgunluk dönemindeki
sanatsal üretiminin ana temasını oluşturan Giverny Bahçesi’ne yoğunlaşıyor.
Claude Monet’nin oğlu Michel Monet, ressamın Giverny’deki evinde bulunan
tüm tablolarını 1966 yılında, Paris’in 16. bölgesinde müstakil bir ev olan Marmottan
Monet Müzesi’ne bağışlamış. Bu müzeden getirilen 39 eserden oluşan sergide,
izlenimcilik akımına ismini veren Claude Monet’nin Giverny Bahçesi’ndeki evi,
geç dönem bahçe manzaraları, nilüferler ve ünlü Japon köprüsü tablolarının yanı
sıra, yakın arkadaşı ressam Auguste Renoir imzalı Monet ve eşi Camille’in
portreleri, kişisel eşyaları ve fotoğrafları da yer alıyor.
86 yaşına kadar yaşayan ve ömrünün sonuna kadar resim yapmayı sürdüren
Monet’nin son dönemlerinde gözündeki katarakt hastalığına rağmen yaptığı
resimler onun algıladığını tuvale nasıl yansıttığının en güzel örnekleri. Normalde
çok da kullanmadığığkırmızı, kahverengi ve sarı çok ön plana çıkıyor, fazla
çizim yok sadece izler ve lekeler. Monet, ameliyat
olup iyileştikten sonra da renklerin birbirinin içine geçtiği bu tabloların
otantik yönlerini önemseyip elinde tutar. Beğenmediği eserlerini yakmasıyla
ünlü ressam için beklenmedik bu davranış, katarakt dönemi eserlerinin 20’nci
yüzyılın ikinci yarısında tekrar keşfedilmesine ve dönemin avangart
sanatçılarına ilham vermesine vesile olur.
En kısa zamanda bir fırsat yaratıp sergiyi gezin, bu
büyük sanatçıyı bir kez daha görme fırsatını kaçırmayın.
14 Ekim 2012 Pazar
Özgürlük
Yazar: Jonathan
Franzen
Yayınevi: Sel Yayınları
Orijinal Adı: Freedom
Orijinal Dili: İngilizce
Çeviren: Sevin
Okyay
Kapak Tasarım: Savaş Çekiç
Basım Yeri/Tarihi: Istanbul, Mayıs 2012 - 1. Baskı
Bu roman özgür
birey olma çabalarını, bir aşkın başlangıcını ve bitişini, gençlikte yaşanan
doyumsuz tutkuları, yetişkinliğin getirdiği sürprizleri, neden hiç durmadan
arkadaşlarımızla yarıştığımızı, en yakınımızdakilere nasıl ihanet ettiğimizi ve
hiçbir şeyin neden "olması gerektiği gibi" olmadığını anlatıyor.
Duygularımızın sözünü dinleyerek kendimize ve çevremizdekilere yaşattığımız acı ve sevinçlerin insan olmanın doğal bir sonucu olduğunu gösteriyor.
Modern dünyanın çelişkili ve bir o kadar da gerçek insanlarını konu alan sürükleyici bir başyapıt...
Franzen yarattığı karakterlerin hayatlarını kendinizinkinden daha gerçekçi kılmayı olağanüstü yazarlık yeteneğiyle başarıyor. (Arka Kapak)
Duygularımızın sözünü dinleyerek kendimize ve çevremizdekilere yaşattığımız acı ve sevinçlerin insan olmanın doğal bir sonucu olduğunu gösteriyor.
Modern dünyanın çelişkili ve bir o kadar da gerçek insanlarını konu alan sürükleyici bir başyapıt...
Franzen yarattığı karakterlerin hayatlarını kendinizinkinden daha gerçekçi kılmayı olağanüstü yazarlık yeteneğiyle başarıyor. (Arka Kapak)
Yorumlarımız:
Anne
babamız ve doğuştan sahip olduğumuz ailemizle; yaşamın içinde seçerek, bilerek
ya da tesadüflerle edindiğimiz arkadaşlıklar, dostluklarla öne çıkan kişiliğimiz
gerçekten de çok farklı olabiliyor...
Aile bireyleri ile olan öngörülmüş,beklenti oluşturulmuş ilişki karakteri çoğu zaman hepimiz için bir "tabu" olmaktan çıkamıyor ve "karakter özgürleşmesi", "özgünleşmesi" ancak başka ilişki ortamlarında gerçekleşebiliyor....yıllar alıyor...kişilikler, hırsların, duyguların yoğurmasıyla müthiş bir ivmeyle dönüşüyor ..taa ki o hızlı çekim gücü etkisinde savrulmaktan kurtulup kendi yörüngesine girene kadar..
Insanı "özgür" olmaktan alıkoyan aslında ne başkaları, ne kurallar, ne yasalar.... Franzen’in ortaya koyduğu, benim de gönülden inandığım bakış açısıyla "özgürlük kısıtları" içimizde, beynimizde, duygu ve duyularımızda... Onların bizi hoyratça ele geçirişinde saklı...
Ve ; bu kısıtlardan kurtulabildiğimiz zaman gerçekten özgürleşebiliyoruz....buna belki de daha hayatin içinden bir tanımlamayla "olgunlaşma" diyoruz kimimiz...Ama her olgunluk özgürlüğü getirmeyebiliyor...
Kişileri, olayları hep madalyonun çok yönüyle sunuyor kitapta Franzen; böylece de hem çok gerçekçi hem de çok "hümanist" bir bakış açısı sunuyor okuyucuya...çok sevdim kitabını, doyurucu, düşündürücü, benim ruhumda kaldı…. UFUK
Aile bireyleri ile olan öngörülmüş,beklenti oluşturulmuş ilişki karakteri çoğu zaman hepimiz için bir "tabu" olmaktan çıkamıyor ve "karakter özgürleşmesi", "özgünleşmesi" ancak başka ilişki ortamlarında gerçekleşebiliyor....yıllar alıyor...kişilikler, hırsların, duyguların yoğurmasıyla müthiş bir ivmeyle dönüşüyor ..taa ki o hızlı çekim gücü etkisinde savrulmaktan kurtulup kendi yörüngesine girene kadar..
Insanı "özgür" olmaktan alıkoyan aslında ne başkaları, ne kurallar, ne yasalar.... Franzen’in ortaya koyduğu, benim de gönülden inandığım bakış açısıyla "özgürlük kısıtları" içimizde, beynimizde, duygu ve duyularımızda... Onların bizi hoyratça ele geçirişinde saklı...
Ve ; bu kısıtlardan kurtulabildiğimiz zaman gerçekten özgürleşebiliyoruz....buna belki de daha hayatin içinden bir tanımlamayla "olgunlaşma" diyoruz kimimiz...Ama her olgunluk özgürlüğü getirmeyebiliyor...
Kişileri, olayları hep madalyonun çok yönüyle sunuyor kitapta Franzen; böylece de hem çok gerçekçi hem de çok "hümanist" bir bakış açısı sunuyor okuyucuya...çok sevdim kitabını, doyurucu, düşündürücü, benim ruhumda kaldı…. UFUK
‘’Bence Özgürlük romanı Bir Amerikan ailesi olan
Berglund’ların dramatik hayat hikâyesini anlatıyor. Kimi arkadaşlarım söz
konusu ailedeki bireylerin veya en azından bazılarının
özgürleşmesini bize anlattığını söylüyor. Hikâyeye böyle de bakılabilir, ancak
ben böyle göremiyorum. Kurgu daha çok Walter ile Patty’nin hayatı, onların
kendi kardeş ve ebeveynleri, daha sonra da kendi çocukları Joey ve Jessica’nın
çevresinde dönüyor. Bu arada romanın önemli bir kısmında Walter’ın sevgilisi
Lalitha ve Patty’nin sevgilisi Richard ile olan ilişkileri de uzun uzun ya
kendi ağızlarından ya da üçüncü şahıs olarak roman yazarının ağzından
anlatılıyor. Bu aile ilişkileri anlatılırken o kadar detaya giriliyor ki
tasvirlerle birlikte roman çok uzuyor. Bir okuyucu olarak beni özellikle bu
uzun tasvir ve aile ilişkileri boğdu, sıktı. Romanın bazı bölümlerine ise
güncel olaylar, çevre politikası, Amerika’daki demokrat ve cumhuriyetçi
politikalar adeta serpiştirilmiş. Richard’ın hayatı anlatılırken sanatçı dramı,
Jessica anlatılırken sporcu dramını kıyısından köşesinden vurgulanmış.
Kısacası kitap kulübünde seçmeseydik bu romanı
bitiremeyebilirdim: çünkü konusu pek cazip değildi; uzun, devrik, karmaşık
cümleleri ve sayfalar dolusu tasvirleri beni yordu, üstelik bütünüyle
tadsız, tuzsuzdu…. LEYLA
John
Franzen'in “Özgürlük” adlı kitabi içinde bulunduğumuz döneme
çağdaş bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Yaşanan olaylar bire bir bizim
toplumumuzla örtüşmese de, olayların benzerliğinden çok yaşanan gelgitler,
kuşak çatışmaları, kadın-erkek ilişkileri çok farklılıklar göstermiyor
kanısındayım. Aile, ebeveyn, çocuk, arkadaş ilişkilerinin karmaşıklığı,
bunun sonucu kişilerin yasadıkları çelişkiler, yaşam tecrübeleri ve
duyguların son derece başarılı bir şekilde hikâyelendirildiğini
düşünüyorum. Kitap her ne kadar Amerikan toplumundan bir kesit verse de
bunun ufak tefek değişikliklerle her yerde aşağı yukarı
yaşanabilecek olaylar olduğu görüşündeyim çünkü aslolan insan.
Kitapta vurgulanmak istenen kişilerin yaşadıklarıyla veya özgürce
yaptıkları eylemlerle değil, kendi iç hesaplaşmalarıyla yüzleşmeleri ve kendi
kendilerine karşı dürüst olabildikleri ölçüde
özgürleşebilmeleri. Yani eyleme geçebilmek kişiye özgürlük getirmek için
yeterli değil, bunun yanı sıra iç çelişkilerini yenebilmek ve kendi
kendilerine karşı yaptıkları muhasebe onları özgürleştirebiliyor.
Kitapta
bence üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise planlı, programlı
yaşamların veya aile/ toplum tarafından geçerli ve doğru bulunan
seçimlerin her zaman iyi neticeler vermediğinin anlatılması olarak görüyorum.
Bu her iki kuşağı kapsayan aile bireylerinin hayatlarının anlatılması ile
verilmiş- başlanan noktayla varılan yasam biçimleri arasında çok büyük
tezatlar var. Öte yandan bastan onaylanmayan bir ilişki ise sonunda mutlu,
dingin hayatlar olarak karşımıza çıkmakta.
Kitap
insan duygularının ve hayatın ne kadar kompleks olduğunu, cesaretle adım
atabilme yetisiyle birlikte tesadüf ve tecrübelerin (ki bunlar olumlu veya
olumsuz olabilir) kişi tarafından yaşanmışlık
yani olgunlaşma sekilinde değerlendirilmesinin önemini ve
bunun kişinin özgürleşmesi açısından ne kadar önemli olduğunu göstermesi
açısından başarılı. Okuması kullanılan dil açısından çok kolay olmamakla
birlikte tavsiye edeceğim bir kitap. DEMET
12 Ekim 2012 Cuma
Yaz Bitti.....
Yaz bitti… Unutulmaz geziler… Sahilde geçen tembel
dakikalar…Masmavi denizde serinlemek için attığımız kulaçlar... Dolunayın
altında yenilen keyifli yemekler…
Her mevsimin tadı başka.. Sonbahar geldi… Havalar
serinledi… Güneş ışınları sararan yapraklara artık daha yatay geliyor.. Deniz
yine masmavi ama plajlar boş…
Sonbaharın en güzel tarafı ise 8ekiz’ler yine toplanmaya
başladı. 8 Ekim’de Zeliha’da toplanıp iki yaz kitabımızı “Özgürlük” ve “Elbet
Sabah Olacaktır”ı tartıştık. Sonrasında da bizi ziyaret eden Zeliha’nın torunu
Irmak bebeği sevdik.
Güzelliklerin yaşanacağı, seveceğimiz kitaplar okuyup,
doyurucu tartışmalar yapacağımız yeni bir döneme keyifle başladık…………
17 Haziran 2012 Pazar
Masumiyet Müzesi
2009 yılında Orhan
Pamuk’un yeni kitabı “Masumiyet Müzesi”ni okuyup, okurken bizi boğan takıntılı
aşkı uzun uzun tartışmıştık. Kitabın arkasında müzeye giriş bileti de vardı.
Nasıl bir müze olabileceğini tartışıp açılışına birlikte gitmeye karar
vermiştik. Müze 28 Nisan 2012’de açıldı, bizde grup olarak geçen hafta gittik.
Roman 1974 ile
2000’lerin başı arasında geçen aşk romanı, biri zengin diğeri orta halli iki
aile üzerinden geçmişe dönüşler ve hatıralarla birlikte 1950-2000 arası
İstanbul hayatını anlatıyor. Müzede ise romanda anlatılan kahramanların
kullandığı, giydiği, işittiği, gördüğü, biriktirdiği, hayal ettiği şeyler dikkatle
düzenlenmiş kutu ve vitrinlerde sergilenmiş. Kitabın her bölümü için ayrı bir
kutu var.
Pamuk 1990’lardan
itibaren romanı ve müzeyi baştan beri birlikte düşünmüş. “Müzeden zevk almak
için romanı okumaya gerek yok, tıpkı romandan zevk almak için müzeyi gezmeye
gerek olmadığı gibi” diyor Orhan Pamuk ama ben aynı görüşte değilim. Romanı
okuyun ve müzeyi kitap elinizde gezin. Biz kitabı iki yıl önce okuduğumuzdan
bazı detayları unutmuşuz. Bölüme ait kutunun önüne gelince bölümden birkaç cümle
okuyunca orada sergilenenler bize daha anlamlı geldi. Gezerken şunu anladık ki
yazar romanı yazarken müzeyi zaten planlamış ve her detay, sergilenecek objeler
gözünün önünde imiş.
Eğer kitabı
okuduysanız müzeyi de gezmenizi öneririm, kitabı beraberinizde götürdüğünüzde
giriş ücreti alınmıyor.
10 Haziran 2012 Pazar
Rembrant'ı Kaçırmayın
Sabancı
Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM)’nin düzenlediği “Karanlıkla
Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın
Çağı” sergisi bir hafta daha uzatıldı, henüz gezmediyseniz acele edin.
'Işığı besteleyen
ressam' olarak tabir edilen Rembrant tarihte bir ilke imza atıp, hayatının
belli dönemlerinde kendi kendini resmederek arkasında farklı ve paha biçilmez
bir biyografi bırakmıştır. Rembrandt'a ait 10 eserin
bulunduğu sergide ayrıca dönemin en büyük isimleri arasında gösterilen “ İnci
Küpeli Kız” adlı tablosu ile tanıdığımız Johannes Vermeer'in “Aşk Mektubu” adlı
eseri, Frans Hals, Jan Steen ve Jacob
van Ruisdael gibi pek çok ismin toplamda 110 eseri var.
Hollanda resim sanatının Avrupa resim sanatına getirdiği yeniliği, ışığı kullanımdaki ustalığını, dönemin atmosferini ve sanata yansımasını en iyi şekilde anlatan eserler genelde Hollanda toplumunun kent ve kırsal kesimdeki yaşamanı konu ediyor. 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin getirdiği refahla, bilim ve sanat dallarında Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen Hollanda o dönem sanatta da Altın Çağını yaşamış.
Hollanda resim sanatının Avrupa resim sanatına getirdiği yeniliği, ışığı kullanımdaki ustalığını, dönemin atmosferini ve sanata yansımasını en iyi şekilde anlatan eserler genelde Hollanda toplumunun kent ve kırsal kesimdeki yaşamanı konu ediyor. 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin getirdiği refahla, bilim ve sanat dallarında Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen Hollanda o dönem sanatta da Altın Çağını yaşamış.
Sergiyi
gezdikten sonra da çağdaş bir
tasarım ve sergileme anlayışıyla yenilenen Atlı Köşk’teki “Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu”na da bir göz atmanızı öneririm.
İslam sanatının 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan dönemine ait, ünlü
hattatların ve kitap sanatçılarının elinden çıkmış 200’den fazla eserin yer
aldığı sergide ziyaretçilere verilen iPad’ler aracılığıyla sunulan interaktif uygulamalar,
geleneksel sanatları teknolojiyle buluşturarak, izleyenlere farklı bir deneyim
yaşatıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)