2024 yılında yüreğinizin iyilikler, güzellikler,
umutlar, hayaller ve kitaplarla dolu olması dileğiyle…
30 Aralık 2023 Cumartesi
Miras
Yazar: Vigdis Hjorth
Orijinal Adı: Arv og
miljo
Orijinal Dili: Norveççe
Yayınevi: Siren Yayınları
Çeviren: Dilek Başak
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Mart
2022, 9. Baskı
Dört kardeş, iki kulübe, bir sır. Çağdaş Norveç edebiyatının
en önemli seslerinden Vigdis Hjorth, Miras’ta bir aile portresinin arka planını
resmediyor ve gerçeklere dayalı bir travma hikâyesi anlatıyor. Yakınlığın ve
yakınların açtığı yaraların, bağların ve bağları koparmanın hikâyesi bu,
tiyatro eleştirmeni Bergljot’un ailesine rağmen sağ kalma, yaşamına sahip çıkma
mücadelesinin hikâyesi. Soğuk ve karanlık bir hikâye, portredeki gülümsemelerin
gerisinde gizleniyor ama tüm saklı şeyler gibi eninde sonunda açığa çıkıyor.
Norveç’te büyük ses getiren ve çok satan, çok tartışılan bu
roman, babanın ölümüyle başlıyor ve yaranın kökenine iniyor.
İnsan ailesini seçemez ama hikâyesini anlatmayı seçebilir.
Yorumlarımız:
Aralık ayında okuduğumuz kitap
Norveçli yazar Vigdis Hjorth adlı yazarın kendi hayatındaki bir travmadan yola
cıkarak yazmış olduğu Miras adlı roman. Kitabın okuması kolay, kısa bölümler ve
bilinç akışı metoduyla yazılarak merak diri tutulmuş, son olayların altında
yatan geçmişte yaşananlar, psikolojik travmalar sadece kitabın kahramanı
açısından değil, geriye dönüşlerle diğer aile ferlerinin içine sürüklendikleri
çıkmaz ve dolayısıyla verdikleri (veya veremedikleri) tepkiler, olayı örtbas
etmeleri, kendi güven alanlarını risk etmeme çabası, ki burda aile bütünlüğü
söz konusu, ve tüm bunların davranışlarını nasıl şekillendirdiğinin analizi de
mevcut. Yaşanan travma yazarın 5-7 yaş arası babası tarafından ensest bir
ilişkiye dahil edilişi. Ancak kitapta 80li sayfalar gelininceye kadar bu olay
açıklanmamakta birlikte ciddi bir sıkıntı sezinlenmekte. Kitabın başı babanın
ölümü ve miras paylaşımı yüzünden kitap kahramanının (yazarın) aileyle tekrar
iletişime geçme zorunluluğuyla fazla
detaya girmeden ve yıllar sonra kendisi de evlenip üç çocuk sahibi olduktan
sonra boşanma aşamasında olduğu süreçte bir tiyatro oyunu yazarken geçirdiği
ağır fiziksel semptomlar sonucu Norveç devletinin sağladığı haftada dört kere
gittiği psikoanaliz seansları neticesinde yani otuzlu yaşlarda kendisiyle
yüzleşme zorunluluğuyla su yüzüne çıkıyor. Okuyucu da geçmiş olayların akışında
yazarın aile fertlerinin kendi düzenlerini bozmamak adına olayı tamamen red
etmesi- psikolojideki en güçlü savunma mekanizmalarından bir olan inkar (denial)
mekanizmasının devreye girmesiyle, travmanın zaman içinde daha da pekişmesine
ve ailenin diğer fertlerinden de tamamen kopuşu ve hatta anneye karşı daha
güçlü olumsuz duygular yaşanması anlatılmakta. Yazarın yetişkin dönemde tüm bu
olayın travmasıyla boğuşurken yanında destek olan en önemli iki dostu Klara ve
Bo, yazarın travmasını pekiştiren anne ve kardeşlerinin almaza yatmaz
davranışlarını daha geniş bir perspektifle ele alarak kitabı kişisel bir
travmanın hikayesi olmaktan çıkarıp genel insan /toplum davranışlarını ele
alarak bir pencere açıyor ki kanımca kitabın esas başarılarından biri de
burdaki kişisel travmanın dünya üzerinde yaşanan savaşları, haksızlıkları insan
davranışı üzerinden irdelemek- bu Bo’nun savaş bölgelerindeki gözlemleri ve
politik açıklamalarıyla vucut bulmakta,
Kitap Freud ve Jung gibi bilimsel olarak konuyu irdelemiş bilim
insanlarının görüşlerine de yer vererek genel olarak bireyin davranışlarına
açıklık getirmekte- Freud’a göre insanın içinde hem iyinin hem kötünün var
olduğu ve medeniyet denen akıl ve belli düzeydeki eğitimle bunun yok
edilemeyeceği, koşullara bağlı olarak birinin diğeri üzerinde baskın olacağı
gerçeği dile getirilmekte. Birde tabii ki performans sanatcısı Marina
Abromoviç’in insanın gerçek yüzünü gösteren performansına da atıf kitaba farklı
bir boyut kazandırmakta. “Benden nefret ediyorlar çünkü bana yaptıklarını
görüyorlar”, sonuçta kitaptan bağımsız olarak aynı konuyu işlemekte sanatçı-
bir nev’i ayna oluyor Marina izleyicilerine, kitapta ise izleyici aile!
Kitapta aynı zamanda yazarın kızı
Tale’in aileye yazdığı bir mektup aracılığıyla ilişkisini kesmesini bildirmesi
böylelikle kuşaktan kuşağa aktarılmasını engelleme çabası var. Açık ve net
olarak, “mış gibi” yapmadan, sahte aile oyunu oynamadan, travmanın manevi bir
miras olmaktan çıkmasına sebep olma amacı güdülmekte- özetle yazar böyle bir
olayın dillendirilmesiyle hem kendisini, hem de ailesinin bu yükten kurtarıp
özgürleşmesini, geride bırakmasını sağlamak istemekte.
Sonuçta söylemek istediğim kitap çok
katmanli; boğucu olmadan çok iyi ele alınmış, herkesin, kendisinin veya
başkasının, küçük/ büyük travması olsun olmasın, olaylar karşısında alacağı
tavır hakkında düşünmeye davet etmekte. Kitabın psikojik gelgitleri de çok iyi
verdiğini, esas olanın ise duyarsız kalınmasının travmayı katladığı/büyüttüğü
gerçeği. Miras bunu son derece kırmadan, dökmeden tüm karakterlerin ruhsal
analizlerini, içinde bulundukları şartları oldukca objektif olarak anlatarak
veriyor ve esas başarısı da kanımca bu.
Bize ise sadece düşünmek kalıyor, tabii güvenli alanımızdan (comfort
zone) çıkmayı göze alıp, çoğunluğun yaptığı gibi kafamızı çevirmemeyi göze
alırsak. Iyi bir psikolojik kitap okumak isteyen herkese tavsiye ederim. DEMET
15 Aralık 2023 Cuma
Vigdis Hjorth
Vigdis Hjorth, 1959’da doğdu, Oslo’da büyüdü. Felsefe,
edebiyat ve siyaset bilimi öğrenimi gördü. Edebiyat hayatı 1983’te yazdığı
çocuk kitabı ‘Pelle-Ragnar ı den gule gården’ ile başladı. Bu kitabıyla Norsk
Kulturråd ödülünü kazandı. Yetişkinler için yazdığı ilk roman ‘Drama med Hilde’
(1987) oldu. O zamandan bu yana 13 roman daha yazan Hjorth’un en önemli eseri
olarak kabul edilen ‘Om bare’ (2001) Norveç’te hem büyük heyecan yaratmış hem
de önemli satış rakamına ulaşmıştı. Çağdaş Norveç edebiyatının en özgün ve önemli
isimlerinden biri kabul edilen yazarın, 2019 yılında Amerikan Ulusal Kitap
Ödülü’ne aday gösterilen romanı Miras, Türkçeye çevrilen ilk ve tek romanıdır. Özkurmaca
unsurları taşıyan ve ritmik, akıcı anlatımıyla aile ilişkileri çerçevesinde
travmaya odaklanan Miras özellikle Norveç’te büyük yankı uyandırmıştır. Hjorth,
izleri metinlerinde hissedilebilecek Tove Ditlevsen, Rolf Jacobsen ve Rudolf
Nilsen gibi isimlerden etkilendiğini belirtir. Miras, aynı zamanda Freud ve
Jung gibi düşünürlerin izlerini de taşımaktadır.
Üç çocuğu ile birlikte Asker, Norveç’de yaşamaktadır.
12 Aralık 2023 Salı
995 km
Yazar: Murathan Mungan
Yayınevi: Metis Yayınları
Basım Yeri / Tarihi:
İstanbul, Ekim 2023
Murathan Mungan’dan bu kez
sürükleyici bir kara polisiye.
Hiçbir şeyin göründüğü gibi
olmadığı ama karmaşık görünenin de sonuçta su gibi açık olduğu bir
siyasi/psikolojik ortam yaratıyor Mungan. Edebiyatımızda ender rastlanan,
beklenmedik bir başkahramanın peşinde, ülkenin yakın geçmişinden tanıdık
gelebilecek karmaşık ağların izini sürüyor. Kimi düğümleri çözüp yeni düğümler
atarken okuru da nefes nefese bir yolculuğa davet ediyor.
Yorumlarımız:
Türkiye’de
1980’lere, 1990’lara tanıklık ederek günümüze ulaşmış kişilerden biri olarak ,
Murathan Mungan ın 995 km romanını okumak, 2000’ler gençliğinin algısından çok
farklı bir deneyim. Bu nedenle aslında oldukça kişisel bir bakış açısıyla
değerlendiriyor olacağım bu kitabı.
Hem ilk
gençliğimin geçtiği çok siyasi atmosferin günlük yaşama hakim olduğu bir
Ankara, oldukça bilinç düzeyi yüksek bir büyük aile ve arkadaş ortamı, ve 80’ler
sonu ODTÜ’deki öğrencilik ve ardından gelen yine ODTÜ’deki akademik ortamın
parçası olmak, ülkemizde olan bitenlerle yakın ilgi içinde olmamı sağlamıştı.
Dolayısıyla, Mungan’ın anlattığı süreci ve içeriği az çok bildiğimi düşünürdüm.
Ancak kitabı bitirdiğimde, tüm tanıklıklara rağmen farkındalığımın ne kadar
naif, ne kadar yüzeysel kalmış olduğunu görmek çok üzücü ve düşündürücü oldu.
Türkiye’deki
‘Faili Meçhul Cinayetler’ in katmanlar, kurumlar, organizasyonlar, oluşumlar ve
tarihsel olarak bu denli yayılmış, bu denli günlük yaşamın her alanında
beslenmiş büyütülmüş, uygulanmış ve saklanmış … hatta kabullenilmiş olduğunun
ayırdına varmak zor, acıtıcı ve düşündürücü oldu benim için…. Hem toplumda ne
kadar karmaşık, karışık ve iç içe işlenmiş bir AĞ oluşumunun, hem de çok basit
ve ilkel düşmanlık, kin, nefret duygularının pekiştirilmesinin , bu cinayetleri
normalleştirdiğini, çok da şaşırılacak bir durum olmadığını, çünkü ardındaki
düzenin bunları hazırladığını anlatıyor Murathan Mungan inceden inceye.
Aslında
‘Faili Meçhul Cinayetler’ tam kör bir cahilliğin; toplumun büyük kesimini
düşünebilmeyi, her şeye eleştirel bakabilmeyi sağlayan rasyonel eğitimden
tümden uzak tutmanın; insanları şeffaflık yerine sis perdeleri içinde
yaşatmanın; ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, coğrafi şartlar açısından
dengesizlikler içinde bırakmanın; ve ülke dışı dengelerin sürekli hedefi olarak
yoğrulmanın doğal bir sonucu olduğunu da gösteriyor Mungan.
Böylesi
çetrefilli ve zor bir konuyu bir roman formatında sunması okuyucuya yapılan bir
kolaylık olmuş kanımca. Kendisinin de belirttiği gibi 20 yıldan fazla bir
süreye yayılan yoğun bir araştırma yapmış yazar kitap için, ama bunları
detaylarıyla, tüm gerçeklikleriyle sunmak yerine bir bütünü algılatacak yap-boz
parçaları gibi kullanmış. Dolayısıyla detaylara takılmadan, birbiri içine
geçmiş kötülükleri, nefreti, kişisel çıkarlarla ideolojik çıkarların ayırt
edilemez işbirliklerini, sanki doğal bir akışın parçasıymış gibi anlatmış.
Karakterlerin taşıdıkları isimle değil de , daha genel geçer tanımlamalarla
anılması bu kişiliklerin , zaman ve
mekan ayırd etmeden her zaman her yerde rastlayabileceğimiz ‘simge’
karakterlere dönüşmesine yol açmış. Bu özellikler sayesinde, yine kendi
deyimiyle bizlere, okuyuculara aslında bildiklerimiz ‘hatırlatma’ yapmayı
amaçlamış…
Mutlaka
okunması, üzerinde düşünülmesi ve çeşitli ortamlara düşünsel katkı yapmaya
aracı olması gereken bir kitap…. UFUK
28 Kasım 2023 Salı
Murathan Mungan
21 Nisan 1955 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi.
Mardinli bir ailenin çocuğudur. Babası avukat İsmail Mungan, annesi Habibe
Mungan'dır. İlk, orta ve lise yılları Mardin'de geçti. Mardin Lisesi'nden mezun
oldu. Mardin, eserlerinde sıkça kullandığı mekanlardan birisi oldu. Bu çevrenin
taşıdığı zengin kültürel yapıyı, insan olgusunu eserlerine başarılı bir şekilde
yansıttı.
1972'de Ankara'ya yerleşti. Lisans ve yüksek lisansını
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde
tamamladıktan sonra başladığı doktora çalışmasını yarım bıraktı. Ankara Devlet
Tiyatroları’nda altı yıl, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda üç yıl dramaturg
olarak çalıştı.
Gazete ve dergilerdeki ilk yazılarını 1975’te
yayımlayan Mungan; yazı hayatı boyunca şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro
oyunu, sinema yazısı, senaryo, masal ve şarkı sözü gibi farklı türlere ait
eserler verdi.
İlk kitabı, Mezopotamya Üçlemesi adlı oyun üçlemesinin
ilki olan “Mahmut ile Yezida” idi (1980). Bu oyun, Türkiye İş Bankası'nın
açtığı yarışmada ikincilik ödülü aldı. Sahnelenen ilk oyunu Orhan Veli'nin
şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı “Bir Garip Orhan Veli” oldu. 1981'de
ilk defa sahnelenen bu oyun, 1993'te kitap olarak da basıldı.
Sahtiyan adlı şiiri ile de "Gösteri"
dergisinin 1981 Şiir Yarışması'nda birincilik ödülü alan Mungan, özellikle “Metal”
(1994) adlı kitabındaki şiirleriyle 1980 kuşağının en çok okunan, tanınan
şairleri arasında ilk sıralarda yer aldı.
Mezopotamya Üçlemesi'nin ikinci kitabı olan “Taziye”
adlı oyunun 1984'te sahnelemesi nedeniyle Ankara Sanat Kurumu'nca Mehmet Baydın
ile birlikte en iyi oyun yazarı seçildi.
1987’de günlük gazete olarak yayımlanan Söz
gazetesinde, “Kültür-Sanat Sayfası” editörlüğü yaptı. Aynı yıl, “Hedda Golder
Dile Bir Kadın öyküsü” ile, Haldun Taner Öykü Ödülü'nü Nedim Gürsel ile
birlikte aldı.
1992'de, halkanın üçüncü oyunu olan "Geyikler Lanetler" in tamamlanmasıyla birlikte, Metis Yayınları, üçlemeyi oluşturan bu oyunları,
üç ayrı kitap olarak aynı anda yayımlamıştır. 1994'te bu üç oyun bir yıl
boyunca Devlet Tiyatroları tarihinde ilk kez olmak üzere arka arkaya Antalya
Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmiş, gene aynı yıl Istanbul Uluslararası
Tiyatro Festivali'nde, üç oyun ardı ardına tam 'on bir saat süren bir gösteri'
olarak iki kez tekrarlanmıştır.
40. yaşı nedeniyle 1995 yılında “Murathan’95” adlı
kitapta çeşitli ürünlerinden bir derlemeyi yayımladı. Bütünüyle özyaşamöyküsel
bir malzemeden yola çıkan ilk anlatı kitabı “Paranın Cinleri”ni 1997'de
yayımlamıştır. 2000 öncesinde çıkardığı tüm şiir kitaplarını içeren 13+1
toplamından sonra 2002 yılında yedi öykünün yedi kitapçık olarak bir kutu
içinde yer aldığı “7 Mühür”ü yayımladı. 2005 yılındaki 50. yaşı nedeniyle de 50
Parça adlı kitapta üzerinde çalıştığı kitaplardan hikâye, şiir, deneme, oyun
gibi farklı edebi türden parçaları bir araya getirdi. Sadece 2005 yılı için
yapılıp baskısı yenilenmeyecek bir kitap oluşturdu. Kürtçeye çevrilen
şiirlerini bir araya getiren “Li Rojhilatê Dilê Min / Kalbimin Doğusunda”
kitabı Türkçe-Kürtçe olarak çift dilde basıldı. Büyümenin Türkçe Tarihi, Bir
Dersim Hikâyesi gibi çeşitli yazarların katkılarıyla biçimlenen bağlamsal
seçkiler hazırladı.
Mungan, bugüne değin çoğu 'Yeni Türkü' topluluğu
tarafından seslendirilmiş olan şarkı sözleri yazmıştır. Yazdığı şarkıların
Türkiye'nin önemli şarkıcıları, toplulukları tarafından yeniden
seslendirilmesiyle oluşan ve 'tribute' sayılabilecek Söz vermiş şarkılar adlı
'cover' albümü 2004'te yayınlanmıştır.
Yazıları, şiirleri ve kimi kitapları bugüne değin
İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Yunanca, Fince,
Boşnakça, Bulgarca, Farsça, Kürtçe ve Flamancaya çevrilerek çeşitli dergi,
gazete ve antolojilerde yayımlandı.
Mungan, 1985'ten beri yaşadığı İstanbul’da 1988'den
beri serbest yazar olarak çalışmaktadır.
9 Kasım 2023 Perşembe
Martin Eden
Yazar:
Jack
London
Orijinal Adı: Martin Eden
Orijinal Dili: İngilizce
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Levent Cinemre
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul, Eylül 2022, 26. Baskı
Jack
London’ın yarı otobiyografik romanı Martin Eden, 20. yüzyıl başında sosyal ve
ideolojik meseleler ağırlıklı içeriğiyle Amerikan edebiyatında büyük ölçüde
kabul görmüştür. London farklı sınıflar arasındaki zihniyet ve değer farklarını
gözlerimizin önüne sererken, statü ve servetin Amerikan toplumundaki hayati
önemine işaret eder. Romanın ana temalarından biri, başarı ve refah yolunun
sosyal sınıf farkı gözetilmeksizin herkese açık olduğu şeklinde özetlenebilecek
Amerikan Rüyası’dır. Ya da bu idealin yarattığı muazzam hayal kırıklığı…
London,
romanı bir sanatçının çıraklıktan olgunluğa geçiş sürecini işleyen
Künstlerroman geleneğinde yazmıştır. Martin’in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir
işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı
hedefine ulaştığında ise motivasyonunu ve heyecanını çoktan yitirmiş, trajik
bir sona doğru sürüklenmektedir artık…
Yorumlarımız:
Bu ay okuduğumuz “Martin Eden” beni her yönüyle
etkileyen bir roman oldu.
Yazarı Jack London, çevirmeni Levent Cinemre ve baş
karakteri Martin Eden sanki birbirinin içine geçmiş tek bir kişilik gibi.
Cinemre, yazarın altı kitabını çevirmiş ve Jack London’un ruhuna bürünmüş
adeta. Çevirmeni katıldığı bir programda izledim, sanki Jack London gibi
düşünüyor, konuşuyor hareket ediyor gibi geldi. Başarılı bir çevirmen olmanın
sırrını ise şöyle açıklıyor “Eğer yazar kendi yarattığı âlemin Tanrısıysa
çevirmen de onun peygamberidir. Çevirmen Tanrının laflarını başkalaştıramaz,
azaltamaz, çoğaltamaz.”
Gerçekten çok başarılı bir çeviri. Romanda adı geçen onlarca
eser, bilim adamı, din adamı, filozof, sanatçı ismi kitabın arka bölümünde 145
dipnot olarak özenle açıklanmış. Bu dipnotlar eserin anlamını çoğaltıyor, okura
farklı bakış açısı sunuyor.
Cinemre çevirisinin arka kapak yazısında “London,
romanı bir sanatçının çıraklıktan olgunluğa geçiş sürecini işleyen Künstlerroman
geleneğinde yazmıştır.” diyor. Jack London’ın yaşamından izler taşıyan roman
Martin’in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir denizciden başarılı bir yazara dönüşüm
mücadelesini anlatır, aynı Jack London gibi.
Aslında bir aşk romanı da diyebiliriz Martin Eden’e.
Onbir yaşında annesinin ölümünden sonra okulu bırakıp önce gazete dağıtıcılığı
sonra denizcilikle uğraşan Martin Eden, burjuva sınıfından Arthur adlı genci
bir çete kavgasından kurtarır. Genç de
onu ailesi ile tanıştırmak için yemeğe davet eder. Martin, eve adım attığı
andan itibaren kendini hiçbir zaman ait olamadığı bir dünyada bulur. Arthur’un
ablası Ruth ile tanışır ve ona âşık olur.
Ruth da bu güçlü kuvvetli, uzun boylu ve yakışıklı gençten hoşlanır. Devamında
“zengin kız fakir oğlan” filmi izler
gibi Martin ile Ruth kavuşabilecek mi,
zengin kızın ailesi bu aşka izin verecek mi, fakir oğlan aradaki sınıf
farkını kapatabilmek için hayallerinin peşinden mi gidecek yoksa kızın istediği
gibi sabit maaşlı bir işe mi girecek sorularının yanıtlarını alacağınız bir aşk
romanı gibi de okuyabilirsiniz.
Ama o geceki yemekte Martin sadece aşık olmamış iki
sınıf arasındaki uçurumunda farkına varmıştı. Temelini romantizm oluştursada
özünde felsefik ve sosyolojik derinliği olan romanda Jack London, işçi sınıfı
ve burjuva sınıfı arasındaki farklılıkları, çatışmaları, sosyalizmi,
bireyciliği, evrim fikrini sade, yalın ama güçlü cümlelerle bize anlatıyor. Bunu da aşkı uğruna, İdealleri uğruna her
türlü zorluğu göze alan, en kötü şartlara direnen, açlıkla mücadele ettiği
zamanlarda bile vazgeçmeyen, kendine inanan bir adamın hikayesini anlatarak
yapıyor.
Çevirmen Levent Cinemre, yazarı “tutkukulu gerçekçilik
akımı”nın öncüsü olarak niteliyor. Yazar gerçekten de Martin Eden’in başarma
tutkusunu, kendine olan inancını, özgüvenini çok gerçekçi aktarıyor okuyucuya.
Burjuva sınıfı Martin’in yazar olabilmek için gerekli eğitimi almadığını
düşünürken; kendi sınıfından insanlar da onun bir hayal peşinde koştuğunu
düşünüyor, yaşamak için hayal kurmak değil çalışmak gerektiğini söylüyorlardı.
Ama Martin kimseyi dinlemedi ve hayallerinin peşinden tutku ile gitti.
Bulunduğu konuma gelebilmek için onca mücadelenin
sonunda şöhrete ve servete kavuşur ama ne yazık ki, artık ne olmak istediği
burjuvaya ne de içinden çıkıp geldiği sınıfa ait hisseder kendisini...
İşte bu noktada yazar hayatı sorgulatır hepimize…
İnsan ne için yaşar? Adalet, para, güç, kazanmak, kaybetmek, sınıflar arası
değer farklılıkları, hayaller, aşk…
Dolu dolu bir roman… Okuduğunuzda bakalım siz neleri
sorgulayacaksınız??
2 Kasım 2023 Perşembe
Jack London
Jack London 12
Ocak 1876’da San Francisco’da doğdu. Gerçek adı John Griffith Chaney’dir.
Annesi Flora
Wellman spiritüalist bir müzik öğretmeniydi. Tahminen babası olduğu düşünülen
William Chaney ise astrologdu. San Francisco Chronicle gazetesinin 4 Haziran
1875 tarihli yayınında çıkan bir habere göre Flora Wellman; William Chaney'nin
bebeğin aldırılmasını istediğini, fakat onun bu talebi reddettiğini, bunun
üzerine kendisini vurmaya kalktığını öne sürer. Ciddi bir yara almayan Flora,
bu olaydan sonra geçici olarak akli dengesini yitirir. Doğumdan sonra bebeğin
bakımı eski bir köle olan Virginia Prentiss'e verilir. Prentiss, London'ın
hayatında anne imgesi olarak kalır. Aynı yılın sonlarına doğru Flora Wellman,
Amerikan İç Savaşı gazisi John London ile evlenince, sonradan Jack olarak
anılacak bebek John da onlarla birlikte yaşamaya başlar.
Jack ilkokulu Oakland'da okur. Henüz sekiz yaşındayken
bir çiftlikte çalışmaya başlar. Binbir türlü sıkıntıyla ortaokul okuyan London,
14 yaşındayken iş ve eğitimi bir arada yürütemediği için okulunu yarıda bırakır
ve Hickmott konserve fabrikasında günde 12-18 saat çalışmaya başlar. Bu ağır iş
koşullarından kurtulmak için siyahi sütannesi Virginia Prentiss’den borç para
alarak French Frank adındaki bir istiridye korsanından Razzle-Dazzle adlı
şalopayı satın alır. Böylelikle o da bir istiridye korsanı olur.
1893 yılında Japonya sahillerine gitmek üzere Sophia
Sutherland adlı fok balıkçısı uskunaya girer. Döndüğü zaman ülkesi 1893
Krizi’nin ve Oakland’daki işçi huzursuzluklarının etkisi altındadır. Bir Hint
keneviri fabrikasında ve bir elektrik santralinde ağır iş koşulları altında
çalıştıktan sonra serserilik yaşantısına başlar.
1894 yılında serseriliği nedeniyle Buffalo'daki Erie
County Cezaevi'nde 30 gün hapis yatar ve “Yol”
adlı kitabında bu hapishanedeki ortamı "düşünülemeyecek"
korkunçlukta, "insanın düşebileceği en derin çukur" olarak tarif
eder.
Serserilik ve denizcilik deneyimlerinden sonra
Oakland'a döner ve Oakland Lisesi'ne kaydolur. Burada Aegis isimli okul
dergisine birkaç yazısıyla katkıda bulunur. Bu yazılardan yayınlanan ilk eseri
"Japon Kıyılarında Tayfun", denizcilik deneyimlerinin bir meyvesidir.
Jack London Berkeley
Üniversitesi'ne girmeyi çok ister ve 1896 yılında bir yaz dönemi yoğun ders
çalıştıktan sonra başarır fakat maddi zorluklar yüzünden 1897 yılında ayrılmak
zorunda kalır.
Okulu bırakmasına rağmen ilerleyen dönemlerde eline
geçen Karl Marx, Charles Darwin, Nietzsche kitaplarını okudu. Bu yazarların
fikirleriyle kendi dünya görüşünü yavaş yavaş oluşturdu. Oluşmaya başlayan
fikirlerini eşzamanlı olarak yazmaya başladı.
25 Temmuz 1897'de London, kayınbiraderi James Shepard
ile Klondayk Altın Avı'na (Klondike Gold Rush) katılmak üzere yola çıkar. İlk
başarılı öykülerini de burada yazacak olan London, Klondayk'taki diğer birçok
kişi gibi beslenme yetersizliğinden dolayı iskorbüt hastalığına yakalanır. Bu
hastalık dişetlerinin şişmesine ve ardından dört ön dişini kaybetmesine neden
olur. Aynı dönemde karın ve bacak kaslarındaki ağrılar da ona ıstırap verir.
London, Klondayk'ın tüm güçlüklerine karşın hayatta kalmayı başarır ve bu
çabası onun en iyi eserlerinden sayılan “Ateş Yakmak” adlı kitabını yazmasına
esin kaynağı olur.
Jack London 20
yaşında sosyalizmi benimsedi. Bundan önce sağlıklı ve güçlü bünyesinden
kaynaklanan bir iyimserliğe sahip, çok çalışan ve dünyaya olumlu gözle bakan
bir kişiydi. Fakat "Nasıl Sosyalist Oldum” adlı makalesinde de belirttiği
gibi halkın en alt tabakalarını daha yakından gördükçe sosyalist fikirleri
oluşmaya başladı. İyimserliği ve ferdiyetçiliği yavaş yavaş söndü ve mecbur
olmadıkça hiçbir zaman daha fazla çalışmamaya karar verdi. Yazılarında
ferdiyetçiliğinin bünyesinden sökülüp çıktığını ve bir sosyalist olarak tekrar
doğmuş olduğunu belirtir. London Sosyalist İşçi Partisi'ne ilk kez Nisan
1896'da katıldı. “Demir Ökçe” isimli
romanı başta olmak üzere yazarın birçok eserinde sosyalist bakış açısını açıkça
görebiliriz. Yazarın bu bakış açısı kuramcı veya entelektüel sosyalizmden
değil, daha çok yaşam tecrübelerinden ve kendi içinden gelmektedir.
1898'de Oakland'a döndüğünde ciddi olarak yazdıklarını
yayınlatma çabasına girer. Bu dönemi "Martin
Eden" adlı romanında akıllara kazınacak bir biçimde anlatır. Yayımlanan
ilk öyküsü "Yoldaki Adam" olan London, bu öyküsü için "Overland
Monthly" ona yalnızca 5 dolar teklif edince yazarlık kariyerini
sonlandırmanın eşiğine gelir. Ancak "The Black Cat" dergisi "A Thousand Deaths" adlı
öyküsünü yayınlamak için 40 dolar ödeyince, kendi deyimiyle, "kelimenin
tam anlamıyla paçayı kurtarır".
Tam da düşük maliyetli dergi üretimini mümkün kılan
yeni basım teknolojilerinin çıktığı ve bunun sonucunda geniş kitleleri
hedefleyen popüler dergilerin patlama yapıp büyük bir kısa öykü pazarının
oluştuğu dönemde yazarlık mesleğine adım attığı için, yazarlık kariyerindeki
zamanlama konusunda şanslıdır. 1900'lerde yazarlıktan 2.500 dolar kazanır.
Jack London 7
Nisan 1900'de, “Kurdun Oğlu”nun
yayınlandığı gün, Bess Maddern ile evlenir. Bu evlilikten iki kızı olur ama bu
beraberlik uzun ömürlü olmaz ve 1904’te boşanırlar.
1905'te Charmian Kittredge ile ikinci evliliğini
yapar. Biyografi yazarı Russ Kingman, London'un ikinci eşi Charmian'ı
"Jack'in ruh eşi, her zaman her konuda onun tarafındadır; mükemmel bir
çift!" olarak tanımlar.
1910 yılında Jack London California Glen Ellen'da bir çiftlik satın alır.
"Eşimin yanında, çiftlik bana dünyanın en güzel şeyi olarak
gözüküyor." Diyen London, çiftliğin başarılı bir ticari girişim olmasını
ister.
Jack London Hawai'yi
son kez Aralık 1915'te ziyaret eder. Temmuz 1916'da çiftliğine geri dönen
London, böbrek yetmezliği şikayetine rağmen çalışmaya devam eder. 22 Kasım
1916’da uyku sırasında vefat eder.
London yazarlık kariyeri boyunca elliye yakın kitap yazdı
ve döneminin en çok okunan yazarlarından biri oldu. Yazdıkları, yaşadıkları
etrafında şekillenmiş, sosyalizmin de etkisiyle toplumcu bir dünya görüşüne
ulaşmıştır. En sevilen eserleri “Deniz Kurdu”, “Bitmeyen Kavga”, “Yaşamak
Hırsı”, “Martin Eden”, “Beyaz Diş”, “Ay Vadisi” ve “Güneş Çocuğu”dur.
Jack London'ın külleri, eşi Charmian'ınkilerle
birlikte, Glen Ellen, California'daki Jack London Eyalet Tarih Parkı'na gömüldü. Çok sade olan
mezarda sadece yosun tutmuş bir kaya parçası dikilidir.
23 Temmuz 2023 Pazar
Tatar Çölü
Yazar: Dino
Buzzati
Orijinal
Adı: Il deserto dei Tatari
Orijinal
Dili: İtalyanca
Yayınevi:
İletişim Yayınları
Çeviren: Hülya Uğur Tanrıöver
Basım Yeri / Tarihi:
İstanbul, 2023 – 26. Baskı
Yorumlarımız:
Sevgili okur
KK toplantı sezonumuzu kapatmadan, yani haziran ayında
İtalyan yazar Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanını okuduk ve tartıştık. Yaz
okuması için de Jack London’ın Martin
Eden kitabını seçtik. 20. yüzyılın en tartışılan romanlarından biri diye
tanımlanan Tatar Çölü, 2. Dünya savaşı sırasında yazılmış, 1940’da ilk baskısı
yapılmış. Daha sonra 20 farklı dile tercüme edilmiş ve uluslararası bir üne
kavuşmuş. Kimi yorumcular romanın yarı otobiyografik bir yapıya sahip olduğunu
belirtmişler. Gerçekten de yazarın ilginç bir hayat hikayesi var. Savaş muhabirliği
dahil hayatı boyunca gazetecilik yapan Buzzati
aslında gazetecilikten çok
yazarlığı, ressamlığı, resimli çocuk
kitapları, tiyatro metinleri ile tanınır. Sessiz bir antifaşist olarak bilinen
yazar kitaplarında ılımlı bir üslup kullanır. Kendisine İtalya’nın Kafka’sı
denir. Kitap’ın çevirmeni ise aynı zamanda akademisyen olan Prof. Hülya Uğur
Tanrıöver’dir. Sosyal bilim ve edebiyat alanında çok sayıda kitap ve makale
çeviren Tanrıöver duru ve akıcı bir çeviri yapmıştır.
Modernist bir roman olarak adlandırılan Tatar Çölü,
bazı bölümlerinde büyülü gerçeklikten de izler taşır. Yalnızlık duygusunu,
bunun insanın iç dünyasına yansımalarını
derin analizlerle ortaya koyan kitap aynı zamanda birçok alegorik
anlatımlarla bezenmiştir. Son derece yumuşak, bir o kadar akıcı ve merak
uyandıran bir dili vardır.
Romanın baş kahramanı G. Droga askeri okulu bitirince
subay olarak ülkenin ücra bir köşesinde, bir çölün hemen kıyısında adeta kuş
uçmaz kervan geçmez bir yerdeki Bastiani kalesine tayin edilir. Bundan hiç
memnun olmayan Droga hemen başka bir askeri birliğe tayin olmak istemesine
rağmen farklı nedenlerle bu kalede 30 yıl ömrünü geçirir ve sonunda ayrılmak
zorunda kalır ve….(Romanın sonunun ne olduğunu özellikle yazmıyorum). İlk
başlarda bir savaş çıkarsa meşhur olmak duygusu içinde yıllarını geçiren Droga
daha sonraları askeri kurallarla çevrili alışkanlıklar, sıradanlığın
kanıksanması, cesaretsizlık, kolaycılık, atalet, nedenini pek de umursamadığı
sadece ‘beklemek’ duygusu içinde yıllarını geçirmiştir. Çok uzun durağan
yılları anlatırken yazar bence çok fazla tekrar tuzağına düşmeden, hatta ‘şimdi
ne olacak’ merak duygusunu hep canlı tutarak romanını kurgulamış ve simgelerle
de yazısını renkli kılmıştır. Biz kitabı tartışırken hayata dair birçok konuya
değindik, sorguladık. Bunların arasında şunlar vardı ve sizlere de düşünmeniz
için tavsiye ederim: -insan hayatında kendi seçimleri mi yoksa şans/kader mi
daha etkin? -yaşamda sonuç mu süreç mi önemli?
-‘kurallar kaousu önler’ ve ‘Kurallar yaratıcılığı öldürür’
önermelerinden hangisi yaşamda daha kritik?
Kişisel olarak ben şunu düşündüm: bir insanın
ömrünü bu kadar durağan geçirmesi çok
acı. Hani derler ya ‘boşa geçen bir zaman./hayat’. Ancak sonra şunu da
düşündüm: alternatif bir hayatın daha acımasız, daha renkli olacağını kim
garanti edebilir? O zaman belki de Droga kaledeki yaşayabileceği kısacık
dertsiz tasasız hayatını özleyecekti. Ne olursa olsun son sözüm yaşam daha
iyisi için denemeye değer; cesaret ve güzel hayaller için mücadele kıymetli. Bu
roman atalet içine düşmüş bir insanın hikayesini çok öz bir şekilde bize
sunmuş. Herkese özellikle cesaretli olmaları için gençlere naçizane
okumalarını tavsiye ederim.
Renkli, sağlıklı nice YAZ lar dilerim….
Önemli sözcükler: ZAMAN, YALNIZLIK, HAYAT, BEKLEMEK. Leyla
30 Mayıs 2023 Salı
Dino Buzzati
16 Ekim 1906'da İtalya'nın Belluno şehrinde dünyaya
gelen Dino Buzatti, üniversitede Hukuk eğitimi almak için Milano’ya gitti.
Hukuk eğitimini tamamlamadan önce, Corriere della Sera
gazetesinde haberci, redaktör ve özel muhabir olarak çalışmaya başladı. Edebi
etkinliğine, “Bàrnabo delle Montagne” (Dağların Adamı Barnabo) adlı romanını
yayımlayarak adım attı. 1933’te yayımlanan öyküleri ve daha sonraki yıllarda
yayınlanan roman ve oyunlarıyla tanındı. 1935’te yayımlanan ikinci eseri “Il
Seecreto del Bosco Vecchio” (Eski Korunun Gizemi) da daha sonraki eserlerinde
hakim olan Kafka’ya özgü gerçeküstücü ve simgeci anlatım tarzının örneklerini
içerir. 1940 Haziran’ında yayınlanan “Il deserto dei Tartari” (Tatar Çölü)’nde,
sınırdaki bir kalede kurulu garnizonda kahramanlıklarını kanıtlamak için düşman
saldırısı bekleyen bir bölük askeri konu alır. Buzzati, üç yıl bir savaş
gemisinde görev yaptı. Savaş sonunda Tatar Çölü büyük ilgi gördü ve Buzzati’yi
bir anda İtalya’nın önde gelen yazarlarından birine dönüştürdü. Uluslararası
başarısı ise Tatar Çölü’nün “Le Desert des Tartares” adıyla 1949 yılında
Fransa’da basılmasından sonra gerçekleşti ve eser kısa sürede yirmiden fazla
dile çevrildi.
1953 yılında en başarılı oyunu kabul edilen ve İtalya
Tiyatro Endüstrisi ödülünü alan, Tıp biliminin sağlıklı bir adamı ölüme sürükleyişini anlatan, “Un Caso
Clinico” (Klinik Bir Vaka) sahneye koyuldu. Bu oyun üç yıl sonra Albert Camus
tarafından uyarlanarak Fransa’da sahneye koyuldu ve büyük başarı sağladı.
Dönemin çoğu sanatçısı gibi çok yönlüydü. Gazeteciliğin
yanı sıra edebiyat alanında farklı türlerde ürün vermiş, öykülerinin yanında
roman, oyun, şiir, müzikaller için libretto yazmıştır.
Kendine özgü mizah anlayışıyla kurguladığı, gerçek ile
gerçeküstü arasında salınan, bazen tekinsiz anlatı evrenleriyle tanınır.
Oysa Buzzati’nin hayal gücü salt yazı düzlemiyle
sınırlı kalmamıştı. Kendi sürreal imgeler dünyasını tuvale de taşımış, dahası
ömrü boyunca kendini bir yazardan ziyade bir ressam olarak tanımlamıştır.
Ressam Buzzati’nin sanatsal yaratımını üç evreye
ayırmak mümkün. Birinci evre, 1923-1930 arasında sembolizmin ağır bastığı
üretimlere işaret eder. Yaptığı resimlerde figüratif sembolizmin izleri daha
belirgindir.
Olgunluk dönemi olarak tanımlanabilecek ve en özgün
çalışmalarına imza attığı 1964-1972 yılları arasında ise yapıtlarına İtalyan
pop art’ın çizgileri yansır.
Buzzati, 1958 yılında Milano’da ilk resim sergisini
açtı ve 1960 yılında bilimkurgu türündeki tek romanı olan “Il Grande
Ritratto”yu (Yaşamdan da Üstün), yine aynı yıl “İl Mantello” (Pelerin) yu
oyununu yayımladı. 1963’te yayımlanan beşinci ve son romanı olan “Un Amore”
(Bir Aşk) de orta yaşlı bir işadamının delişmen bir genç kıza olan tutkunluğu
anlatılır. 1966 yılında, dünyaca ünlü öyküsü, “Il Colombre” (Colombre), elli
bir seçme öyküsünün yer aldığı bir seçkide yayımlandı.
1969 yılında, Orpheus’un modern bir çeşitlemesi kabul
edilen “Poema a Fumetti” (Çizgi Roman Biçiminde Şiir) adlı resimli romanı
yayımlandı ve büyük ilgi gördü. 1971 yılında “Le Notti Difficili” (Zor Geceler)
adıyla, öykülerinin altıncı basımı yapıldı. Bu, aynı zamanda Buzzati’nin,
hayattayken yayımlanan son kitabı oldu.
Buzzati modern toplum insanının endişe ve umutsuzluk
dolu hayatını işlemiştir. Gerçeküstücü ve simgeci anlatım biçimi ve ürkütücü
imgelemi yoğun Kafka etkileri taşır.
28 Ocak 1972’de Milano’da öldü.
Oğullar ve Sevgililer
Orijinal Dili: İngilizce
Çeviren: Tülin Nutku
Yayınevi:
Can Yayınları
Basım Yeri / Tarihi:
İstanbul, Aralık 2019 - 5.Baskı
Oğullar
ve Sevgililer, hem Kuzey İngiltere’de bir madenci kasabasında yaşayan Morel
ailesinin, hem de başkahramanı Paul Morel’in romanıdır. Ama daha çok da, Paul
Morel ile annesi Gertrude Morel arasındaki karmaşık ilişkinin romanı.
Bayan
Morel, kaba saba bir adam olan, içkiye düşkün kocasında aradıklarını
bulamayınca, tüm umutlarını oğullarına, özellikle de Paul’a bağlar. Buyurgan
annenin dayanılmaz sahiplenme duygusu, Paul’un yaşamını baştan sona
etkileyecek, yalnızca babasıyla olan ilişkisine değil, âşık olduğu iki kadınla
ilişkilerine de egemen olacaktır.
Ülkemizde
genellikle Lady Chatterley’in Sevgilisi romanıyla tanınan ünlü İngiliz yazar D.
H. Lawrence’ın başyapıtlarından Oğullar ve Sevgililer, büyük ölçüde
otobiyografik özellikler taşır. Romanın başkahramanı Paul Morel, birçoklarınca
Lawrence’a benzetilmiş, sarhoş gezen madenci baba ve ona direnen güçlü anne
tiplerinin de açıkça yazarın kendi anne ve babasını andırdığı ileri
sürülmüştür.
9 Mayıs 2023 Salı
D.H. Lawrence
David Herbert Lawrence 11 Eylül 1885’te Nottinghamshire bölgesindeki Eastwood kasabasında doğdu. Maden işçisi bir babayla, orta sınıftan öğretmen bir annenin ortanca oğluydu.
Lawrence’in çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Küçük
yaşta zatürreeye yakalandı. Zayıf, hastalıklı bir çocuk olarak büyüdü.
Kültürlü, olgun bir kadın olan annesine çok düşkündü. Annesi de oğlunu elindeki
imkanlar nispetinde iyi yetiştirmeye çalıştı. Lawrence de annesi gibi öğretmen
olmayı aklına koymuştu. Öğrenimini de buna göre yaptı.
Burslu olarak sürdürdüğü ortaöğrenimini on altı
yaşındayken bıraktı. Kısa bir süre bir imalathanede kâtiplik yaptı. 1901’de
geçirdiği ağır zatürreeyi atlattıktan sonra, Derbyshire ve Nottinghamshire
bölgelerindeki çeşitli ilkokullarda öğretmen yardımcılığında bulundu. 1906’da
bir burs kazanarak Nottingham Üniversitesi’ne girdi, iki yıl okuyup öğretmenlik
sertifikası aldı. 1908’de Londra yakınlarındaki Croydon’da öğretmenlik yapmaya
başladı, ilk şiirleri ve kısa öyküleri ertesi yıl saygın edebiyat dergilerinden
The English Review’da çıktı.
İlk romanı “White Peacock” (Ak Tavuskuşu) 1911’de
yayınlandı. Ama Lawrence bu başarısından sevinç duyacak halde değildi. Ömrü
boyunca ona destek olan ve her türlü derdine deva bulmaya çalışan annesi bir ay
önce ölmüştü. Lawrence, annesinin ölümünden sonra uzun bir bocalama devresi
geçirdi. Daha sonra hayatını kalemiyle kazanmaya karar verdi ve çalışmaya
koyuldu ve The Trespasser (Günahkâr Ruhlar)’ı yayınladı.
191 l’de zatürreesi tekrarlayıp onu uzun süre
öğretmenlikten alıkoyunca, 1912 başlarında aslında pek bağdaşamadığı bu uğraşı
bıraktı, Croydon’dan ayrılarak Nottingham’a döndü. Daha sonra Almanya’ya,
arkasından da İtalya’ya gitti. Burada Sons and Lovers (Oğullar ve Sevgililer)’i
bitirdi. Yarı otobiyografik bir roman olan Oğullar ve Sevgililer, Lawrence’ın
kendi yaşamöyküsünü, genç bir adamın annesiyle ilişkisi ve bu ilişkinin
başka kadınlarla ilişkilerini nasıl etkilediğiyle ilgili güçlü
bir psikanalitik incelemeye dönüştürüyordu.
1913’te İngiltere’ye geri döndü. Londra’da yayıncı
Edward Garnett, eleştirmen Middleton Murry ile eşi öykücü Katilerine Mansfield
gibi edebiyat dünyasının kalburüstü adlarıyla tanışıp dostluk kurdu. Bunu
izleyen bir iki yıl boyunca ülkesiyle İtalya arasında sık sık gidip geldi.
David Herbert Lawrence, sevdiği kadınla evlendikten
sonra birkaç yıl devamlı çalıştı. Özel hayatını bir türlü düzene sokamamıştı.
Sevdiği kadınla evlenmesi iç huzursuzluklarını gidermeye yetmemişti. Üstelik
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması, yazarın maneviyatını adamakıllı bozmuştu.
Eylül 1915’te çıkan The Rainbow’ın (Yağmur Kuşağı) on
beş gün içinde toplattırılması Lawrence’ı çok üzdü. Bloomsbury Grubu (adını
Londra’nın aynı addaki ünlü semtinden alan bir sanatçılar grubu) çerçevesinde
filozof Bertrand Russell’la birlikte verecekleri savaş karşıtı bir dizi
konferansın gerçekleştirilemeyişi ise, kırgınlığını daha da artırdı. 1917’de
Cornwall bölgesinde oturdukları sırada eşiyle birlikte casuslukla suçlanıp
kentten kovulunca, ülkesinden iyice soğudu. 1919’da İngiltere’den ayrıldı ve üç
kısa ziyaret dışında bir daha geri dönmedi. Bundan sonra ölümüne değin Seylan,
Avustralya, Meksika, İtalya, İsviçre ve Fransa gibi ülkelerde değişik sürelerle
yaşadı.
Aşık Kadınlar (Women in Love) roman, 1920; Sea and
Sardinia (Deniz ve Sardunya) gezi notları, Kayıp Kız (Lost Girl) roman, 1920;
(Tait Memorial Edebiyat Ödülü), England, My England (İngiltere, Benim
İngilterem) öyküler, 1922; Aa-ron’s Rod (A’un Kavalı) roman, 1922; Fantasia of
the Unconscious (Bilinç-dışı Fantesizi) denemeler 1922; Studies in Classic
American Literatüre (Klasik Amerikan Edebiyatı İncelemeleri) 1923; Kangaroo
(Kanguru) roman 1923; The Boy in the Bush 1924, St. Maour (1925). Meksika’ya
yerleşmeyi denediği yıllarda Kanatlı Yılan romanını yazdı (The Plumed Serpent)
1926, son gezi kitabı : Mornings in Mexico (Meksika Sabahları) 1927. Bu arada
bir de öykü derlemesi: The Woman Who Rode Away (Kaçan Kadın) 1928. Sağlığında
Floransa’da özel olarak basılan (İngiltere’de ancak 1960’da yayımına izin
verildi) son romanı da bu yılların ürünü oldu: Lady Chatterley’in Sevgilisi
(Lady Chatterleys’s Lover) 1928. Bu eser, cinselliğin insan yaşamındaki önemini
vurgulayan öteki romanlarını hepsinden daha çok etki yarattı: Adını ölümsüzlüğe
ulaştırdı. Birkaç kez filme alındı, tüm dünya dillerine çevrildi.
Bu arada bir yandan yazmayı sürdürürken, bir yandan
bol bol resim yaptı. Tutulduğu verem hastalığından kurtulamayarak 2 Mart
1930’da Fransa’da, Nice yakınlarındaki Vence kasabasında öldü.
Veremden ölünce ardından yayımlanmayı bekleyen birçok ciltlik edebiyat birikimi bıraktı: Mr. Moon (roman, öl.s. 1984), Nettles (Isırganlar) şiir, 1930, Apocalypse (Mahşer), denemeler, 1931.
11 Nisan 2023 Salı
Siddhartha
Yazar: Hermann Hesse
Orijinal
Dili: Almanca
Çeviren: Kamuran Şipal
Yayınevi:
Can Yayınları
Basım
Yeri / Tarihi: İstanbul, Ekim
2022 - 59.Baskı
"Genel
olarak herkesçe kabullenilmiş Buddha imgesini aşan bir Buddha yaratmak, daha
önce eşine rastlanmamış, büyük bir başarıdır. Siddhartha, benim gözümde, Kutsal
Kitap'tan kat kat üstün bir ilaçtır..." 20. yüzyılın en büyük
romancılarından Henry Miller'a bu sözleri söyleten Siddhartha, 1946 Nobel
Edebiyat Ödülü sahibi Alman yazar Hermann Hesse'nin başyapıtıdır. 1. Dünya
Savaşı'nı izleyen yıllarda insanları yaşamlarını yeniden kurmaya çağıran, Doğu
gizemciliğini yücelten Siddhartha, kuşaklar boyunca nerdeyse bir "kutsal
kitap" gibi okunmuştur. Siddhartha'da Buddha'nın yaşamının ilk yıllarını
şiirsel bir üslupla anlatan Hesse, insanın öz benliğini bularak uygarlığın
yerleşik biçimlerinden kurtulmaya çalışmasını işler. "Bu kitapta,"
der, "tüm dinlerde, insanların benimsediği tüm inanış biçimlerinde ortak
olan yanı, tüm ulusal ayrımları aşan, tüm ırkların, tüm bireylerin
benimseyebileceği şeyi yakalamaya çalıştım."
Yorumlarımız:
Herman Hesse Siddhartha romanını 1922’de kaleme almış
, o günden bu güne kadar bir çok dile çevrilmiştir. Özellikle 1960’lar da
Amerika’da Budizm ve Zen Budizm felsefesinin patlama yapması kitaba olan yoğun
ilgiyi artırmıştır .
Siddhartha ‘da Hesse insanı birey olma vasfıyla ele
alır. 18. yy Almanya’sında ortaya çıkan Bildungroman örneklerindendir.
Bildungromanlarda romanın başkahramanının yaşamı çocukluktan varmak istediği
hedefe ulaştığı olgunluk yıllarına kadar anlatılır. Fiziksel ve ruhsal yönden
yaşadığı aşamalar ayrıntılı bir şekilde biyografik olarak okuyucuya aktarılır .
Siddhartha bir yol hikayesidir. Siddhartha’nın ruhsal
yönden öz ben arayışı, dönüşüm ve bilgeliğe ulaşmak için çıktığı fiziksel ve
ruhsal yolculuğu anlatır.
Brahman soylu bir ailenin iyi yetişmiş çocuğu
Siddhartha, geleceğin bilge kişisi ve rahibi olarak yetiştirilmiş olmasına
rağmen öğrendikleri kendine yetmemekte iç huzuru bulamamaktadır. Amacı olan
bilgeliğe ulaşmak için iç sesine uyar, arayış yolculuğuna çıkar. Bu yolculukta
ona birlikte büyüdüğü arkadaşı Govinda eşlik eder. İlk olarak kentten geçen
Samanalara katılırlar. Onlarla aç, susuz, yorgun, çile hayatı yaşarlar.
Siddhartha çok geçmeden fark eder ki öğrendikleri geçici bir arınmadır .
Gotama adlı bir bilgenin var olduğu haberini alırlar
ve onun öğretisine katılırlar .
Gerçek bir Buddha olan Gotama’nın öğretiside
Siddhartha’ya yeterli gelmez. Govinda Buddha ile yoluna devam ederken
Siddhartha oradan ayrılır .
Geceyi ırmak kıyısında bir kulübede geçirir. Orada
gördüğü rüya, bilgeliğe ulaşma çabasının yönünü manevi olandan maddi olana
yöneltir ve karşıtlığın birliği bütünlüğü için kente yani maddi hayata doğru
ırmağın karşısına yönlenir. Irmak burada bir sınırdır manevi hayat ve maddi
hayat arasında.
Kentte maddi hayata dair her şeyi en dibine kadar
yaşar. Bu sırada gördüğü ikinci rüya ona maddi dünyayı terk etmesi gerektiğini
işaret eder.
Irmak kıyısına dönen Siddhartha hayatına son vermek
isteği duyar ve uykuya dalar. Uyku onun için arınma ve yenilenme yaratır,
yeniden yaşama döner. Manevi ve maddi yolculukları sonrasında ruhsal uyanış
yaşar. Irmak kıyısında kayıkçı Vasudeva ile yaşar.Vasudeva onun bilgelik
yolunda ırmağa ve kendi iç sesine kulak vermesi için yol göstericisi
olur.Siddhartha özbenliğine ulaştığında Vasudeva görevini tamamlamış olur, ırmak
kıyısını terk eder.
Romanın sonunda dostu Govinda ile yeniden
karşılaştığında ona söyledikleri romanın özüdür. ”Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse
hayır. Bilgelik keşfedilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle
mucizeler yaratılabilir ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez”. Ruhsal
bütünlük bireye özgü ve yaşanarak elde edilir.
Bu yolculukta karşına çıkan herkes ve her şeyden birer
öğretmenmiş gibi ders alıp, Evren’in birlik ve bütünlüğünü, tüm zıtlıkları ile
mükemmellik, kusursuzluk anlamındaki “Om” olduğunu anladığında ruhsal bütünlüğe
ulaşır.
Roman 148 sayfa oldukça kısa , akıcı , rahat okuna
bilen , bir o kadar da her satırında felsefik düşüncelerin olduğu okumaktan sıkılmayacağınız
bir kitap.
31 Mart 2023 Cuma
Hermann Hesse
2 Temmuz 1877’de Almanya’nın Württemberg eyaletine bağlı
Calw şehrinde doğmuştur. Hristiyan bir misyoner aileden gelmekle beraber tutucu
ve entelektüel bir aile ortamı içinde büyümüştür. Annesi ve babası annesi Maria
Gundert’in (1842–1902) doğduğu Hindistan’daki Basel Misyonu’nda görevliydi.
Hesse, çok yaratıcı bir çocuk olduğu gibi güçlü bir ifade
mizacına da sahipti. Yeteneği daha erken yaşlarda fark edilmiştir. Şiire
ilişkin herhangi bir fikir eksikliği olmayıp harika resimler yapardı.
1881’de aile beş yıllığına Basel’e taşınmıştır. Burada
Hesse’nin okuduğu keşiş okulu vardı. Baba Johannes, 1882’de vatandaşlık hakkını
elde etmesiyle bütün aile İsviçre vatandaşlığına geçebilmiştir. Aile Temmuz
1886’da yine Calw’e geri dönmüştür. Hesse burada Calw Latin Okulu’nda 2. sınıfa
başlamıştır. Bu okuldaki başarısından sonra Hesse 1891 yılında evangelik ve
teolojik seminere Maulbronn’da katılmıştır. Ama kısa bir süre sonra isyankâr
karakteri nedeniyle bu seminerden kaçmıştır.
Çeşitli kurumlar ve okullar arasındaki macera yolculuğunun
başlamasıyla, anne ve babasıyla şiddetli tartışmalar içerisine girmiştir.
Hermann Hesse kötü bir dönem geçirmiş ve 20 Mart 1892 tarihli mektubunda da
intihar düşüncesini dile getirmiştir. İntihar girişiminde bulunduktan sonra, Mayıs
1892’ta Bad Boll isimli enstitüye yatırılmıştır. Carl Jung’un öğrencisi Lang’ın
tedavi ettiği Hesse’nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgi bu durum sonrasında
körüklenerek iç dünyasının zenginleşmesine neden olmuştur.
Eğitim sistemindeki kısıtlamalar ve misyoner babasının
dinsel baskıları Hesse’yi çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden kendi yolunu bulmak
için uzun süre mücadele etmek zorunda kalan Hesse, 1894 yılının yaz başlarında
Calw şehrindeki saat kulesi fabrikasında 14 ay kadar makinist çıraklığına başlamıştır.
Lehim yapan Hermann Hesse, işin mekanik yapısından bunalmış ruhunda çıkış
noktaları aradığı bir dönemde edebiyata yönelmiştir.
Hesse kendi ayakları üzerinde durmak adına ve ailesinden
herhangi bir maddi yardım almamak için Heckenhauer isimli kitapçıda 1895 -1898
yılları arasında çalışmıştır. Hesse, 1898 yılının sonbaharında şiirlerini bir
araya getirdiği Romantik Şarkılar (Romantische Lieder) isimli eserini
yayınlamıştır, 1899 yılının yazında da “Eine Stunde hinter Mitternacht “ (Gece
yarısının bir saat ardında) adlı düzyazılardan oluşan eserini çıkarmıştır.
Eserlerin her ikisi de ilgi görmemiştir.
1904 yılında Hesse’nin edebi şöhreti kendinden 9 yaş büyük
Basler’li fotoğrafçı Maria Bernoulli ile evlenmesine ve Konstanz gölünde olan
Gaienhofen’e yerleşmesine imkân sağlamıştır. Bu evliliğinden Bruno, Hans
Heinrich ve Martin olmak üzere üç oğlu doğmuştur. Hesse Gaienhofen’de, 1906
yılında yayımlanan, “Çarklar Arasında” adlı ikinci romanını yazmıştır, okul ve
eğitim dönemindeki deneyimlerini bu eserinde edebi olarak işlemiştir.
1910 yılında sonraki romanı “Gertrud” beklenen ilgiyi
görmemiştir. Romanının başarısızlığı ve evliliğinde deki problemlerden uzak
durabilmek için Hesse, Hans Sturzenegger ile 1911 yılında Sri Lanka ve
Endonezya’ya büyük bir tatil gerçekleştirmiştir.
1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında Hesse savaşmak
için Almanya Büyükelçiliği’ne gönüllü olarak başvurmuştur. Ancak sağlık
sorunları nedeniyle bu işe elverişsiz bulununca Kızılhaç için çalışmaya başladı.
Babasının 1916 yılındaki ölümü, 13 yaşındaki oğlu Marti’nin Menenjite
yakalanması ve karısının gittikçe artan şizofreni hastalığı nedeniyle Hesse
savaş tutsaklarının bakımı için üstlendiği görevini bırakmak zorunda kalmış ve
psikolojik tedaviye yönelmişti.
1922 yılında Hesse’nin “Siddharta” adlı Hint romanı piyasaya
çıkmıştır. Bu romanında Hint kültürüne olan ilgisini ve ailesinden öğrenmiş
olduğu Budist felsefesini konu almıştır. Bir sonraki büyük eseri 1925 yılında
yayımlanan “Kurgast” ve 1927 yılında yayımlanan “Die Nürnberger Reise”
(Nürnberg Seyahati) adlı eseri ironi fikirler ima eden otobiyografik öykülerdi.
Bu eserlerde, 1927 yılında yayımlanan "Bozkırkurdu" (Der Steppenwolf)
adlı en başarılı Hesse romanının geleceğini haber vermekteydi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında hem Naziler, hem de
antifaşistler tarafından sert şekilde eleştirilen Hesse’nin makalelerini
yayımlamaya hiçbir Alman gazetesi cesaret edemedi. Hesse’nin siyasi
tartışmalardan ve İkinci Dünya Savaşının korku bildirimlerinden zihinsel olarak
kaçışı 1943 yılında İsviçre’de basılan “Boncuk Oyunu” romanın malzemesi oldu.
1946’da ona edebiyat dalında Nobel ödülü verilmesinin gerekçesini Nobel
Edebiyat Komitesi “Daha cesur ve etkili
bir biçimde gelişen ve klasik hümanizmin ideallerini biçimin yüksek bir sanatı
gibi aynı şekilde ortaya serip derine dalarak oluşturulan eseri için” olarak
açıklamıştır.
İkinci Dünya Savaşından sonra Hesse’nin üretkenliği yeniden
başladı. Anlatılar ve şiirler yazmış, ama roman yazmamıştır.
Uzun zamandır kan kanseri olduğunu bilmeyen Hermann Hesse 9
Ağustos 1962’de beyin sektesinin sebep olduğu uykusundayken öldü ve iki gün
sonra Montagnola yakınlarında yer alan
Sant’Abbondio mezarlığında toprağa verildi.